Bir işitme engellinin hayata bakışı

Halil Yılmaz

Admin
Yönetici
Katılım
May 19, 2010
Mesajlar
14,522
Tepkime Puanı
193
Puanları
63
Yaş
50
Rahat rahat kafamı sıraya gömüp uyumaya başladım. Açıkçası edebiyat öğretmeninin ne anlattığını pek umursamıyordum, derse yeni girmişti ve yoklama falan diyordu. İlgimi çekmediği kesin. Bende rahat bir şekilde dinlenmeye başladım, sayın hocamızı pek de ciddiye almayarak. Çünkü kulaklarımda %60 duyma sorunu var. Yaşasın. Evet, iyi duyamıyorum. Yani torpilliyim. İstediğim gibi davranabilirim.

Okuduğum lise şehrimin en iyi lisesiydi, yani öyle diyorlar. Ben pek katılmıyorum, buraya gelmeden önce; bende herkesle aynı düşüncedeydim. Yani insan en iyi lise denince, nedense seçkin insanların olacağı bir yer hayal ediyor. Fakat buradaki insanlar da herkes kadar aynı. Sadece benim gibi 'özürlü' insanlara yeni bir türmüş gibi bakmaktansa yok saymayı tercih ediyor çoğu. Bu da güzel. İnsanlar, benim gibi birinin, bu liseyi nasıl kazandığını hep çok merak ediyor, farkındayım. Ama sadece kulaklarımda sorun var, o da %60. Beynim ise normal yani. Herkes kadar. Belki çoğundan daha bile zekiyimdir. Kim bilir? Ana dönecek olursak, sıra arkadaşım, bana bağırmaya başladı. Burak her nedense benden kaçmıyordu. Ama o da farklı biriydi. Yani yaşamını engelleyen birkaç ufak sorunu yoktu tabi, kastım o değil. Sadece fazla arkadaş canlısı bir insan değil. Hep yalnız gezer, yemeklerini tek başına yer ve yanına biri gelince de ondan rahatsız olduğunu pekâlâ belli eder tipte bir insan. Beni de pek sevmiyor, bende onu pek sevmiyorum zaten. Sadece benimle konuşan tek insan. Bağırarak dedi ki; -bağırmasa duyamam zaten.- "Hoca senin adını söylüyor senin. Buradayım desene." Kafamı kaldırdım, gerçekten de bana bakıyordu. Sanırım sınıf arkadaşlarım beni işaret etmişti. Hoca bu defa hiddetle bağırarak "Duymuyor musun be adam? Buradayım demeyeni yok yazacağım dedim ya." Nasıl anladım hiddetle bağırdığını? Nasıl olacak? Bağırmasa duyamazdım. Hiddetlendiğini ise yüzüne bakarak söyledim. Sonra edebiyat öğretmenimiz Erdem Bey yumuşadı. Sonradan hatırladı sanırım benim kim olduğumu. Çünkü bu sınıfa yeni gelmiştim. 2. dönem. Çünkü E şubesinde artık beni tanımayan kalmamıştı. Öğretmenler ve öğrenciler. Bende aileme bildirip durumu B şubesine aldırtmıştım kendimi. Her neyse benim burada olduğum anlaşılınca sonunda Erdem Bey tarafından, kayıtsız bir şekilde eski konumumu aldım.

