Bahar Gelmiş Memleketin Bahçesine Bağına

Halil Yılmaz

Admin
Yönetici
Katılım
May 19, 2010
Mesajlar
14,524
Tepkime Puanı
196
Puanları
63
Yaş
50
Küçük odanın penceresi hafif aralık kalmıştı. Yağmur damlalarının camdan akseden sesi doğal bir musiki oluşturuyordu sanki. “Âh, deli eder insanı şu yağmur sonrası toprak kokusu…” diyordu yatağında beyazlara bürünen ve derin hayallere dalan asırlık çınar. Alnının çizgilerinden yılların yorgunluğu taşıyordu. Senelerden beri nasırlı ayakları toprağa değmemişti. Toprağın buram buram kokusu burnunun direklerini sızlatıyordu.

Hiçbir şeyden çekmemişti yüksek tansiyondan çektiği kadar. Bir zamanlar sofrada ne bulsa silip süpüren anneannem, kaçamakları saymazsak, artık yağsız ve tuzsuz yemek zorundaydı. Ahşap yayıktan çıkan mis gibi köy tereyağıyla dostluğu bir anda bıçak gibi kesilmişti. Bir kâse tuzsuz çorbayla öğün atlatıyordu. Sadece yemeklerin değil, hayatın da tadı tuzu kalmamıştı. Üstüne üstlük her gün bir avuç ilaç almak zorundaydı. Aldığı ilaçların yan etkileriyle çoğu kere hâlden hâle giriyor, bir günü ötekine uymuyordu. Hayatın üzerine hüzün ve acı serpilmişti. Eşini gencecik yaşta kaybettikten sonra bir de bunları kaldırmak ona ağır geliyordu. Fakat hayatta her şey insanlar içindi. Kendisinden yukarıdakilere bakıp mutsuz olmaktansa, aşağıdakilere bakarak muhasebe yapmak daha akılcı bir davranıştı.

Beterin de beteri vardı. O, bunu bir gece yarısı fark etti. Tansiyonu vücudunu, yaramaz bir çocuğun meyveli bir ağacı silkemesi gibi silkeliyordu. Anneannem renkten renge giriyordu. O günden sonra vücudunun bir tarafına hüküm geçiremez olmuştu. Eli eli, ayağı ayağı değildi. Kaskatı kesilmişti sol tarafı. Doktorların dediğine göre beyni besleyen kan damarlarındaki akış kesintiye uğramıştı. Kalpten fırlayan pıhtılar beyni besleyen damarların tıkanmasına sebep olmuştu. Tıpta buna iskemik felç diyorlarmış. Adı ne olursa olsun bu illet, onun mütevazı hayatına pusu kurmuş, düzenini altüst etmişti. Sadece beyne kan akışı değil, yüreğine mutluluk akışı da kesilmişti. Gamzelerindeki tebessümlerin yerinde yeller esiyordu.

Daha yakın bir zamana kadar toprakla dost yaşamıştı. Eli ayağına yetiyordu. Kimseye muhtaç değildi. Sabahleyin çıktığı derme çatma kerpiçten eve akşam neşeyle dönüyordu. 24 saati 24 bine bölüyor, çoğalttıkça çoğaltıyordu. Yarınlara dair umutları muhkem kaleler gibiydi. Yaşama dört elle sarılmıştı. Sert geçen kara kışlarda bile yüreği gül yüzlü bahardı.

On yıl evvel yüksek tansiyona bağlı olarak geçirdiği felç, hayatını karartmıştı. Bir zamanlar günün yarısını köydeki bağında, bahçesinde geçiren Satı Kadın artık tek başına ihtiyaçlarını göremez hâle düşmüştü. Çok sevdiği köyünden, kerpiç evinden ve onu hayata bağlayan hatıralarından ayrı kalacaktı. Hayatta tek evladı, kızı vardı. O da köyden çok uzakta, şehirde oturuyordu. Bundan sonra hayata onun yanında devam etmek mecburiyetindeydi.

