Bir Damla Yaşam

Halil Yılmaz

Admin
Yönetici
Katılım
May 19, 2010
Mesajlar
14,522
Tepkime Puanı
193
Puanları
63
Yaş
50
Akşam karanlığı çökerken eve dönen insanların telaşlı kalabalığı, satıcıların bağırışları Sakarya meydanını daha da hareketlendirmişti. Ankara buluşmalarımızdan bir günü daha geride bırakmış eve dönmek üzereydik. Kızılay meydanındaki kitapçının önüne geldiğimizde kardeşim ‘bir kitap almam gerekli siz isterseniz burada bekleyin hemen alıp geliyorum’ diyerek kitapçıya girdi. Biz kapının önünde beklerken Damla da arkasından ‘ben de.. ben de..’ diyerek içeriye girdi. Umursamadık nasıl olsa kapının önündeyiz diye düşündük. Hem sohbet ediyor hem Ankara'nın telaşlı akşamını seyrediyorduk. Özlemiştim Ankara'yı, burada geçen üniversite yıllarımı. Hem çok güzel hem de acı hatıralarla dolu beş koskoca yıl. Hacettepe -Beytepe arasında geçen beş yıla neler sığdırmıştık, en güzel arkadaşlıklar, en güzel aşklar, en acı kayıplar. Büyümüş, olgunlaşmış, gençliği kayıp insanlardık adeta. Ankara benim için sadece 1975-1980 yılları demekti aslında. Dalgın dalgın bakarken kardeşim işini bitirip yanımıza gelmişti. Yanında Damla yoktu. Onun da içeri girdiğini söyleyince tekrar Damlayı almak için içeri girdi. Döndüğünde telaşla ‘içeride yok’ dedi. ‘Dışarı çıkmadığından emin misiniz?’ deyince korkuyla birbirimize baktık. Acaba fark etmemiş olabilir miydik ? Damla henüz 6 yaşlarındaydı. Olduğundan daha küçük gösteriyordu. Başımdan kaynar sular döküldü sanki. Kalbim sıkışarak dehşetle Kızılaydaki insan seline baktım. Ya görmediysek! Bir de ben bakayım belki görmemiştir, kitapçı oldukça büyük ve kalabalık düşüncesiyle hızla içeriye daldım. Rafların aralarına her yere baktım, yoktu! Kitapçı çocuğa anlattım durumu, o da ‘alt katımız da var oraya inmiş olabilir bir de oraya bakın’ deyince büyük bir oh çekerek hızla aşağıya indim.

Burası da oldukça büyüktü, adeta kütüphane gibi birkaç sıra rafla koridorlar oluşmuştu. Her yere yine telaşla baktım ama kimseyi göremedim. Kardeşim de aşağı katın varlığını öğrenmiş yanıma geldi. ‘Yok mu?’ deyince görevli çocuk ‘ne arıyordunuz yardımcı olayım’ dedi. Durumu anlatınca ‘şurada tuvalet var oraya biri girmişti bir bakın’ deyince hızla tuvaletin kapısına yöneldik. Kapıyı çalıyoruz ama ses yok. Tekrar tekrar çaldık cevap yok. Kapının kolunu açmaya çalıştığımızda kapı açılmadı. Belli ki içeride biri var. Kardeşim: ‘Damla kızım benim aç kapıyı orda mısın?Damla haydi kızım aç kapıyı ’. Bir süre sonra ‘a! evet! tamam!’ diye Damla’ nın sesini duyduğumda hıçkıra hıçkıra ağlıyordum. Down sendromlu bir çocuk annesi olmak ne kadar zordu. Bir an bile gözünüzü ayıramayacağınız hiç büyümeyecek hep çocuk kalacak bir çocuğunuz olması büyük zorluklara göğüs germek demekti.. Down sendromu neydi? O güne kadar hiç duymamıştım. Ta ki klasik hale gelen sömestr tatili İstanbul buluşmalarımızda kardeşim söyleyinceye kadar. Damla'nın doğduğunu öğrenir öğrenmez İzmir'den Ankara’ya büyük bir sevinç ve merakla gitmiştim. Bir oğlundan sonra kızının olması ne güzeldi. Çok tatlı, minicik, yassı burunlu, mini mini küt parmaklı elleri olan bebek annesini çok sevindirmişe benzemiyordu. Lohusalık sendromları deyip üstünde çok durmadık. Ağlamayan bir bebekti, ne güzel çok da uslu diye geçirdim içimden..

