1000 veren 1 alınca!

Halil Yılmaz

Admin
Yönetici
Katılım
May 19, 2010
Mesajlar
14,511
Tepkime Puanı
190
Puanları
63
Yaş
50
Hangi anne çocuğunu sevmez ki! Daha doğmadan, karnındayken sakınmaya, titizlikle korumaya başlar. Her anında, hayatının her aşamasında gözü gibi korur onları. Ve anne babanın gözünde çocuklar her zaman çocuktur elbette ki. Bir ömür boyu gerçekten de çocuk gibi korur ve kollar onları…
Ömer’in annesi de işte aynen öyle; ne kadar da seviyordu biricik Ömer’ini… Doğduğunda yüzlerce kere şükretti. Onun için kurban kesti, konu komşuya dağıttı. Dünyada ilk işittiği ses annesinin şefkatli sesi olmuştu. Yavrucuğum… Şu minik ellere de bakın! Yumuk yumuk, aman da boncuk boncuk zeytin gözlere bakın! Pamuk tenlim benim. Her şeyi yerli yerinde maşallah… Şükürler olsun Allah’ım binlerce kere şükürler olsun…
Yokluğun gözü kör olsun. Elbette ki el bebek gül bebek büyütmek ister her anne çocuğunu. Güzel yiyeceklerle, en güzel giyeceklerle. Kundağından beşiğine varıncaya kadar… En iyi okullarda okutmak ister. Arkadaşlarının yanında mahcup olmasın ister. Başarılı olsun ister, okusun adam olsun ister, meslek sahibi olsun ister…
Ama gel gör ki herkesin alın yazısı bir değil. Herkes her istediğine kavuşamamıştır belki bu güne kadar… Aslında insan bir düşünebilse ne kadar zengin olduğunu! Olanlarla ve mevcutla yetinebilmenin ne büyük nimet olduğunu… Daha fazlasını, hep daha fazlasını istemenin hırs ve tamahı doğurduğunu! Ve insanı ne kadar sıktığını, yıprattığını ah bir bilebilse.

En önemlisi de sağlık elbette bu büyük nimetler içinde. Ama insanların değerini bilmediği iki nimetten biridir sağlık. Sağlığın da kaybedince bilinir kıymeti, tıpkı zamanda olduğu gibi… Bilinen bir gerçek de vardır ki kaybetmeden bir türlü bilemeyiz bunların değerini… Kaybedince değerini anlayan ne kadar çoksa da; kaybetmeden bunların değerini anlayabilen bir o kadar azdır, hatta belki yok denecek kadar…

Dünyanın en zengini adama, birkaç gün daha yaşamak için hangi mallarını; servetinin ne kadarını verirsin diye pazarlık yapsan nelerini, ne kadarını feda etmez ki…
Zengin ama çocuğu engelli olan birisine, çocuğunun iyileşmesi karşılığında neler verirdin diye sorulsa şaşırır kalırsınız verdiği cevaplara…
Böyle olduğu halde kimse bilmez sağlığının kıymetini. Sigara içer, içki içer, zararlı madde kullanır, yapmadığını bırakmaz kendi öz vücuduna…
Bu insanlar her şeyleri bir tamam olduğu için bilmezler aslında değerini vücutlarının, uzuvlarının… Farkındalık yaratır aslında bir engelli kişi toplumda… Konuşmadan neler neler söyler, o binlerce nimetin kadrini, kıymetini bilmeyenlere..

Bunu da görebilmek, düşünebilmek, idrak edip anlayabilmek de yetenek ister ayrıca tabi….
Üç yaşında babasını kaybeden Ömer, artık yetim kalmıştı. Allah kimseye vermesin yetimlik çok kötüdür, öksüzlük kadar olmasa da… Zaten kıt kanaat geçinen, adeta açlığını bastırmak için yiyen bu aileyi zor günler beklemektedir ki zavallı anne bunun farkındadır elbette…
Yemeyip yedirerek, giymeyip giydirerek, adeta saçını süpürge ederek, bin bir güçlüğe göğüs gererek büyütmeye çalışır annesi Ömer’i. 6 yaşına gelmiştir ama bu zamana kadar çektiği çileyi abartmadan söylüyorum ki bir annesi ve bir de Allah bilir…

