Cansuyu

Halil Yılmaz

Admin
Yönetici
Katılım
May 19, 2010
Mesajlar
14,507
Tepkime Puanı
189
Puanları
63
Yaş
50
- Dokuz ay sonra engelli bir bebek geldi dünyaya… diye mırıldandı Salih. Dokuz ay önce oturmuştu bu karabasan üzerine… Hayalleri, mutluluğu, umudu bir enkazın altında kalmıştı. Enkazdan çıkan, yarım yamalak bir insandı. Sol eli ve ayağı kesilmiş, vücudunun birçok yeri ikinci ve üçüncü derecede yanmıştı. Kendine geldiği günü hatırladı önce; zil sesine uyanmıştı.
– Gülcan… Gülcan… Anne, neden kapıyı açmıyorsun? Bekletme canımı.
Salih’in cılız sesi ile sayıkladığını duyan hemşire koşarak geldi. Gülcan’ı beklerken hemşireyi karşısında görünce şaşıran Salih halsizce etrafına bakındı. Önce başucundaki kablolar ve o güne kadar hiç görmediği cihazlar dikkatini çekti. Sonra o kabloların ve cihazların kendisine bağlı olduğunu anladı. Gözlerini açmakta zorlanıyor, kıpırdayamıyordu.
- Ben neredeyim? Ne oldu bana? diye sordu.
Hemşire:
- Yaşamla ölüm arasında bir istasyondasın. Yaşamak yoluna biletin kesildi. Hayırlı yolculuklar, dedi muzip bir gülümseme ile. Hemşirenin sesi sanki bir tünelin içinden geliyor gibiydi.
- Anlamıyorum sizi, dedi Salih.
- Ah yaramaz ah! Hatırlamıyor musun? Akıma kapıldın. Dokuz aydır neler çektirdin bize…
Olay anını hiç hatırlamıyordu Salih. On sekiz kere ameliyat olduğunu, sağlam alanlardan alınan derinin sol tarafındaki yanık alanlara nakledildiğini, diş bakımından tırnak kesimine kadar bütün ihtiyaçlarının hemşireler tarafından karşılandığını, aylardır cihaza bağlı yaşadığını… Hiç bir şey hatırlamıyordu. Son hatırladığı kare, fırçanın sapının yüksek gerilim tellerine değdiği idi. Ama fırçanın sapı tahta olduğu için bir şey olmamıştı. Öyleyse neden dokuz aydır yoğun bakım odasındaydı? Neden mumya gibi sargı bezi ile sarılmıştı her yanı?
–Başım! Başım çok ağrıyor, diye inledi. Hemşire hemen doktora haber verdi. Doktorları elektriğin giriş yerini bulamamışlardı. Salih kendine gelip de ağrıyan yerini söyleyince, başı tıraş edilmiş ve elektriğin giriş yeri tespit edilebilmişti. Ameliyatla kafatasından, çarpmanın etkisi ile kurumuş olan avuç içi kadar bir kemik parçası alındı. Çok acı çekiyordu Salih. “Neden öldürmedin Allah’ım, neden almadın canımı?’ diye ağlayarak kendinden geçtiği günler oluyordu.
İlk uyanışının ardından, bir ay daha yoğun bakımda kaldıktan sonra Salih servise çıkarılmıştı. Özel bir odada yatıyordu. F tipi cezaevinden yarı açık cezaevine geçmiş bir mahkûm gibi hissediyordu kendini. Annesi ve babası hep yanındaydı. Mütebessim ama ağlamaklı, mutlu ama kaygılı. Buruk bir sevinç yaşıyorlardı ve yılların yorgunluğunu taşıyorlardı sanki yüzlerinde. Canlarına kavuşmuşlardı, ölmemişti biricik oğulları, ancak onu ve ailesini çok zor günler bekliyordu. Eli yoktu, ayağı yoktu, birbirlerine ölene kadar birlikte olacaklarına söz verdikleri sevdiği kız yoktu. Ne zaman Gülcan’ı sorsa, annesi kaçamak cevaplar veriyor, geçiştirmeye çalışıyordu. Salih’in ısrarları üzerine, yoğun bakımdayken birkaç kere ziyaretine geldiğini ancak yanık ünitesine dışarıdan enfeksiyon taşınması riskine karşı ziyaretçi kabul edilmediğinden, ağlayarak pencereden seyrettiğini ve sonra kaçar gibi gittiğini anlattı. En son geldiğinde de bu evliliğin artık olamayacağını ve ailesinin baskısı yüzünden nişanı atmak zorunda kaldığını söylemiş, bir daha da ne aramış ne sormuştu. Salih, gözlerinden süzülen yaşları omuzu ile silmeye çalışırken ruhu geçmişe uzanıvermişti.