Uyandığında ortalığı yırtan bebeklere benzemiyordu. Bir kaç gün kalıp İzmir'e döndüm. Yeniden buluştuğumuzda Damla neredeyse bir yaşına geliyordu.tüm kardeşler farklı şehirlerde olduğumuzdan sadece tatillerde bir araya gelebiliyorduk. Kavuşmanın sevinciyle hep yaptığımız gibi İstanbul turlarımıza başladık. Alışverişler, nostaljiler özlediğimiz her şeyi doyasıya yaşamak istiyorduk. Ağabeyim gün boyu bizi gezdirmiş neşe, sohbet içinde eve dönüyorduk. Eve çok yakın bir benzincide benzin almak için durmuş ağabeyimi bekliyorduk ki kardeşim aniden ağlamaya başladı. Hayretle ‘ne oldu şimdi her şey bu kadar güzelken’ dedim. Hepimiz şaşırmıştık. Kardeşim ağlamasını sürdürerek ‘Damla hasta!’ dedi. Merakımız, şaşkınlığımız daha da artmıştı... ‘Neyi var, ne oldu?’ sorularını peşpeşe sıralarken açıklama da bekliyorduk. Kardeşim bir yıllık birikimini, akıtamadığı gözyaşlarını daha fazla tutamamış, anlatmaya başlamıştı... Down sendromuyla o gün yüzleşmiş öğrenebileceğimiz ne varsa araştırmış, okumuştuk. Nedenler? niçinler? nasıl olurlar? Kafamda köşe kapmaca oynuyorlardı adeta. Ne doğum hatası , ne yanlış ilaç kullanımı, ne akraba evliliği, ne de ihmal. Olmuştu işte. Kabullenmek kadar ne söyleyeceğini bilememek de bir o kadar zordu.

Doktorların önerisiyle bir yıllık süreçte bizlere söylenmemişti. Oysa ben keşke bizimle paylaşsaydı daha az üzülürdü diye düşündüm hep. Hastalığı öğrendikçe daha da umutsuz olmuştuk. Çok yaşamayan bebekler oldukları, kalbin çoğunda delik olduğu, enfeksiyonlara çok açık oldukları, belirli yaş aralıklarında ölüm riskleri olduğu gerçekleri tüm tadımızı kaçırmıştı. Damla’nın da kalbinde delik vardı. Zor bir süreç artık bizim için de başlamıştı. Hasta olmaması için büyük bir özenle büyütülüyordu. Aile hatta sülale seferber olmuştu. Babaannesi, halası bir an bile yanından ayrılmayıp kendilerini ona adamışlardı. Kalbindeki delik kapanmış korku dolu bekleyişler bitmiş. Ailenin göz bebeği Damla’mız normal ilkokula bile gitmeye başlamıştı. Babası saatlerce Damla’nın eğitimiyle, sağlık sorunlarıyla bıkmadan sabırla ilgileniyordu. Damla’mız tatlı mı tatlı kocaman bir kız olmaya başlamıştı. Eve misafir geldiğinde çok seviniyordu. Ya da ona bir hediye aldığınızı söylediğinizde. Kardeşimle bir çarşı dönüşü eve geldiğimizde ‘Eyvah! Damla’ya çikolata almayı unuttum.’ deyince kardeşim elindeki sütü verip al sana bunu aldım dersin dedi. Dediğini yaptım bak sana ne aldım deyince ellerini çırparak nasıl sevindi görmeliydiniz. İster istemez ‘Hey Allah’ım!’ dedim. Dünya para verdiğimiz hediyelerle memnun edemediğimiz çocukları düşünüp. Zorlu eğitim, sağlıkla ilgili sorunlar geride kalmış, Damla’mız 11 yaşına gelmişti. Mahallenin öğretmeninin göz bebeğiydi. Tatillerde buluştuğumuzda gelişmeleri gözlemliyor telefonlaşarak haberleşiyorduk. O gün spor salonuna gitmek için tam evden çıkmak üzereydim telefon çaldı. Arayan Ankara’ da tıp fakültesinde okuyan yeğenimdi: ‘Teyzeciğim, Damla çok hasta gelseniz çok iyi olur.’ dedi. Bir anda gözlerim karardı ‘Nasıl yani?’ diyebildim sadece. Eşim öğrenmiş, Damla su çiçeği çıkarmış. Gece hastaneye götürmüşler, röntgenler çekilmiş, tahliller yapılmış, ilaçlar verilmiş ve eve gönderilmiş.