Sakınılan göze çöp batar diye bir atasözü vardır bizde. Elbette ki gözümüz gibi korur ve her şeyden sakınırız çocuklarımızı hepimiz. En doğrusu da budur tabi ki yapılması gerekenin…
Ama ne yazık ki 9 şeyden sakınırız da onuncu hiç aklımıza gelmez işte. Akacak kan damarda durmaz, olacakla öleceğe çare bulunmaz derler ya onun için beklide, olacak ne yapsak yine de oluverir bir çırpıda…

Jimnastiğe ve onu yapana hepimiz gözümüzü kırpmadan adeta ağzı açık bakarız çoğu zaman. Ömer’e de nerden geldiyse bir jimnastik aşkı gelir bir yerlerden. Merak salar, ilgi duyar işte. Hani çocuklar genelde hareketli olur hoplar zıplar, döner koşar ya işte aynen öyle bir merak ve istek işte…
Yüzmeye giderler arkadaşları ile bir gün. Annesi tembih üstüne tembih eder, aman oğlum derin yerlere girme boğulursun diye… Söz dinleyen bir çocuktur Ömer, girmez derin sulara, kıyıda eğleşir. Kafasını suya sokar çıkarır kimi kere, bazen bütün vücudunu daldırır suya. Ama kesinlikle suyun derinliği göbeğini geçmez ve asla açılmaz uzaklara…
Sudan çıktıklarında dinlenir, güneşlerler biraz. Sonra şakalaşırlar, koşarlar yumuşak kumların üzerinde. Derken parende atmaya çalışır bir çocuk, beceremez. Birkaç denemeden sonra atlayınca sevincine diyecek yoktur görseniz. Sen de yapabilir misin? Der bu sefer de Ömer’e! Ne var oğlum onda diyerek erkeklik yapar Ömer. Gerçekten de ilk denemesinde atlayıverir. Sonra, yarışalım derler. Sahile iki çizgi çizip başla komutuyla parende atmaya başlarlar. Bir, iki, üç derken ah anam! Diye bir ses duyulur. Ömer’in sesidir bu acı çığlık! Yanına koşarlar, kaldırmaya çalışırlar ama nafile. Sağa sola koşuşurlar kimseler yok! Hemen koşa koşa giderek annesine haber verir birisi ağlamaklı bir sesle. Öteki çocuk Ömeri’in yanında hala onu kaldırmakla meşgul ama ne çare! Ömer hiçbir uzvunu hareket ettiremiyor. Adeta yığılmış, kemiksiz bir et yığını gibi…
Ambulans, hastane, doktor derken bir koşuşturma yaşanır. Şimdi ameliyathanenin kapısında müjdeli bir haber beklerler. Keşke doktor çıksa da, bir şeyi yok yavrunun. Bu geçici bir durum, birkaç saate kalmaz uyanır yürüyerek taburcu olur inşallah deyiverse bir…

Maalesef bekledikleri haber bir türlü gelmez. Zaman geçmek bilmez, durmuştur adeta… Bir saat iki saat, üç saat derken kapıda görünür doktor, üzgün, umutsuz yüzüyle… Sanki söyleyeceklerini yüzünden daha söylemeden okurlar ama yine de bir umut küçücük bir umut için konuşmasına kulak verirler. Üzgünüm der doktor, yaşayacak, yaşayacak ama felç halinde. Omurilik zedelenmiş, yapabileceğimiz bir şey yok maalesef..
Yıkılır, adeta beyninden vurulmuşa döner annesi. Ne yapsın, nasıl etsin zavallı anne şimdi. Çaresiz bir derde çare bulmak kimin haddine...
Kabullenirler mecburen. Ölmediğine şükrederek teselli bulurlar. En önemlisi ise bunu Ömer’e hissettirmemek, duyurmamak diye düşünürler ama nereye, ne zamana kadar saklanabilirdi ki tez duyulan kara haber…

