Panik Bozukluk ve Agorafobi
Giriş
Anksiyete psikiyatrik bozukluklarda çok yaygın olan bir belirtidir. Bulaşıcı hastalıklarda (intaniye) ateş ne kadar temel bir belirti ise psikiyatrik hastalıklarda da anksiyete o denli temel bir belirtidir. Türkçe'de tam olarak bir karşılığı yoksa da "bunaltı, kaygı, korku, endişe, sıkıntı" kelimeleri bu ruh halini kısmen de olsa tanımlayan ifadeler olarak kabul edilebilir.
Anksiyete halinin iki önemli bileşeni vardır: psişik ve fizyolojik. Psişik bileşen kişinin benliğini kaplayan "sıkıntı, korku, endişe, kaygı ve bunaltı" hissidir. Pek çok kişi anksiyetenin psişik yönünü "sanki kötü bir şey olacakmış gibi bir his" olarak tanımlar. Bu durumdaki kişiler kapı çalındığında, telefon sesi duyduklarında "kötü bir haber alacakları endişesi" yaşadıklarından söz ederler. Fizyolojik alanda ise şiddeti kişiden kişiye ve durumdan duruma değişen "çarpıntı, terleme, titreme, ağız kuruluğu, sık idrara çıkma hissi, ürperme, üşüme, uyuşma, karıncalanma vb öznel duyumlar" gerçekleşir. Çoğu zaman kişinin her iki alanda yaşadıkları birbirini tetikler ve bir kısır döngü oluşur. Kaygı yaşayan kişilerde yukarda sözü edilen fizyolojik tepkiler gelişir. Bu tepkileri yaşayan kişinin kaygısı daha da artar ve kısır döngü böylece sürer gider.
Anksiyete bazen sınav, iş görüşmesi, ilgi duyulan birine yapılan çıkma teklifi, uçak seyahati vb. (kişi tarafından tehlikeli, riskli veya tehdit edici bir unsur olarak algılanan) durumlar öncesinde olurken, bazen görünür hiç bir neden olmaksızın da (patolojik anksiyete) olabilir.
Anksiyeteyi açıklayan yaklaşımlar
Anksiyetenin psikolojik ve biyolojik alanda ortaya çıkan belirtileri olduğundan, nedenlerini de bu iki zeminde açıklamaya yönelik görüşler vardır. Psikolojik yönden başlıca üç kuram anksiyeteyi açıklamaya çalışmıştır. Psikoanalitik kuramın kurucusu Sigmund Freud anksiyeteyi önceleri ruhsal enerjinin artışına, sonradan da bilinçdışında bir tehlikenin varlığının algılanmasına bağlamıştır. Freud'a göre anksiyete kişide içsel bir çatışmanın sonucudur. Bu çatışmanın bir ayağını bilinçdışındaki cinsellik ya da saldırganlık dürtüleri diğer ayağını ise kişinin süperegosu oluşturur. Bu görüşe göre anksiyete bir anlamda kişinin süperegosunun, bilinçdışındaki kabul edilemez dürtülere karşı verdiği savaşımın bir sonucudur. Bilişsel davranışcı kuram anksiyeteyi öğrenme modeli ile açıklar. Buna göre anksiyete özgül çevresel uyaranlara karşı "genelleşmiş koşullu bir cevap" olarak ortaya çıkar. Örneğin metroda fenalaşan bir kişi tekrar fenalaşacağı korkusu ile metroyu kullanmak istemez. Giderek korkusu otobüs, uçak vb. taşıt araçlarına karşı da genellenir. Hatta market sinama vb. kalabalık yerleri de kendisi için tehlikeli bulabilir ve bu tür yerlerde de fenalaşacağı korkusu yaşar. Anksiyete çocukluktan itibaren ebeveynin olaylar ve durumlar karşısında verdiği tepkilerin gözlenmesi ve öğrenilmesi ile de gelişebilir (sosyal öğrenme). Bilişsel davranışcı kuram özetle anksiyeteyi kişinin gerçeği hatalı ya da çarpık algılaması ve değerlendirmesi sonucunda edindiği yanlış izlenimlere bağlı olarak ortaya çıkan abartılı ve gereksiz bir "tehdit ve tehlike beklentisi" olarak açıklama eğilimindedir. Varoluşcu kurama göre ise anksiyete kişinin yaşamı anlamsız bulması ve bunun sonucunda içine düştüğü "hiçlik" duygusuna bağlıdır.
Anksiyeteyi biyolojik yönden açıklayan kurama göre anksiyetenin biyolojik nedenleri vardır. Başta noradrenalin, serotonin ve GABA olmak üzere bazı nörotransmitterlerin anksiyete oluşumunda önemli rolleri vardır. Gerek hayvan deneylerinde, gerek insanlar üzerinde yapılan çalışmalarda bu kimyasallarla anksiyete arasındaki ilişki ortaya konmuştur. Örneğin panik bozukluklu hastalarda noradrenalin aktivitesini artıran kimyasallar belirtileri alevlendirirken, noradrenalin aktivitesinin azaltılması belirtileri yatıştırmaktadır. Benzer şekilde serotonin ve GABA sistemleri üzerinden etkinlik gösteren pek çok ilaç anksiyete bozukluklarının tedavisinde kullanılmaktadır. Gelişmiş beyin görüntüleme teknikleri ile yapılan çalışmalarda beynin bazı bölgelerinin anksiyete ile ilişkili olduğuna dair veriler elde edilmektedir.