Çocuk sabaha doğru daha kötü olunca babası aldığı gibi tekrar hastaneye getirmiş. Önceki filmlerde temiz olan akciğerler şimdi görünmez hale gelmiş hastalık zatürreye çevirmiş. Yoğun bakımdaymış iki kere kalbi durmuş tekrar çalıştırmışlar. Büyük bir üzüntüyle hemen Ankara’ya hareket ettik. Akşam saatlerinde hastaneye ulaştık. Kardeşim, eşi perişan Damla’nın yanıbaşındalardı. İstanbul’dan ağabeyim, yengem de gelmişlerdi. Duyan geliyordu yakın uzak demeden. Bekleme odasında sarılıp ağlaştık. Bir an önce Damla’mı görmeliydim. Yeğenimin aynı hastanede olması sayesinde yoğun bakım odasına girebilmiştim. Damlacığım bir sürü cihaza bağlı hareketsiz yatıyordu. Beni görünce ‘zıp zıp teze teze’ diye zıplayan canım başka bir dünyadaydı sanki... Ellerini, ayaklarını öptüm sessizce gözyaşları içinde. Zaman durmuştu sanki. Onu son görüşüm müydü acaba. Kendime geldiğimde üzgün gözlerle bana bakan yabancı refakatçi kadınlarla gözgöze geldim. Sadece gözlerin konuştuğu sözcüklerin olmadığı anlardı. Bekleme salonuna geçmeden önce kardeşimle eşinin yanına nöbetçi doktor odasına gittim. İkisi de bitkindiler. Konuşacak çok fazla şeyimiz yoktu. Sadece bekliyorduk. Bekleme odasına geçtim. Sadece tatillerde görüşebildiğimiz ağabeyim yengem ile konuşup dertleşmeye başladık.

Zaman hiç geçmiyordu sanki. Ara sıra doktor adayı yeğenim haber getiriyor son durum bilgilerini alıyorduk. Tüm hocaları arkadaşları seferber olmuş ellerinden geleni yapıyorlardı. Masamızın tam karşısı asansör çıkışıydı. Gelen gideni rahatça görebiliyorduk. Vakit geceyarısını çoktan geçmişti. Yengemle konuşuyorduk yengem aniden buz kesildi sabit gözlerle asansöre doğru bakıyordu. Yüzü bembeyaz bana ‘Gördün mü bak asansörden Sabriye teyze çıktı.’ dedi. Sabriye teyze Damla’nın babaannesiydi. 2 yıl öncesinde ölünceye kadar Damla’ya hep o bakmış, ilgilenmişti. Onu canı gibi sevmişti ve hep üzülmüştü Damla için. ‘Bana bir şey olursa ne yapar Damlacığım’ diye hayıflanmıştı. Ben kimseyi görmemiştim. Kapı da açılmamıştı. Ama yengem gözlerini ayıramıyordu. Bana dönüp ‘Bak Damla’nın o tarafa yoğun bakım odasına doğru gidiyor.’ dedi. Ben yorgun ve üzüntüyle hayal gördüğü kanısıyla onu rahatlatmak için ‘Haydi biz de gidip bakalım’ dedim. Biz o tarafa yöneldiğimizde koşuşturma sesleri duyduk. Kardeşimle, eşi Damla’nın yanından çıkarılmış, nöbetçi doktorlar Damla’nın yanında telaşla, çaresizlikle yapılan son çabalar,son çırpınışlar sonuç vermemişti. Birden her şey susmuştu.

Koşuşmalar, alarmlar durmuştu. Büyük bir sessizliği yırtan bir çığlık kalmıştı kulaklarımda. Damlacığımız elimizden bir su damlası gibi kaymış, babaannesiyle gitmişti...
Onlar birbirinin aynı olan çocuklardı. Sadece seven zarar vermeyen bizim bakış açımızı değiştiren bir fazlası olan çocuklar. Hangi down sendromlu çocuğa baksam Damlayı görürüm...


ADI SOYADI: ÜLFET AKAY

ÖZGEÇMİŞ:
20.11.1957 Bursa doğumluyum.İzmir’de yaşıyorum.Evliyim, 2 çocuğum var. İzmir Kız Lisesi’nden Emekli Sanat Tarihi öğretmeniyim.
Bu Öykü’yü yazmaktaki amacım; Down Sendromlu çocuğu olan bir arkadaşımın kızı için gösterdiği inanılmaz çabasına destek olmak. Teşekkürler...
 

Gazoz Agacı

Moderatör
Moderatör
Katılım
Nis 23, 2012
Mesajlar
9,302
Tepkime Puanı
64
Puanları
48
Yaş
54
Onlar birbirinin aynı olan çocuklardı. Sadece seven zarar vermeyen bizim bakış açımızı değiştiren bir fazlası olan çocuklar.

ve Down Sendromlu da olsa başka bir engel durumu da olsa bu çocuklar bizim... hepimizin...bu dünyanın en masum melekleri sadece çocuklardır...ve bizler ne yazık ki onlar kadar masum değiliz...hiç birimiz...

Öyküyü yazmaktaki amacınız yani ince düşüncenizden dolayı teşekkür ederim...arkadaşınız gerçekten çok şanslı ki sizin gibi yüreği sevgi dolu bir dosta sahip...

Emeğinize sağlık,
 
Tekerlekli Sandalye
Üst