Felçle hayatı karardıktan sonra şehre gidip gitmeme konusunda çok düşünmüştü. Fakat bu hâliyle ihtiyaçlarını göremezdi. Birileri ona el vermeliydi. Ama çok zordu yaşlı bir insanı toprağından ve hatıralarından koparmak… Bu durum ruhuna ağır geliyordu. Bu yükü taşımakta güçlük çekiyordu. Çok kere yanındakileri görmüyor, söylediklerini duymuyordu. Kendi dünyasında ağır zemheriler geçiriyor, fırtınalara karşı ayakta kalma savaşı veriyordu.
Şehre indiğinde beş katlı bir binanın en üst katında yaşamaya başlamıştı. Evin küçük bir odasını ona ayırmışlardı. Odanın küçük penceresindeki perdeyi aralar, karşıdaki yemyeşil bahçeyi seyreder, bu bahçe onun köye dair arzularını depreştirirdi. Burası onun için minyatür bir köydü. O minik bahçede çalışanları gördükçe eski günlerini yâd ederdi. Bugünden düne açtığı o siyah beyaz düş koridorlarında, sıkışıp kalmadığı demlerde, koşar adım ilerlerdi.

Toprakla ve uçsuz bucaksız göklerle dostça yaşadığı yıllarda, göklerin mavisi içine doluyordu. Özgürlüğü en büyük servetiydi. Oysa şimdi dört duvar arasında zaman öldüren bîçare durumuna düşmüştü. Dost denilenler de yarı yolda bırakmıştı onu. Zaman onu sanki bir büyük uçuruma sürüklüyordu. Kendine sahip çıkan bir kızının olması, hayattaki tek şansıydı.
Uzun ve çileli bir tedavi süreci kendisini bekliyordu. Taşlı bir zeminde menzili belli olmayan uzun bir yolculuğa çıkmış gibiydi. Hastane koridorlarında sakat arabasına mahkûm, bir o yana, bir bu yana sürülüyordu. Arabanın dümeninde onu kötürüm eden kara yazgısı vardı. Köyünden kopmuş, beton duvarlar arasında sıkışıp kalmıştı. İlaç kokuları da cabasıydı.

Uzun yıllar fizik tedavi görmüştü. Hastaneler yeni yuvası olmuştu. Hastaneye gidip gelmeleri ayrı bir işkenceye dönüşüyordu. Çünkü ulaşım vasıtaları onun gibi engelliler düşünülerek tasarlanmamıştı. Tekerlekli sandalyesi kaldırımlardan inip çıkarken zorlanıyordu. Bunları düşünmek için belediye başkanının sakat olması gerekmezdi; ama şehri tasarlayanlar ne yazık ki bu küçük; ama hayatî ayrıntıları akıl edememişlerdi. Bu bir utanç tablosuydu.
Anneannem onca sağlık kurumlarına gidip gelmesine rağmen eski sağlığına bir türlü kavuşamamıştı. İyileşmek için başvurmadığı yol kalmamıştı. Fakat bedeni onun isteklerine cevap vermez olmuştu. Sağlığı düzelecek yerde, gün geçtikçe daha da bozuluyordu.

Şimdi o küçük dünyasında yapayalnızdı. Başını hatıraların penceresinden sarkıtarak bakıyordu hayata. Gözlerinin ışığı sönmüştü. Bir zamanlar ruhunun derinliklerinde yanan ateşin külleri kalmıştı geriye. Karanlık dünyasını aydınlatacak bir umut ışığından yoksundu.