Şizofreni:
Şizofreni süregen karakterli, ağır bir beyin bozukluğudur. Cinsiyet, ırk, kültür, coğrafi bölge, sosyal ve ekonomik farklılık göstermeksizin dünyanın her tarafında, nüfusun yaklaşık %1 kadarını etkiler. Bu oranı dikkate aldığımızda Türkiye'de yaklaşık 750 bin şizofreni hastası olduğu düşünülebilir. Genellikle geç ergenlik ve erken erişkinlik döneminde (15-25 yaş arası) başlar ve kişiyi yaşamı boyunca etkiler. Otuzlu hele de kırklı yaşlardan sonra başlaması son derecede nadirdir. Tipik olarak "remisyon ve relaps " dönemleri ile karakterize bir seyir gösterir. Bu özelliği ile yüksek tansiyon, şeker, astım, ülser, romatizma vb. diğer dahili hastalıklardan farklı değildir. Alevlenme dönemlerinin süresi genellikle birkaç hafta ile birkaç ay arasında değişir. Yirmili ve otuzlu yaşlardaki alevlenmeler oldukça ağır seyreder. Alevlenme dönemleri, (hasta tedavi edilsin ya da edilmesin) yatışma ile sonlanır. Ancak yatışma gerçekleştiğinde hasta alevlenme öncesi işlevsellik düzeyinin biraz daha altında bir işlevsellik düzeyine geriler. İşlev kaybının olabildiğince az olması için atakların iyi tedavi edilmesi ve yeni atak gelişiminin önlenmesi çok önemlidir. Bu nedenle alevlenmeler sırasında ve sonrasında yapılacak medikal ve psikolojik tedavilerle işlev kaybı minimalize edilmeye çalışılır. Hastalık ellili yaşlardan sonra her iki cinste de ılıman bir seyir göstermeye başlar. Alevlenmeler giderek daha seyrek ve daha hafif olur. Şizofreni, erkek hastalarda, kadınlara göre hem daha erken başlar hem de daha ağır seyreder.
Anksiyete bozuklukları, Şizofreni, Diğer Psikozlar hakkında genel bilgiler aşağıdaki linkten incelenebilir...
Prof. Dr. Ali Kemal Göğüş
Giriş
Anksiyete psikiyatrik bozukluklarda çok yaygın olan bir belirtidir. Bulaşıcı hastalıklarda (intaniye) ateş ne kadar temel bir belirti ise psikiyatrik hastalıklarda da anksiyete o denli temel bir belirtidir. Türkçe'de tam olarak bir karşılığı yoksa da "bunaltı, kaygı, korku, endişe, sıkıntı" kelimeleri bu ruh halini kısmen de olsa tanımlayan ifadeler olarak kabul edilebilir.
Anksiyete halinin iki önemli bileşeni vardır: psişik ve fizyolojik. Psişik bileşen kişinin benliğini kaplayan "sıkıntı, korku, endişe, kaygı ve bunaltı" hissidir. Pek çok kişi anksiyetenin psişik yönünü "sanki kötü bir şey olacakmış gibi bir his" olarak tanımlar. Bu durumdaki kişiler kapı çalındığında, telefon sesi duyduklarında "kötü bir haber alacakları endişesi" yaşadıklarından söz ederler. Fizyolojik alanda ise şiddeti kişiden kişiye ve durumdan duruma değişen "çarpıntı, terleme, titreme, ağız kuruluğu, sık idrara çıkma hissi, ürperme, üşüme, uyuşma, karıncalanma vb öznel duyumlar" gerçekleşir. Çoğu zaman kişinin her iki alanda yaşadıkları birbirini tetikler ve bir kısır döngü oluşur. Kaygı yaşayan kişilerde yukarda sözü edilen fizyolojik tepkiler gelişir. Bu tepkileri yaşayan kişinin kaygısı daha da artar ve kısır döngü böylece sürer gider.
Anksiyete bazen sınav, iş görüşmesi, ilgi duyulan birine yapılan çıkma teklifi, uçak seyahati vb. (kişi tarafından tehlikeli, riskli veya tehdit edici bir unsur olarak algılanan) durumlar öncesinde olurken, bazen görünür hiç bir neden olmaksızın da (patolojik anksiyete) olabilir.