Üniversitede kesişmişti yolları. Görür görmez yüreği ısınmıştı ona. Öyle uzun boylu, gösterişli, görenin hayran kaldığı kızlardan değildi. Cılızdı, kısa boyluydu ama turuncuya çalan kıvırcık saçları, içinde binlerce kandil yanıyormuşçasına parıldayan açık kahverengi gözleri ve çilleri onu sevimli kılıyordu. Bir sebep bulmalı ve tanışmalıydı Salih. Günlerce uzaktan takip etti, yaklaşmaya korkuyordu. Sanki yaklaşsa, pervane misali yanacak, kül olacaktı. Uzak kaldıkça da donarak ölecekti. Öyle hissediyordu. Bir bahane bulmalıydı; köşeyi dönerken çarpıverse ve elindeki kitaplarını düşürse… Yok! Bu çok klasik bir numaraydı. “Sen çok fazla film izliyorsun. Daha orijinal fikirler üret.” dedi kendi kendine. Bir arkadaşını musallat etse ona ve sonrasında da kahraman edası ile çıkıp karşısına, bu beladan kurtarsaydı Gülcan’ı… Olmazdı, bu etik bir davranış değildi ve yakışık almazdı. Hem sanki bu fikir, diğerinden çok mu orijinaldi ki? Gitse yanına ve söylese; o cesareti de kendinde bulamıyordu. Günlerce etrafında dolaşıp, kendini fark ettirmeye çalıştıysa da beyhude. Gülcan’ın umurunda değildi Salih, onu görmüyordu.
Aylar bu koşuşturma ile geçmişti. Ta ki engelli bir öğrenci için açılan kampanyada karşılaşıncaya kadar. Trafik kazasında sağ kol ve sol bacağını kaybeden bu gence protez kol ve bacak alacaklardı. Valilikten izin alınmış ve bir hesap numarası açılmıştı. Gönüllü gençler, çevre şehir üniversiteleri ile de temasa geçecek ve böylece gerekli olan elli bin lira bulunacaktı. Salih de gönüllü olmuştu. Yanına yardımcı olarak Gülcan’ı vermişti kampanyayı organize eden arkadaşları. Bilinçli bir seçim miydi bu, kaderin güzelliği mi? Ne fark ederdi? Artık Gülcan ile birlikteydi. Kampanya süresince geçirdikleri zaman onların birbirlerini tanımalarına, sevmelerine yetmişti. Çok şeyi paylaşmışlar ve uzun yıllar birlikte yaşayabileceklerine inanmışlardı. İkisinin de son senesiydi ve artık bu ilişkinin adını koymanın zamanıydı. Seviyorlardı, anlaşıyorlardı, birbirlerinden ayrı kaldıklarında özlüyorlardı. Evlenmemek için hiçbir sebep yoktu. Salih’in işi hazırdı. Okul bitince babasının şirketinde mimar olarak çalışacaktı. Askerliğini de bir süre tecil ettirir, her işi yoluna koyduktan sonra kısa dönem gidebilirdi. Aileler de uygun görünce tatlı bir telaş başlamıştı. Salih, ailesine, babaannesinin evinde yaşamak istediğini iletti. Orayı restore edecek ve Gülcan ile birlikte o evi saray yapacaklardı. Çocukluğunun en cıvıltılı günlerinin şahidi iki katlı ihtiyar ev, ömürlerinin sonuna kadar mutluluklarına da şahit olacaktı.
Ne kadar da heyecanlıydı ikisi de. Gülcan’ın elleriyle hazırladığı kapı süsünü astılar önce. Üzerinde, “Bu evde reis; huzur, sevgi ve sadakattir.” yazıyordu. Üst kattaki odalardan küçük olanı çocuk odası… Çocuk odasının duvarlarını çizgi film kahramanlarının resimleri ile süsleyecekti Gülcan. Yatak odası da çocuk odasının hemen yanında olsundu ki, gece bebekleri ağladığında çabucak yanına varsınlardı. Girişteki geniş odayı salon olarak kullanacaklardı. Gelen misafirlerini burada ağırlayacaklardı. Mutfak penceresi, bahçe kapısına bakıyordu. Gülcan, Salih’in işten eve dönüşünü bu pencereden izleyecek ve geldiğini görür görmez koşup kapıda karşılayacaktı. Gülcan en çok sümbülü severdi. Ömrü kısa da olsa yaşadığı sürece tüm güzelliğini ve rayihasını sunmasını bilirdi insanlara. Bahçeye sümbüller dikeceklerdi. Pembe, mor, beyaz sümbüller… Pencere önlerini de saksılar içinde rengârenk karanfiller süsleyecekti. İlk bakışta perili köşkü andıran ve insanda ürperti uyandıran bu köhne ev, cennetten bir köşe olacaktı onlara. Tamirat, tadilat işleri epey zaman alacaktı. Ev tamam olunca, birer birer eşyalar alınacak ve tarihi aylar öncesinden belirlenen düğün yapıldıktan sonra mutlu, mesut bu evde bir ömür yaşayacaklardı.
