Buz Mavisi

Halil Yılmaz

Admin
Yönetici
Katılım
May 19, 2010
Mesajlar
14,497
Tepkime Puanı
189
Puanları
63
Yaş
50
BUZ MAVİSİ

Amsterdam uçağı için yolculara son çağrı yapıldı. Yolcular arasında bulunan Ahmet’in ilk yurtdışı deneyimiydi. Üniversitenin değişim programıyla yaz stajına çıkacaktı. Eğitim de staj da umurunda değildi aslında. Sadece merak ediyordu dünyanın renkli bölgelerini. Bilirsiniz Hollanda turuncuydu, İngiltere ise parlement mavisiydi. Bunlar yetişen bir portakal ağacından ya da koyu görünümlü denizinden almamışlardı renklerini. Kraliyetlerinin daha doğrusu sadakatlerinin rengiydi. Sonunda uçak bu turuncu ülkeye iniş yaparken Ahmet kendi kendine gülmeye başladı. Deli miydi deliriyor muydu bilinmez ama mutluluğu hostesin bile dikkatini çekmişti. Sanki birileri Hollanda’yı kendisine vermişti ve o da kendinin olanı almaya gidiyordu.

Havaalanında kendisini karşılayacak kişiyi merak ediyordu. Hayalinde canlandırdığı kişi, Hollanda güzellerinden birisiydi. Fakat gerçekte bekleyen, siyahi bir erkek öğrenciydi. Manzara karşısında ismini yazan tabelayı teğet geçip yurda kendi gitmeyi tercih etti. Kendisine verilen yurt odasına girdi ve içeriye şöyle bir baktı. Amerikan tarzı derler ya; mutfak ve oturma odası beraberdi. Gülümseyerek bavulunu antre köşesine koydu ve odadan çıktı. Bir çocuk gibi merdivenlerin kenarlarından kayarak kendini bahçeye atmak istedi. Ne de güzel yapmıştı arkadaşlarını bırakarak buraya gelmekle, hatta sürünsünler sefiller yedi kişilik öğrenci evlerinde. Derken bu mutluluk dolu enerji patlaması pahalıya mal oldu. Merdivenlerden hızla inerken ana girişteki tekerlekli sandalyedeki bir kıza çarpmakla kalmadı, aynı zamanda kendisiyle beraber kızın da merdivenden yuvarlanmasına sebep oldu. Gözünü açtığında insanlardan tekmeler yiyordu. Geleceği ilk günün planlarını hâlbuki günlerdir yapıyordu. Şimdi hastanede serum yiyordu. Türkçe tercüman eşliliğinde polise ifade verdikten sonra çarptığı kızın şikâyetçi olmamasıyla sınır dışı edilmekten kıl payı kurtuldu. Ahmet, hastaneden çıkarken telefonla arkadaşlarını arayıp “Oğlum çok iyi burası lan! Yerleştikten sonra daha merdivenlerden inmeden bir hatun bana çarpıldı. Yoksa siz hala halı saha için adam mı arıyorsunuz? ” dedi nispet yaparcasına, telefonu kapattı ve yurduna doğru yola çıktı. Herkesin bakışı sanki üzerindeydi. Odasının kapısına iliştirilen “ Zavallı kızı merdivenden iten Ninja” yazan bir notu buruşturup çöpe attı. Amsterdam macerasının ilk gününde kendini sekiz tane gol yiyen milli takım kalecisi gibi hissetmişti. Yatağına uzandı ve “gelemeyen arkadaşlarımın gözü kalmıştır” diyerek uykuya daldı. Rüyasında Viyana kapılarında bir yeniçeriydi. Esir düşmüştü ve Osmanlı ordusu geri çekilmekteydi. İdam sehpası yerine Ahmet’i bir tekerlekli sandalyeye bağlamışlar ve elektrik veriyorlardı. “ Ne oluyoruz lan!” diye nefes nefese uyandı. Kalktı bir bardak suyunu içti ve balkona çıktı. Karşı bina kız öğrenci bloğuydu. Başı