Anksiyeteyi açıklayan yaklaşımlar
Anksiyetenin psikolojik ve biyolojik alanda ortaya çıkan belirtileri olduğundan, nedenlerini de bu iki zeminde açıklamaya yönelik görüşler vardır. Psikolojik yönden başlıca üç kuram anksiyeteyi açıklamaya çalışmıştır. Psikoanalitik kuramın kurucusu Sigmund Freud anksiyeteyi önceleri ruhsal enerjinin artışına, sonradan da bilinçdışında bir tehlikenin varlığının algılanmasına bağlamıştır. Freud'a göre anksiyete kişide içsel bir çatışmanın sonucudur. Bu çatışmanın bir ayağını bilinçdışındaki cinsellik ya da saldırganlık dürtüleri diğer ayağını ise kişinin süperegosu oluşturur. Bu görüşe göre anksiyete bir anlamda kişinin süperegosunun, bilinçdışındaki kabul edilemez dürtülere karşı verdiği savaşımın bir sonucudur. Bilişsel davranışcı kuram anksiyeteyi öğrenme modeli ile açıklar. Buna göre anksiyete özgül çevresel uyaranlara karşı "genelleşmiş koşullu bir cevap" olarak ortaya çıkar. Örneğin metroda fenalaşan bir kişi tekrar fenalaşacağı korkusu ile metroyu kullanmak istemez. Giderek korkusu otobüs, uçak vb. taşıt araçlarına karşı da genellenir. Hatta market sinama vb. kalabalık yerleri de kendisi için tehlikeli bulabilir ve bu tür yerlerde de fenalaşacağı korkusu yaşar. Anksiyete çocukluktan itibaren ebeveynin olaylar ve durumlar karşısında verdiği tepkilerin gözlenmesi ve öğrenilmesi ile de gelişebilir (sosyal öğrenme). Bilişsel davranışcı kuram özetle anksiyeteyi kişinin gerçeği hatalı ya da çarpık algılaması ve değerlendirmesi sonucunda edindiği yanlış izlenimlere bağlı olarak ortaya çıkan abartılı ve gereksiz bir "tehdit ve tehlike beklentisi" olarak açıklama eğilimindedir. Varoluşcu kurama göre ise anksiyete kişinin yaşamı anlamsız bulması ve bunun sonucunda içine düştüğü "hiçlik" duygusuna bağlıdır.
Anksiyeteyi biyolojik yönden açıklayan kurama göre anksiyetenin biyolojik nedenleri vardır. Başta noradrenalin, serotonin ve GABA olmak üzere bazı nörotransmitterlerin anksiyete oluşumunda önemli rolleri vardır. Gerek hayvan deneylerinde, gerek insanlar üzerinde yapılan çalışmalarda bu kimyasallarla anksiyete arasındaki ilişki ortaya konmuştur. Örneğin panik bozukluklu hastalarda noradrenalin aktivitesini artıran kimyasallar belirtileri alevlendirirken, noradrenalin aktivitesinin azaltılması belirtileri yatıştırmaktadır. Benzer şekilde serotonin ve GABA sistemleri üzerinden etkinlik gösteren pek çok ilaç anksiyete bozukluklarının tedavisinde kullanılmaktadır. Gelişmiş beyin görüntüleme teknikleri ile yapılan çalışmalarda beynin bazı bölgelerinin anksiyete ile ilişkili olduğuna dair veriler elde edilmektedir.
Şizofreni:
Şizofreni süregen karakterli, ağır bir beyin bozukluğudur. Cinsiyet, ırk, kültür, coğrafi bölge, sosyal ve ekonomik farklılık göstermeksizin dünyanın her tarafında, nüfusun yaklaşık %1 kadarını etkiler. Bu oranı dikkate aldığımızda Türkiye'de yaklaşık 750 bin şizofreni hastası olduğu düşünülebilir. Genellikle geç ergenlik ve erken erişkinlik döneminde (15-25 yaş arası) başlar ve kişiyi yaşamı boyunca etkiler. Otuzlu hele de kırklı yaşlardan sonra başlaması son derecede nadirdir. Tipik olarak "remisyon ve relaps " dönemleri ile karakterize bir seyir gösterir. Bu özelliği ile yüksek tansiyon, şeker, astım, ülser, romatizma vb. diğer dahili hastalıklardan farklı değildir. Alevlenme dönemlerinin süresi genellikle birkaç hafta ile birkaç ay arasında değişir. Yirmili ve otuzlu yaşlardaki alevlenmeler oldukça ağır seyreder. Alevlenme dönemleri, (hasta tedavi edilsin ya da edilmesin) yatışma ile sonlanır. Ancak yatışma gerçekleştiğinde hasta alevlenme öncesi işlevsellik düzeyinin biraz daha altında bir işlevsellik düzeyine geriler. İşlev kaybının olabildiğince az olması için atakların iyi tedavi edilmesi ve yeni atak gelişiminin önlenmesi çok önemlidir. Bu nedenle alevlenmeler sırasında ve sonrasında yapılacak medikal ve psikolojik tedavilerle işlev kaybı minimalize edilmeye çalışılır. Hastalık ellili yaşlardan sonra her iki cinste de ılıman bir seyir göstermeye başlar. Alevlenmeler giderek daha seyrek ve daha hafif olur. Şizofreni, erkek hastalarda, kadınlara göre hem daha erken başlar hem de daha ağır seyreder.
Anksiyete bozuklukları, Şizofreni, Diğer Psikozlar hakkında genel bilgiler aşağıdaki linkten incelenebilir...
Prof. Dr. Ali Kemal Göğüş
Moderatör tarafında düzenlendi: