Bir Paradoks

Halil Yılmaz

Admin
Yönetici
Katılım
May 19, 2010
Mesajlar
14,522
Tepkime Puanı
193
Puanları
63
Yaş
50
Küçük, asmalarla bezeli, bir çay ocağında birkaç arkadaş toplanmış; hararetli bir şekilde tartışıyordu. Tartışmanın konusu “beden eksikliği insanı ne yönde etkiler” ve “insan nasıl bir varlıktır” dairesinde gidiyordu. Her kafadan bir ses çıkıyor biri diğerinin söylediğini anlamıyordu. Tartışma horoz dövüşünü andırıyor, belli belirsiz bir uğultu etrafı karıştırıyordu. Çevredekiler bu durumu anlamakta zorlanıyor, birbirlerine bakıyor ve nihayet bulmayan bu tartışmanın nasıl biteceğini meraklı gözlerle soruyorlardı.
Fikirler değil de konuşan yargılardı. Birinin ak dediğine diğeri kara diyor maksatsızlık ise tavan yapıyordu. Her kafadan çıkan sesler amacına ulaşmadan belirsiz daireler çiziyor konuşmayı görülmeyen bir bataklığa çekiyordu. Bu masa bir dost meclisi olması gerekirken iki düşman ülkenin diplomasi savaşının yapıldığı yeri andırıyordu. Taraflar çıkarlarını pay etmek telaşı ile birbirlerine amansız taarruzlarda bulunuyordu. Ortalıkta pirus hâkimiyeti dolanıyor ve artık bir şekilde bir sonuca ulaşılması gerekiyordu. Konuşma tıkanmış ilerlemiyordu.
Etrafın meraklı bakışları giderek yükseliyor, bu tartışmanın varacağı yeri kestirmeye çalışıyorlardı. Sıradan, basit bir diyalog etrafa yaydığı enerji ile adeta bir milli müsabaka olmuştu. Her iki tarafında taraftarları gitgide holiganca bakışlar savuruyor, kendilerine yakın olanın galibiyeti için araya laflar atıyorlardı. Ve genel kanaat “beden eksikliği karakteri olumsuz etkiler” di. İçlerinden birinin uzunca yorumu ise duruma başka bir boyut getiriyor ve beklide beklenen noktayı koyuyordu.
“Hayır, arkadaşlar sandığınız gibi değil. . . Gerçekten saygı duyulması gerekende var bu durumu çok güzel kullananda. Ben iki kişi tanıdım bunlardan biri özrünü kullanıyor diğeri ise gerçekten özrü yok saydırıyor, saygıyı hak ediyordu. Ekseriya insanların mayası böyle birilerini kullanmak için fırsat buldukları zaman bu fırsatı kaçırmıyorlar.
İlk tanıdığım kişi insanlıktan çıkmış dediğim Zeki’ydi. Zeki doğuştan sorunları ile gelmişti. Ailesi üzerine titriyor onun olmayan ayağı oluyorlardı. O ise bu durumu en ince ayrıntısına kadar kullanıyordu. Onu tanıdıkça aciz görünümlü insanlara hep önyargım oldu. Onların bu acizliği silah gibi kullanmaları beni deli etti. Onlardan tiksindim. Zeki benim görebileceğim her rolü yapmıştı. Diğer çocuklardan farklı oluşunu silah gibi kullanıp mahallenin neresinde bir durum olsa paçayı kurtarırdı. Bizle oyunlar oynar aklınca bizleri de sömürürdü. Bizler ise onun bu sömürüsünü anlar fakat durumuna merhamet ederdik o ise bunu kullanmaktan sıkılmazdı. İçimizde ayrıcalıklı davranırdık ama ona bu yetmez daha fazlasını istediğinden hiç bir şekilde fırsatı kaçırmazdı. Bu sebeple bende katı yargılar oluştu. Nerede yardıma muhtaç birini görsem katı yargılarım yüzünden kaçar oldum. Bir eksikliği olanı şeref yoksunu saydım. Onurunda problemi vardır diye düşündüm. Çünkü Zeki beni mahvetmişti. Sayesinde insanlardan tiksinir olmuş, güç aşığı biri haline gelmiştim. Güçlü olursam insanlar benden korkacak ve sömüremeyecekti. Zeki gibilere de bu şekilde haddini bildirecektim.