Bedenini sarıp sarmalayan yatak ve yorgan, onun tek sadık yoldaşlarıydı artık. En çıkmazda olduğu zamanlarda onlara sokuluyor, gözyaşlarını ve iç sıkıntılarını onlarla paylaşıyordu. Çok kere gözlerini duvarda asılı duran siyah beyaz fotoğrafa dikiyor, hatıralar gözünün önünden akıp gidiyordu. Acıları, ümitleri, hayalleri, hayal kırıklıkları, o doyumsuz gençliği sanki resmigeçit yapıyordu önünde. O resimde hayatının gayesi ve mutluluklarının sebebi olan küçük dev adam, masum gözlerle onu inceden inceye süzüyor gibiydi.

Hayatının ilk ve tek büyük aşkıydı Mehmet. Ona teslim etmişti gül kokulu gençliğini. O ki tarifi imkânsız mutlulukların tepelerinde dolaştırmıştı onu. Fakat acelesi varmışçasına ne de çabuk göçmüştü iki kişilik sade hayatından. Rüyalar nasıl kısa sürerse, onların bir noktaya bin nokta sığdırırcasına yaşadıkları da bir rüya misali kısa sürmüştü. Rüyadan uyandığında kötürüm bir bedenle baş başa kalmıştı. Ona biricik eşi değil, bir zamanlar dört elle sarıldığı hayat ihanet etmişti. Hayat onu üzüntü ve yalnızlıklar dehlizine mahkûm etmişti. Kahrolmuştu, perişandı. Adeta eli ayağı koparılmıştı bedeninden. Hayat anlamını yitirmişti.

Gözlerinin yeşilini tabiattan alan anneannem, şehirde yaşayacak kadın değildi. O şimdi altın kafese koyulan bir bülbülü andırıyor, ‘ille de vatanım, köyüm de köyüm’ diyordu. Çok şükür ki evimizin karşısında boş bir arsa yeri vardı. Burada ekin ekiliyor, erik ağaçları boy veriyordu. Burası onun bir çeşit minyatür köyüydü. Oraya bakarak kendisini köyde hayal eder, bir çeşit teselli bulurdu. Orası da olmasa onu bu dört duvar arasında kimse tutamazdı…

Hayat kendi yatağında akıp giderken bir sabah, motorun kulakları tırmalayan tiz sesiyle uyandık. Günün bu erken saatlerinde bu motor sesi de neyin nesiydi? Ses çok yakınımızdan geliyordu. Acaba karşıki komşular kış hazırlığı mı yapıyorlardı? Sorular zihnimde uzun bir koridor oluşturmuştu ki dayanamadım yatağımdan kalktım. Kısa boylu, iri göbekli bir adam; bize mevsimlerden haber veren, mahallenin tek yeşil alanı olan bahçede kelimenin tam anlamıyla katliam yapıyordu. Bahçedeki erik ve karayemiş ağaçları vurgun yemiş, yerde upuzun yatıyordu. Pencerenin yakınında yatan anneannem “Neler oluyor, o ses de neyin nesi?” diye soruyordu. Gözleri fal taşı gibi açılmıştı, sağ eli hafiften titriyordu.

“Mahallemizdeki son ağaçlar da kesiliyor?” diyemezdim ona. O, tedirgin bir ses tonuyla sorularına yenilerini ekleyerek bir zincir gibi boynuma doluyordu. Nasıl cevap verirdim ona. On sene evvel yıkılan dünyasını bir de ben yerle bir edemezdim.

Anneannemin en sıkıntılı zamanlarında sureti gönül aynasına düşen erik ağaçlarının yerine betonarme binalar dikilecekti besbelli. Şehirde baharın son izleri de silinecekti. Artık baharın gelip gelmediğini köydekilere telefon ederek, ya da takvim yapraklarına bakarak öğrenecektik. Zira şehirde mevsimlerin birbirinden farkı yoktu. Yerde toprak karası görmek, etrafta yeşil adına bir şeye rastlamak nadirattandı. Masmavi göklerin altında betonun ruhları preslercesine sıkıştırdığı bir hayatın yarı gönüllü, yarı zorunlu mahkûmlarıydık.