sargılı şekilde tekerlekli sandalyede oturan bir kız balkonda keman çalıyordu. “Yok artık!” dedi. Sonra içeri girdi bavulunun içindekileri ters çevirerek yere döktü ve CD kalemiyle üzerine “kahve?” yazdı. Bavulu kaldırarak mesajını gösterdi. Sonra kız keman çalmayı bırakıp içeri geçti. Ne bekliyordu ki başka? Ayağa kalkıp “bekle geliyorum” yazamazdı ya! Kısa süre sonra kapısı çalmıştı. Aynanın karşısında saçını düzeltip kapıyı açtı. Belli mi olurdu? Belki yan binadaki kızlardan biri hoş geldin demeye gelmişti. Gözetleme deliğinden önce bir baktı; sabah kendini tekmeleyen çocuklardı bunlar. Gidecekleri yoktu ve ısrarla kapının kuş sesine benzeyen o zilini öttürüp duruyorlardı. Dayanamadı açtı kapıyı ve ardından turuncu kafalı olan içeriye ayakkabılarıyla girip Ahmet’in yakasından tuttu ve duvara yapıştırdı. Sonra da odanın kapısı aralandı ve diğer çocuklarla beraber tekerlekli sandalyedeki kız içeri girmişti. Merdivenlerden yuvarlanırken görememişti ama kızın gözleri buz mavisiydi. Bir Sibirya kurdu gibi bakıyordu. Böyle bir renk acaba neyi temsil ediyordu? Ahmet kıza ne kadar üzgün olduğunu ve kahveyi de özür dilemek için yazdığını anlatmaya çalışırken yarım İngilizcesiyle cümleleri tam kuramadı. “kendisiyle kahve içmediği için üzgün olduğunu ve bunun için kızın özür dilemesi gerektiği” anlamına gelen ahmakça bir laf etti. Yarım bir doktorun can alıcı hatasıydı bu. “Benim adım Ema” dedi kız. “Bunlar dostlarım” ve çantasından çıkarttığı bir nesneyi göstererek ”bu da rujum” dedi pis pis sırıtarak. İki kişinin Ahmet’i sımsıkı tutmasıyla zorla makyaj yapmaları aynı dakika içerisinde gerçekleşmişti. Bununla da kalmayıp fotoğrafını çekmişlerdi. Bir Türk genci için rencide edici hareketlerdi bunlar, çok ağırdı ve sinirden çıldırmasına neden olurdu. Ahmet biraz da rüyasının etkisiyle “Ya Allah!” diyerek önce kendini duvara yaslayan çocuğun karnına vurdu. Ardından tezgahtan kaptığı karabiberi diğerlerinin yüzlerine doğru serpiştirerek etkisiz hale getirdi. Osmanlı tokatları ile hepsini birer birer dışarı çıkardı ve düşman ordusunu bahçeye döktü. Odada Ema artık tek başına kalmıştı. Sibirya kurtluğundan çıkmış ve köşeye sıkışmış bir sokak kedisi gibi çaresizce etrafına bakıyordu. Ahmet’e dönüp “Seni affettim beni incitme” dedi. Ahmet de antredeki aynanın karşısına geçerek “Şu yüzümün haline bakar mısın Ema? Sayenizde ablama benzedim” dedi. Kısa bir sessizlikten sonra gülüştüler. Belli ki sinirleri yatışmıştı. Ahmet kıza dönerek “seni odana götüreyim, tek isteğim derin bir uyku çekmek ve bugünlük bu kadar yeter artık” dedi. Odanın kapısını yavaşça kapatıp merdivenlerin yanına geldiklerinde Türk espiri anlayışıyla “Atarım haa!” diyen Ahmet kızın korkmasına bir anlam veremedi. Asansöre bindiler ve kızı odasına kadar çıkarttı. Kapıdan girdikten sonra Ema, bir zarar görmeyeceğini anlayınca rahatlamıştı. Ahmet kızı kucakladığı gibi yatağına yatırdı. Üzerine battaniye örterek usulca kapıyı çekti ve odadan çıktı.