Derslerde müzik dinlemeye benim bile izinim yoktu. O kadar da değil. Ama her tenefüste hızla telefonumu ve kulaklıklarımı çıkartıyordum. Ne yapayım, sorunsuzca güzel bir şeyler duyabildiğim tek şey sanırım. Ara da müzik dinledim, ama tenefüs zili çalmış. Geometri öğretmeni Hakan Bey sınıfa gelmiş fakat fark edememiştim. Etmem de beklenemezdi zaten. Müzik dinleyerek soru çözüyordum. Hakan Bey bana hep komik gelirdi. Seneye üniversite sınavına girecek öğrencilerine bile zorla defter tutturuyor, kitap ve defterlerini yüzlemeleri için baskı yapıyordu. Ah tabi yine ben hariç. Tabi yinede Hakan Bey çok disiplinli bir insandı. Yurt dışında okumuş, iki de üniversite bitirmiş. Yani bana 'bile' fazla imtiyazı yoktu. Sinirle bir şekilde, elini kulağına götürdü, bir şeyler çıkartıyor gibi yapıyordu. Anladım anladım aptal değilim. Usulca kulaklıklarımı çıkarttım ve onu dinlemeye başladım. Yani dinliyor gözükmeye demeliyim. Ne yapalım herkesin sesi de kıymetli. 'Sınıfta bir öğrencinin kulakları az işittiği için bazı kurallara uymamasına göz yumulabilir ama onun için birazcık yüksek sesle konuşulamaz.' Aslında bu kadar yakınmam da normal değil. Çünkü sonuçta, 'beterin beteri vardır.' diye bir atalar sözü var. Ne bileyim, açıkçası beynimin normal olmasını, kulaklarımın az duyuyor olmasına tercih ediyordum. Ya da belden altımın felç olması. Ya da gözlerimin görmemesi. Örnekler çoğaltılabilir. Tabi öyle olan insanlara da, gerektiği gibi davranılmalı. Sadece biraz 'farklıyız.' Bu neden bu kadar büyütülüyor bilmiyorum. Yani şimdi klişe bir örnek olacak ama herkesin kulağı şu andaki duyma kapasitesinden %60 daha az duyuyor olsaydı ve sen şu an duyduğun gibi normal duyuyor olsaydın, bu defa sana demeyecekler miydi; "özürlü o." diye? Sanmıyorum. Gerçi belli de olmaz, belki seni üstün de görebilirlerdi. Aman, zor işler bunlar. Özen isteyen.

Geometriden de çabuk bıkmıştım. Aslında, keşke pandomim sevseydim. Neyse, Hakan Bey'in biraz imtiyazlarını zorlamak istedim. Vurdum kafayı sıraya. Hakan Hoca bir on dakika kadar sabretti ama sonunda benim de duyabileceğim kadar sesini arttırdı. "Efendi efendi! Kalksana. Hasta mısın evladım, git bir elini yüzünü yıka." Gülesim geldi ama duymuyormuş gibi yapmam gerekiyordu. Hiç çaktırmadan yatmaya devam ettim. Zaten dersin de sonuymuş, herkes bizi dinlediğinden sınıf sessizdi. Bende zilin çaldığını duydum kolayca. Hakan Bey hırsını alamamış bir şekilde gitti, iki kitabını eline aldı. Çıkarken hepimizin ayağa kalkmasını isterdi. Diyorum ya disiplinli(!). Ben bu adamı hiç sevmiyorum. Zorunda mıyım? Hayır. Ben 'farklı'yım. Ama bugün şımarığım. Hakan Bey tam kapıdan çıkarken bende kulaklıklarımla telefonumu çıkarıyorum. Çok sinirlendi ama o da benim kim biliyordu. Bir şey demedi. Benim yahu? Kulakları duymayan. İlkokulda nasıl da bozulurdum bu 'kulakları duymayan' lafına. Bir kere benim kulaklarım duymuyor değil, sadece normalden az duyuyor. Ama küçükken, kimse fazla düşünceli olmuyor. Her nedense herkes bana gıcık oluyordu. Sanırım ilkokul arkadaşlarımın gözünde gerçekten 'farklı' bir insandım. Yani ‘özürlü’ olmayıp beni ‘farklı’ kabul eden insanlar bir tek onlardı. Bende bir farklılık olduğunu garip bir şekilde sezinlemiş ve benimle bağıra bağıra konuşuyorlardı. "Hey sağır! " Bunu diyen çocuktan herkes korkardı. Eh bende tabi. Ben zaten çok zayıftım. O ise; şişman, irikıyım bir çocuktu. Hah, ben eğer özürlüysem sende şişmansın. Ne kadar çocukça düşünceler değil mi? Aradan neredeyse 7 yıl geçmişti ama her şeyi hatırlıyordum. Ya da unutamıyorum da denebilir. Her neyse, ders ingilizce. Bu kez saate bakarak, zilin kaçta çalacağına bakıyorum ki Sibel Hoca'nın da öfkesinden payımı almayım. Tabi zaten küçük bir pay ama alışık değilim. Sibel Öğretmen, iyi bir ingilizceci. Hacettepe İngiliz Dili ve Edebiyatı okumuş. O öğrencilerle ara ara 'yüksek sesle' konuşmayı sever. Yani alay edecekse. Yani onu her derste biraz biraz dinliyorum. Her neyse Sibel Öğretmen, diğer öğretmenlerden iyidir, çünkü onlar kızıyor. Sibel Hoca ise gülüp geçiyor. Tabi alayları biraz kırıcı olabiliyor. Yani bence. Benim normal olmadığımı en zor anlayan o oldu. B şubesi İngilizceyi pek sevmiyor, Sibel Öğretmen'in sorularına kimse cevap vermek istemiyor. O da soruları dağıtırken sınıf listesine bakıyor ve "1. Didem, 2. Mahmut, 3.Mehmet Ali..." deyip devam ediyordu. Yani öyle yapıyormuş. En sonunda bana açıklamıştı Burak. Bana ve Sibel Öğretmen'e. Çünkü ben hocanın dediklerini takip etmekte zorlanıyorum ve bana verilen soruyu kaçırıyorum ara sıra. O da, cevap verilmeyince kızıyor. Hep aynı kişi olunca sorusunu kaçıran kişi, bir gün çok şiddetli bağırdı. Evde kocasıyla falan kavga ettiği bir gündü sanırım. Yoksa o kadar bağırmazdı. Benim bile kulaklarımı ağrıtacak raddeye gelmişti sesi. Ne yapacağımı bilemedim. Gözlerimin dolduğunu hissediyordum ama cevap da veremiyordum. Dilim tutulmuştu sanki. Burak halimi anlamış "Önüne dön önüne." demişti bana. Önerisini sevinçle kabul ettim ve hep yaptığımı yaptım. Az duyan kulaklarımı kapattım ve Sibel Öğretmen'e özel durumum nakledildi..