Ertesi gün yine sabahın ilk ışıklarıyla birlikte azgın bir canavarı andıran makineler mesaiye başlamıştı. Bahçenin bitişiğindeki kerpiç evin duvarları yıkıldıkça göğe yükselen topraktan dolayı göz gözü görmüyordu. Perdenin aralığından tedirgin bakışlarla bu manzarayı seyreden anneannem, ruhunun derinlerine dalıyor, zaman sanki bir film şeridi gibi gözlerinin önünden geçiyordu. Zira o yeşil alan, onun şehirdeki tek sırdaşı ve sığınağıydı.

Anneannem gördükleri karşısında şaşkına dönmüş, ruhuna büyük bir karanlık çökmüştü. Sanki kendi bahçesindeki bir ağacı kesilmiş gibi iyiden iyiye üzülmüş, kahrolmuştu. Gözlerinden süzülen hüzün kırıntıları bir ilkyaz yağmuru misali kuru bir yaprağa dönen ruhunu ıslatmıştı. Kendini yalnız ve bîçare görüyordu.

Anneannemin sabahleyin erkenden kalkmak için saat kurduğunu ne görmüş, ne de duymuştum. Kuşluk vakti evimizin karşısındaki bahçede birbirine nispet edercesine öten kuşlar onu uyandırmak için yetiyordu. O da bu sesler arasında yorganını üzerinden atar, yüzünü pencereye döner, perdeyi aralar; dışarıdaki kuşları, kelebekleri seyrederdi.
Şehrin tek yeşil alanı Hüseyin Efendi’nin gözü gibi koruduğu, kat karşılığı onca isteyeni olmasına rağmen vermemek için direndiği bu güzel bahçeydi. Son nefesini verdiğinde oğulları ve torunları timsah gözyaşları dökmüş, adamın toprağı henüz kurumadan şehrin bu tek yeşil alanını ısrarla isteyen müteahhitle sıkı bir pazarlığa girişmişlerdi. Altmış dairelik bu binadan kendilerine yüzde kırk pay düşecekti. Bu da yirmi dört daire demekti. Kardeşlerin her birine dört daire düşüyordu. Böyle bir durumda yeşili kim düşünürdü?
Anneannemin kederi yüzünden okunuyordu. Artık sabahları kuş sesleriyle değil, inşaatta çalışanların çıkardığı metalik homurtularla uyanıyordu. Canavar kesilen makinelerin seslerinden ezanı bile duymakta zorlanıyordu. Kuşlar da küsmüştü şehrin tek yeşil alanını yerle bir edenlere. Artık onlar da uğramıyordu bu izbe mahalleye. Ömrü boyunca saat nedir bilmeyen anneannem artık sabah namazına uyanmak için saat kuruyordu.
Geçen onca yıllar Satı Kadın’ı iyiden iyiye yıpratmıştı. O artık kendini bu dünyada bir yabancı gibi görüyordu. Gülüp eğlendiklerinin, hayatı paylaştıklarının çoğu öteki taraftaydı. Ötelerin kendisini çağırdığını hissediyor, bu kutlu çağrıya kulak kesiliyordu.

Kalbini dağlayan hicran, hayatla olan güçlü bağlarını iyice zayıflatmıştı. Ömrün ikindisini yaşadığını hissediyordu. Gün ufukta tükeniyordu biteviye. Akşama ramak kalmıştı. Yitiğini bulmak içindi bütün gayretleri. Bir rüyadan arda kalan hüzünle sanki bir kâbus içinde gezinip duruyordu. Aherlenmiş bir hüznün eli biriken gözyaşlarını siliyordu; fakat sonu gelmiyordu hüzün şebnemlerinin. İçindeki yeşillikler kuruyordu pervasızca.

Bu hayatı tersinden de, düzünden de okusan aynı neticeyi veriyordu: Hüsran, hüsran, hüsran!... Eski günlere dönmek, şimdilerde gözyaşları biriken gamzelerine gül kokulu tebessümler ekmek, mumdan gemileri ateş denizlerinde yüzdürmek kadar çetindi.