Ahmet gözlerini açtığında bir an kendini İstanbul’da zannetmişti. Akşamki olaylar aklına gelince yerinden doğruldu ve kalktı yüzünü yıkadı. Bilgisayardan yüksek sesle sanat müziği açıp annesinin sardığı çiğ börekleri büyük bir iştahla kızarttı. Ardından her yurt odasında bulunan ve üzerinde “No Smoking!” yazan tabelaya gülümseyerek sabah sigarasını yaktı. Keyfi yerindeydi. Bir yandan da perdesini araladığı penceresinden kaçamak bakışlarla kızın camına gözlüyor ama herhangi bir hareketlilik göremiyordu. Stajın ilk günüydü ve İlk gün staja mı gidilirdi? Ahmet de bu Anadolu geleneğine uyarak gün içerisinde başka ne yapabileceğini düşündü. Bir tepsiye börekleri şekiller vererek yerleştirdi. Yanına da biraz zeytin ve peynirlerle süslemeler yapmıştı. Tepsiyi alarak Ema’nın kapısının önüne geldi. Akşam belli ki kapıyı iyi örtememişti ve kapı açık kalmıştı. İçeriye doğru merakla önce kafasını uzattı sonra da vücudunun geri kalanını odaya soktu. Ema bir melek gibi uyuyor demek isterdi ama horluyordu. Buzdolabını açtı ve başka ne hazırlayabileceğine baktı. Balkona kahvaltı sofrasını kurarken sessiz olmaya da bir yandan özen gösteriyordu. Akşam dövdüğü çocuklar aşağıdan geçerken onlara el sallamayı da ihmal etmedi. Ema uyandığında odada yalnız olmadığını hemen anladı. Buz mavisi gözlerini Ahmet’e dikmiş, korkudan battaniyeyle yüzünün yarısını kapatmıştı. Ahmet ise gülümseyerek “oda servisi!” dedi ve yüzsüzlüğüyle bizi Avrupa’ya bir kez daha rezil etti. İlk şoku atlatan Ema’nın burnuna güzel kokular geliyordu. Çiğ börek kokusuyla kaç tane Hollandalı hem de Amsterdam’da güne başlardı ki? Ema eliyle uzak durmasını istediği Ahmet’ten yardım almadan sandalyesine bindi ve kokuyu takip ederek balkona çıktı. Korku dolu gözler artık avını bekleyen kaplan gibi sofraya bakıyordu. “Peki, şimdi kahve?” dedi Ahmet, akşamki sorusunun cevabını bekliyordu sanki. “Tabiki” dedi Ema gülümseyerek. Kahvaltıda Ema, Hollanda’nın tarihinden ve gezilebilecek yerlerinden bahsederken Ahmet ise Galatasaray-Fenerbahçe derbisini nasıl izleyebileceğini düşünüyordu. Fakat Ema’nın “istersen seni ben gezdirebilirim bugün boşum” demesiyle dikkatler tekrardan Amsterdam’a çevrildi. Arkadaşlık seviyeleri ilerledikçe Ahmet bu güzel kızın engelli olduğunu unutmuştu. Ema bunu zaten hiç hissettirmiyordu. Tavırları oldukça normaldi. Sanki tekerlekli sandalye onun günlük kıyafetlerinin bir parçasıydı. Bu rahatlık nereden geliyordu? Ahmet bunu Ema’nın yaşamına girdikçe daha da iyi anlayacaktı. Yurttan çıkarken Ema, aniden bir şey unutmuşçasına aceleyle birilerini aradı ve Flamenkçe birşeyler konuştu. Muhtemelen ailesine bir psikopatla dışarı çıktığını haber veriyordu. Bahçe kapısına geldiklerinde ise özel bir minübüs yanaşmıştı ve onları bekliyordu. Uzay robotlarının ay yüzeyindeki hareketlerine benzer manevralarla minübüse binen kızı izledi. Ema çok zengin olmalıydı. Ahmet dayanamadı ve ezik bir şekilde başını öne eğerek dedi ki;
“Emacan, Allah korusun, baban mafya falan çıkarsa ne halt yerim ben? Bu ne zenginlik bu ne rahatlık! Biz dolmuş parası bile bulmazdık kampüsten çıkarken” dedi. Bunun üzerinde Ema sempatik bir gülümsemeyle döndü ve” Bunlar Hollanda hükümetinin engellilere sağladığı bir taksi sistemidir ve tamamen ücretsizdir. Nereye istersek bizi götürürler ve sonra oradan gelir alırlar.” dedi Ema saçlarını savurup şoföre aynadan baktı ve “Gidelim” dedi. Ahmet de kafasını kaşıyarak Türkçe küfürlü sözlerle şaşkınlığını dile getirdi. Geçtikleri sokakların her iki yanında da tarihi yapılar sıklıkla karşılarına çıkıyordu. Şehrin her yanında karşılaşılabilecek sürprizlerle Amsterdam gerçekten dünyanın en özgür, hoşgörülü ve büyüleyici şehirlerinden birisiydi. “ Burada dur!” dedi Ema. Dam Meydanına gelmişlerdi. Kraliyet Sarayı, Yeni Kilise ve*Madame Tussaud’s müzesini barındıran bu meydanında gözlerini kapatıp yağmurda ıslanmak harikaydı! Bir nehir olmuşlardı ve tarihin duvarlarına dalga dalga vuruyorlardı. Ema hiçbir yerde yardıma muhtaç değildi. Adeta koca şehrin prensesiydi ve her şey onun kullanımına göre dizayn edilmişti. Binalardaki girişler, karşılarına çıkan kapılar, WC ve hatta yemek yedikleri lokantaya kadar her noktada engelliler için bir kolaylık vardı. Hepsinden güzeli de her şey Ema’ya ve yanında bulunduğu için Ahmet’e bedavaydı. Belki de bu saydıklarımız yüzdenn Ema engelli değildi. Sadece herkesin yaptığını farklı bir yolla yapıyordu. Burada sistem öyle bir ayarlanmış ki Ema gelen bir topa röveşata golü atabilir miydi? Hollanda’da gol de atardı muhtemelen ihtiyacı olsa ayarlanırdı bir şeyler. Çünkü daha çocukken engellilere devlet yardım elini uzatıyordu. Yaşadığı evlerini engelli çocukların kullanımına göre düzenlerdi ve bunu ücretsiz karşılarlardı. Engelli bireylere yüksek maaş bağlar ve kimseye muhtaç etmezlerdi. Bu sebeple Hollanda’da engelli olmak bir ayrıcalık bile sayılabilirdi. Ema’da yaşamı boyuncabu desteklerle psikolojisi bozulmadan bu günlere gelebilmişti. Ahmet bunları öğrendikçe Ema’nın rahat tavırlarını şimdi daha iyi anlıyordu.

Yağmur hafiflediğinde kanal gezisi için kısa bir yürüyüşten sonra Merkez Tren İstasyonunun önündeki teknelere vardılar. Kanal evlerinden kurulu mahallelerin arasında dolaşmak gerçekten özel bir yerde olduğunu Ahmet’e hissettirmişti. İçi kıpır kıpırdı Ahmet’in. Aşık mı olmuştu yoksa yanında bulunan engelli prensese? Sorumluluk almaktan korkuyordu Ahmet. Gerçek şu ki biz Anadolu’da hep korkardık. Gün boyu birkaç ufak tefek istek dışında, her şeyi Ema kendi başına yapmıştı. Bu küçük isteklerden ne olacaktı ki? dedi Ahmet kendi kendine. Oysa ki Türkiye’deki eski sevgilisinin istekleri dinmek bilmezdi. Bu düşünceleri bırakıp bir anda irkilerek ayağa kalktı, Ema’yı yerinden kaldırdı ve kucakladı. Bir filminden esinlendiği hareketi yapacaktı. Dünyanın en büyük gemisi olmasa da belki burada da işe yarardı. Teknenin ön kısmına geldi ve kollarını her iki yana açarak daha “Ben dünyanın Kralıyım!” diyemeden teknenin sallanmasıyla nehire düştüler. Ahmet, çuval çuval incirleri berbat etmeye kaldığı yerden devam ediyordu ve ikinci kez hastaneye kaldırılmışlardı. Kızın anne babası da bu defa oradaydı. Üstüne şaka gibi gelecek ama Ema da şikâyetçi olduğunu yetkililere bildirmişti. Bir tane normal bir adamla karşılaşamaz mıydı? Ahmet ilk uçakla sınır dışı edilip İstanbul’a geri dönmek zorunda kaldı.