Sonradan anladım ki; onurla şerefle beden eksikliği farklı şeylerdir. İnsan bendenle değil ruhla vardır. İnsan; içinde her türlü sıfatın bulunduğu ve o sıfatlardan hangisini ortaya çıkaracağını yalnızca kendisi belirleyen bir kaptır. Öyle ki bu kabın içinde ne ararsanız vardır. Katilide iyi kalplisi de şefkatlisi de ne isterseniz. Bunu bir süreliğine çalışmak için gittiğim küçük bir sahil kasabasında öğrendim. Burada Arif adında, bizim akran, Zeki misali ayakları olmayan, adı gibi bir insandan öğrendim. Bu Arif Zeki’nin tam tersi bir adamdı. Birileri merhametle yaklaştığında onlara nazikçe “onun durumuna düşebilecekleri” anlatıp onlardan “gerekmeyen yerde” yardım istemezdi. İnsanların merhametlerini anlar saygı gösterirdi. Bunun karşılığı olarak da saygı duyulan bir kişiydi. Bilgisi ve duruşu ile bizlere insanlığın farklı bir şey olduğunu anlatırdı. Bedenin önemsiz bir ayrıntı olduğunu hal dili ile vurgulardı. Gerçi bizler bunu sayesinde hissederdik. Onun karşısında acizliğimizi görüp dünyanın bu yaman çelişkisine şaşar kalırdık. Onur ve şeref kelimelerini anlamlandırmaya çalışırdık.
Sorsanız bana: onur ve şeref kelimeleri nedir? Bunu Arif’ten başkası karşılamazdı. Çorak tarlalar gibi bunaldığımız yerde Arif’in bir gülümsemesi ilaç olurdu. O beden olarak eksik olmanın önemli olmadığını anlamış, önemli olanın kendini geliştirmek ve insanlara faydalı olmanın bir yolunu bulmak olduğunu görmüştü. En önemlisi de buna göre yaşayan bir adamdı. Tanıdığım hiç kimseye benzemiyordu. Her hali bir öğüt her lafı bir ibretti. Onun sayesinde kalıplarımdan kurtulup insanlığın nasıl bir şey olduğunu anladım. Benim kabımdan neleri çıkarmam gerektiğini öğrendim. O küçük kasabadan ayrılınca kafamda kıyaslar yapmaya başladım.
Zeki ve Arif…
Bu ikisini kıyasladığımda insanlık onur gibi kavramlar başka bir şey, acizlik başka bir şey bunu öğreniyorum. Arif kalıplarımı kıran bir meşale iken zeki insanın nerelere kadar aşağılaşacağını anlatması bakımından ilginçti. Artık öğrendim ki insan vücudun durumu ile değil kendini ifadesi ile vardır. Bilgi kültür ve ahlak bedenden daha ileridedir. Beden bunlara bakıldığında önemini kaybediyor. Fikir ise çürüyen bedene inat yüzyıllar boyu yaşıyor. Yani arkadaşlar fikriniz varsa ve bunu kullanarak yaşıyorsanız bedeniniz ne halde olursa olsun büyük adamsınız ama fikriniz yoksa bedeniniz ne kadar güzel olsa da sağlıklı olsa da bir hiçsiniz. Özür denilen durum bence fikir yoksunluğudur. . .”
Bu yorumun ardından orada bulunanlar derin düşüncelere dalmış farklı âlemlere gitmişlerdi. Az önce hararetli konuşan, birbirlerine girmek üzere olan bu kişiler arkadaşına hak vermişlerdi. Verdiği iki uç örnekle ne demek istediğini kavramış algı ve bedenin farklı olduğunun ayrımına varmışlardı. Yaşam denilen mucizenin aslında kabından neyi çıkardığınla alakalı olduğunu görmüşlerdi. Evet, tam olarak buydu. Beden eksikliği birçok yönden insanı etkilerdi olumsuz bakmasını sağlardı ama bir başka yönden de onun erkenden görmesini sağlar, hayat denilen yolu sağlıklı olanlara göre birkaç basamak ilerlemiş olarak alırdı. İşte tam bu nokta kısır bir döngünün içine giriliyordu. Bedenin bu durumu eksiklik mi, lütuf mu? Bu paradoksu galiba çözebilecek yoktu.

Ad: Engin
Soyadı: ÇAPKIN

Öz Geçmiş

Aslen Giresun’lu olup 1986 Bakırköy İstanbul’da doğdum. İlkokulu ve liseyi İstanbul Bağcılarda okudum. Üniversiteyi Yozgat’ta okudum. Lise ikinci sınıftan beri şiir, hikaye ve deneme tarzında eser veriyorum. “Kurabaz“ adlı arkadaşlarımla kurduğumuz dergide yetmiş sayı çıkardık. Ardından fikir ayrılıkları nedeni ile dergide bulunan yazma işini bıraktım. Şu anda bir romana çalışmaktayım.
 
Tekerlekli Sandalye
Üst