Kollar sıvanmış ve hummalı bir çalışma başlamıştı. Pencereler, kapılar değişmiş, bir asır kireçle sıvanmaktan çatlayacak kadar doymuş olan duvarlar kazınmış, yeni sıva yapılmış, yerler ahşap parke ile döşenmiş, elektrik ve su tesisatı elden geçirilmişti. Birkaç küçük detay ve boya, badana işleri kalmıştı. Salih ve Gülcan ustalara bırakmak istememişlerdi boya-badana işini. Gülcan odaları, Salih de dış cepheyi boyayacaktı. Her odanın kendine has bir rengi olacaktı. Gülcan salondan başladı çalışmaya… Çiğ mavisini beğenmişlerdi ikisi de. Odanın üç duvarı çiğ mavisine boyanacak, bir duvarı da uygun tonlarda duvar kâğıdı ile kaplanacaktı. Salih de dış cepheyi boyamak için malzemeleri hazırladı, fırçayı eline aldı ve sanki umudun resmini çizercesine, çocukça bir heyecanla boyamaya başladı duvarları beyaza. Gökyüzü gibi aydınlık olacaktı evleri ve bir o kadar da huzur sunacaktı sakinlerine. Şu düğün de oluverseydi bir an önce…
Birinci kattan başladı işe. Ulaşabildiği yerleri boyadıktan sonra, yukarıları da boyamak için terasa çıktı. Kalan yerleri de buradan boyayacaktı. Fırçanın sapının bir yerlere değdiğini hissetti. Başını kaldırdı, iki metre yukarıdan geçen yüksek gerilim hattını görünce nasıl büyük bir felaketten kıl payı kurtulduğunu anlayıp, daha dikkatli olmaya çalıştı. Hava çok sıcaktı, terlemişti. Gömleğini çıkardı. Üzerinde atleti kalmıştı. Bahçede çalışan işçilerden biri ona sesleniyordu:
-Dikkatli olun, düşeceksiniz!
Ya sonra…
Sonrası yoktu Salih için. Annesinin ve ziyaretine gelen arkadaşlarının anlattıkları kadarını bilebiliyordu.
Alışık olmadıkları bir patlama sesi ile irkilmişti mahalle sakinleri. Ardından cızırtılar… Salih, boynundaki altın zincirle darağacında sallanmışçasına, başı tellere yapışmış ve bir kaç saniye asılı kalmıştı. Altın en iyi iletken metal olduğundan, bir mıknatıs gibi teller Salih’i yukarı doğru çekmişti. Sesleri duyan ancak hiçbir anlam veremeyen Gülcan elindeki fırçayı fırlatıp panikle bahçeye koştu. Hissediyordu, çok kötü şeyler olmuştu. Salih’i göremeyince terasa çıktı nefes nefese. Şase yapınca elektrikler kesilmiş ve Salih balkona düşmüştü. Hemen başucunda bahçıvan, telefonla bir yerleri arıyor, Gülcan’ı olay yerinden uzaklaştırmaya çalışıyordu. Bu, bir kâbus olmalıydı. Salih yerde debeleniyor, üzerinden dumanlar çıkıyordu. Açık hava olmasına rağmen duyulan ağır yanık kokusu sanki Gülcan’ın yüreğinden geliyordu. Gülcan çığlık çığlığa bağırıyor, komşulardan yardım istiyordu. Eli, ayağı titriyor, ne yapacağını bilememenin şaşkınlığı ile sağa sola koşup duruyordu. Çok geçmeden mahalle sakinleri de olay yerine gelmişti. Ağlamalar, bağırmalar, gözyaşları birbirine karışmıştı ancak kimse Salih’e dokunamıyordu. Bahçıvanın tavsiyesi üzerine komşular ivedilikle bahçeden toprak getirmiş, vücudundaki elektriği atması için Salih’i hemen toprağa gömmüşlerdi.
Henüz çok gençti, hayalleri vardı, umutları vardı, yaşamalıydı Salih. Salih’in acısını tüm zerrelerinde hissedercesine çığlık çığlığa gelen itfaiye aracının ve ambulansın hemen arkasından anne ve babası da yetişmişti. İtfaiye ve sağlık ekiplerinin de gayretleriyle zor da olsa Salih sedyeye alınmıştı. Vücudundan geçen elektrik enerjisi, kalbin normal elektriksel ritmini bozduğu için kalbi durmuş ve bilincini kaybetmişti.