Annesinin o yaşa kadar elinden geldiği kadarıyla yetiştirdiği, eğittiği, iyiyi doğruyu, en önemlisi de kaderi öğrettiği Ömer, yaşından beklenmeyen büyük bir olgunlukla karşılar bu üzücü durumu…
Ve annesine:
-Üzülme anne ne olur, Allah’ın gücüne gider böyle bir tavır! Nankörlük sayılır belki de… Bize bin türlü nimet veren yaratıcı, bunlardan birini ya da birkaçını geri alınca yüzümüzü ekşitmek bize yakışmaz.
Verirken iyi de alırken kötü mü? Bin veren birini geri alınca kızılır mı, küsülür mü hiç? Deyince ağlamaya başladı annesi hüngür hüngür! Sevinsin mi üzülsün mü anlayamadı… Neye ağladığını bilmeden öylece ağladı sadece hem de dakikalarca saatlerce…
Onunla eve kadar gelirler kaç saattir başında bekleyen biçare arkadaşları da. Suçlu hissederler kendilerini biraz da. Boyunları bükük, gözleri yaşlıdır ikisinin de…
Moral olsun diye değil, samimice söz verirler her zaman yanında ve yakınında olacaklarına. Okulda, sokakta, her yerde ve yine her zaman ki gibi…
Çünkü bilirler ki herkes gibi, her sağlıklı insan, her an engelli olabilecek potansiyele sahiptir. Çok şey değişmemeli engelli hale gelindiğinde. Dünya bahçesinde çiçekler gibidir insanlar. Her biri ayrı renkte, ayrı kokuda ve ayrı şekillerde. Bir yaprağı kopan çiçeği dışlamak, bahçeden atmak ne kadar saçma değil mi? Kokusundan renginden ne kaybeder böyle bir çiçek? Ona bunu hissettirmemek, normal şekilde davranmak en mantıklısı değil mi? Binlerce papatyanın olduğu bir bahçede bir gül olmak farklı ve güzel karşılanmalı değil mi? Bahçenin sahibi daha bir ilgi ve özen göstermez mi böyle bir güle. Peki şimdiye kadar diğer bahçe sahipleri hor bakmış, ilgilenmemişse bunun böyle devem etmesi ne kadar doğru ve mantıklı ki! Koskoca bahçede onların da bir yerinin olmasının diğerlerine ne zararları var ki!
Söz de kalmadı arkadaşlarının vaatleri. Bıkmadılar, usanmadılar, yorulmadılar. Asla ve asla yük! Olarak görmediler Ömer’i. Sırf onun için okulun merdivenlerinin yanına bir de tekerlekli sandalye ile girilebilecek merdiven; 3.kata kolayca çıkabilmesi için asansör yapıldı.
Günler günleri, yıllar yılları kovaladı. Ömer öylesine azimli ve çalışkandı ki çoğu zaman arkadaşlarından bile iyi not alıyordu sınavlarda. Okulu, okulları bitirdiler sonunda hep beraber. Hem de anca beraber kanca beraber…

Tek hayalleri gerçekleşmişti sonunda. Engellilere eğitim veren bir okul kurmuşlardı beraber. Birbirlerine yıllarca sıkıca kenetlenmiş engelleri birer birer aşmış, görme engelli Gazi; ortopedik engelli Ömer ve işitme engelli Rasim…
GÖR ENGELLİLER OKULU tabelası asılırken üçünün de sevincine diyecek yoktu doğrusu…

Mustafa Akkuş



1974 İskilip/ÇORUM doğumluyum. Gazi Üniversitesi, Kırşehir Eğitim Fakültesi’nden 1997 yılında mezun oldum. Aynı yıl sınıf öğretmeni olarak Giresun’da göreve başladım. Daha sonra askerliğimi öğretmen olarak Batman’da yaptım. Görevimde 16.yılımdayım. Halen Çorum merkez Ertuğrul Gazi İlköğretim okulunda sınıf öğretmeni olarak görev yapmaktayım. Hikaye, şiir yazma hobilerim arasında. Hepinize kolay gelsin…
 
Tekerlekli Sandalye
Üst