Romantik müzikler eşliğinde evinin penceresinden İstanbul’u izliyordu Ahmet. Bir anda gözünü semaya dikti. Yağan yağmur sonrası gökyüzü sanki buz mavisine dönüşmüştü. Kendini sokaklara attı çünkü dayanamadı içinde demirler kor olmuş eriyordu. Yüksek bir tepeye çıktı ve “Amsterdam sen mi büyüksün ben mi?” diye bağırdı. Bu İstanbul’un yüzüne söylenmiş büyük bir hakaretti. Babaya sinirlenip hiç Anneye ses yükseltilir miydi? Fiziksel engeller bir şey değildi, asıl büyük engel sevdiklerinle arandaki mesafeydi.

eser sahibinin;
adı soyadı:

Mehmet KERTMEN

1983 Kahramanmaraş doğumlu. 2009 yılında Uludağ Üniversitesi Tekstil Mühendisliğinden mezun oldu. Uludağ Üniversitesinde çeşitli toplulukların gezi yazılarını ve yorumlarını hazırladı. Tekstil Mühendisliği Yüksek lisans eğitimi devam etmekte ve büyük bir tekstil firmasında Tekstil Mühendisi olarak çalışmaktadır.
 

bilgin

Üye
Üye
Katılım
Nis 23, 2013
Mesajlar
1
Tepkime Puanı
0
Puanları
0
Çok güzel ve başarılı bir hikaye olmuş. Toplumumuzu yakından ilgilendiren böyle hassas bir konuya esprili bir dille yaklaşılması beni mutlu etti. Oldukça pozitif ve engel zannedilen şeylerin aslında engel olmadığını anlatan çok hoş bir hikaye olmuş bence. Emeğinize ve yüreğinize sağlık diyorum.
 

nuri79

Üye
Üye
Katılım
Nis 24, 2013
Mesajlar
2
Tepkime Puanı
0
Puanları
0
Sizin nasıl bir hayal dünyanız var böyle? Yarışmadaki okuma fırsatı bulduğum diğer eserler genellikle dram ve hüzün içerikliyken nasıl olur da komik bir dille böylesine hassas bir konuyu yazabildiniz? Pozitif ve gülümsememe neden olan tek yazı sizinkiydi. Size yorum yapabilmek için üye oldum. Tebrik ediyorum sizi ve başarılar diliyorum.
 

ahmet1453

Üye
Üye
Katılım
Nis 18, 2013
Mesajlar
13
Tepkime Puanı
0
Puanları
0
bir şeyler anlamak için çok düşündüm ama ne anlayacağımı anlayamadım. kusura bakmayın.
 

nuri79

Üye
Üye
Katılım
Nis 24, 2013
Mesajlar
2
Tepkime Puanı
0
Puanları
0
ahmet bey daha çok gençlik romanları gibi olmuş. Benim öyküden anladığım ise her alanda engelli insanlara göre hayatı dizayn edersek ve engellileri kimseye muhtaç etmezsek ki bunu günümüzde başaran ülkeler varmış. Engelliler ve çevresindeki insanlar ortada bir engel göremezler,farklılıklar unutulur ve herkes gibi normal bir yaşam sürdürebilirler. Bunu eğlenceli bir şekilde anlattığı için yazar arkadaşın yazısını beğendim. Yanlış düşünüyorsam kendisi de buraya bir yorum yazarsa seviniriz.
 

mehmet_kertmen

Üye
Üye
Katılım
Nis 24, 2013
Mesajlar
1
Tepkime Puanı
0
Puanları
0
Teşekkür ederim ki asıl isteğim engelliler için bir farkındalık yaratmak değildir aksine engellileri normal hayatta normal insanlar gibi sorunsuz yaşarken görebilmektir.
 
Tekerlekli Sandalye
Üst