Anneannem bir devrin canlı şahidiydi. Nice sıkıntılı zamanları öğütmüştü gönül değirmeninde; nice badireler atlatmıştı. Onun masallarıyla büyümüştüm. O bana hep analı kızlı masallar anlatırdı. Bu, annesini hiç hatırlamayışından mı kaynaklanıyordu? Kim bilir?

Hayata onun penceresinden bakmıştım. Hayatın bütün renklerini taşıyan uçurtmamı onun gök boşluğunda uçurmuştum. O, bütün engellerine rağmen hayata sımsıkı sarılmıştı. İçinde fırtınalar birbirini kovalasa da o bize hep sakin bir liman olarak görünürdü. Aslında en büyük engel, zihnimizi çepeçevre kuşatan, bize çaresizliği fısıldayan kötümser duygulardı.

Soğuk ve rüzgârlı bir havada ayaz iliklere işliyordu. Rüzgâr camlara çarparak maveradan sesler taşıyordu yetim hanemize. Ay, gecenin gök boşluğunda asılı duran isli bir lambayı andırıyordu. Yıldızlar bulutların arasında bir beliriyor, bir kayboluyordu. Yılların yorgunluğu anneannemin gözlerinden yansıyordu. Bakışları bitmeye yüz tutmuş bir lambanın alevi gibi titrekti. Yüzü sapsarı kesilmişti. O geceyi ateş içinde ve titremelerle geçirmişti. Ölümün soğuk nefesini ensesinde hissediyordu. Yokuş yukarı çıkar gibi dik nefesti.

Sabahleyin kalktığımızda hayat, kepenklerini babaannemin o yemyeşil gözlerinin üzerine bir daha açılmamak üzere kapatmıştı. Şimdi pembe boyalı odasının duvarında asılı duran resmi, yaşadığının sanki tek deliliydi. Kafesteki kuş, zincirlerini kırmış, özgürlüğüne kavuşmuştu. Engellerle boğuşan can, engelleri geride bırakmış, ufkun ötesine uçmuştu.
Anneannemle ben bir elmanın iki yarısı gibiydik. Ona dair hatıralar gözlerimin önünde resmigeçit yapıyordu. İçimin vahaları bozkıra dönmüştü. Kader, çanağımıza ağı doğramıştı. Zamanın zehirli okları yüreğime saplanmıştı. Bir başıma boşlukta yürüdüğümü hissediyordum. Onun yokluğunda yalnızlık üzerime abanıyor, kemiklerimi tenime saplıyordu.


Öykü Yazarının Adı, Soyadı: Nihat MALKOÇ

NİHAT MALKOÇ(Kısa Biyografi)
1970’te Trabzon’un Köprübaşı ilçesinde doğdu. Güneşli Köyü İlkokulu’nu, Köprübaşı Ortaokulu’nu ve Köprübaşı Lisesi’ni bitirdi. Liseden sonra KTÜ Fatih Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmenliği Bölümünü kazandı. 1992’de adı geçen okuldan mezun oldu. 02 Aralık 1992’de ilk görev yeri olan Gümüşhane Lisesi’ne Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni olarak atandı. 1994 yılında vatanî görevini İstanbul’da Kara Kuvvetleri Lisan Okulu’nda öğretmen olarak yaptı. Sonra Akçaabat Anadolu İmam-Hatip Lisesi’ne tayin edildi. 2000 yılında Milli Eğitim Bakanlığı tarafından Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni sıfatıyla Türkmenistan’ın başkenti Aşkabat’a gönderildi. Türkmenistan’dan döndükten sonra Derecik İlköğretim Okulu’nda iki yıl Türkçe Öğretmenliği yaptı. Yedi yıldan beri Trabzon Fen Lisesi’nde çalışmaya devam etmektedir. Evlidir; iki kızı, bir oğlu var.
 
Tekerlekli Sandalye
Üst