Aslında herkesin ilgisini çekiyorum bu halimle. Özellikle işitme cihazım… Başta hiç kullanmak istememiştim, biliyordum başıma geleceklerimi. Ailem ne kadar ısrar etmişti ama. “Kullanmazsan ilerler evladım.” Annemler fazla ısrar edemedi, ilkokulda kullanmadım ve gerçekten ilerledi. Ortaokulda mecbur kalarak kullanmaya başladım. Ama o günden beri sesler yapay geliyor bana. Aslında pek de işe yaramıyor bence, yarasa normal duyardım değil mi? Nasıl bir şeyse, herhalde ilerlemeyi engelliyor. Dudak okumayı öğrenmemek için baya uğraştım. İstemiyorum. Ama işaret dilini öğrendim tabi. Benim işime yarayacağı için değil, benden kötü durumda olanlara yardım etmek için..

Benim milletimde “ateş düştüğü yeri yakar.” Denir. Öyle olmuyor işte. Olmamalı. Ama oluyor ne yazık ki. Bir askerimiz şehit düşüyor, sen üzülüyorsun. Lanetler ediyorsun. Sonra unutuyorsun. Gerçekten ateş düştüğü yeri yakıyor. Ya da bedensel engeli olan bir vatandaşın, kaldırımlar yüksek olduğu için kaldırıma çıkamıyor. Kaza geçiriyor yolun ortasında ilerlerken, ölüyor. Sen yine lanetler ediyorsun, desteklediğin alana göre. Ama aklına bir şey yapmak gelmiyor. Lanet edip geçiyorsun. Lanet ettin ya tamam. Görev tamam. Artık hiçbir bedensel engelli yoldan gitmeyecek ve kaza geçirip ölmeyecek. Her neyse, birileri daha düşünceli, okul açıyor, kurs açıyor, ‘Engelleri Topluma Kazandırma’ vs. Yapanları ayakta alkışlıyorsun “Bravo valla!” Bravo gerçekten. Düşünenlere bir şey demiyorum ama biraz eğitin kendinizi bu konuda. Gerçekten, ben neyse. Ben kendi gözümde gerçekten o kadar da ‘özürlü’ değilim. Ama senin gözünde öyle olanlara yardım et bir şekilde. Hayır kurs aç demiyorum, en azından insanları dışlama, inan yeter.



Elif Selin Aksoy

Kayseri’de Sami Yangın Anadolu Lisesi’nde okuyorum. 17 yaşındayım, lise 3. sınıfa gidiyorum. Sayısal öğrencisiyim. Daha önce, yine bu yıl, bir kısa yarışma öyküsüne katıldım ve ilk 50 derece listesine girebildim. Yazmayı ve okumayı severim.
 
Tekerlekli Sandalye
Üst