Sağlık ekiplerinin on beş dakikalık kalp masajı ve elektroşok uygulaması ile kalbi yeniden çalışmaya başlamış ve hemen hastaneye kaldırılmıştı. İki saat içinde yedi kez kalbi duran Salih’in durumu ağırdı ve doktorlar ailesine sadece “Her şeye hazırlıklı olmalısınız.” diyebiliyorlardı. Elektrik sol ayağını patlatarak çıkmıştı. Sol eli ile sol ayağının sinirleri yanmış, derinlerde hasara yol açmıştı. Akım, damarları pişirmiş ve tıkanmasına neden olmuştu. Salih, aylarca yoğun bakımda kalmış, defalarca ameliyat olmuştu. Mavi bir umudun üstüne kapkara bulut çökmüştü.
Yanağından süzülen yaşları silerken gözü penceresinin karşısındaki durağa ilişti. Durak camekânlarından birine büyük bir reklam asmışlardı. Bir gazete reklamıydı bu. Bir kadının yüzünden gazete şeritleri halindeki sargı bezleri çıkarılıyordu. İri puntolarla “İç güzellik kadar dış güzellik de önemli” yazıyordu reklamda. “Benim yoğun bakımdaki halime benziyor.” diye tebessüm etti, sonra tebessümü dondu dudaklarında. Eline baktı önce, sonra ıslak gözlerini kesilen bacağına dikti. Baktı, baktı… Hayır, benzemiyordu. O sargı bezlerinin arkasında bir güzellik şahikası vardı. Oysa Salih? Ayağını, elini kaybetmişti, vücudu yanık ve ameliyat izleri ile doluydu. Evet, iç güzellik kadar dış güzellik de önemliydi. “Seni anlayabiliyorum Can’ım” dedi sessizce. Dışı güzel değildi artık. O bir engelliydi ve hayat hiç de kolay olmayacaktı onun için, onunla beraber yaşayanlar için... Böyle bir insanla kim evlenmek isterdi ki? Haklıydı Gülcan. Hem, gelseydi bile Salih onu kabul etmeyecekti. Mademki Gülcan bu kadar kolay pes etmişti, mademki en çok ihtiyaç duyduğu anda yanında olmamıştı, devam etmesi için ısrar etmenin bir anlamı yoktu. Bitmişti! Kendi kendine konuşuyor, öfkeleniyor, kararlar alıyor, ama gene de yüreğinin bir yanı o gelsin diye dua ediyordu. Özlüyordu işte! Hayata tutunduğu dalıydı Gülcan, Can’ıydı. Belki de o nedenle kendini koyvermemişti. Uçurtmasının ipini sımsıkı tutan çocuk gibi tutmuştu hayatın ipini. Sevdiği vardı, evlenecekti, çocukları olacaktı. Şimdi neyin mücadelesini verecekti, yaşamak için hangi bahaneye sığınacaktı ki? Yorgundu, hem yüreği bitkin düşmüştü bu hengâmede hem bedeni. “Kapasam gözlerimi ve uyusam uyusam… Dokuz ay değil bu defa, hiç uyanmasam.” diye iç geçirdi.
Hastaneye has ağır ilaç kokusuna alışmıştı aylardır. Ama o gün bambaşka bir rayiha sarmıştı odanın içini. Hafifçe gözlerini araladı; rüyadayım diye düşündü. “Hâlâ aynı hayaldeyim, ne komik!” Kokuyu daha yoğun hissedince gözlerini açtı, kısık kısık etrafına bakındı. Masada, bir vazonun içinde mor sümbüller ve bir küçük saksıda karanfiller müjdeli bir haberin elçileri gibiydiler sanki. Heyecanlandı, durmalara alışmış kalbi yeniden duracakmış gibi bir hisse kapıldı. Odada kimse yoktu. Belli ki Gülcan gelmiş, onu uyurken izlemiş ve sessizce gitmişti. Ağlıyordu Salih. “Gitmemiş, terk etmemiş, unutmamış” diye tekrarlayarak katıla katıla ağlıyordu. Sevmekten vazgeçmeyen yüreği aylar sonra sevinmeyi de hatırlamıştı şimdi. Sağ eliyle almak için sümbüllere uzandığında bir kart iliştirilmiş olduğunu gördü. Heyecanı daha da artmıştı. Tanımıştı; bu; Gülcan’ın el yazısıydı. Hemen okumak için kartı eline aldı. Üzerinde “Tembel çocuk, hadi kalk! Yarım bıraktığın işi ben tamamladım. Hani duvar kâğıdı ile kaplayacağımız duvar vardı ya, oraya kocaman bir güneş resmi çizdim. Gökyüzümüz hep aydın, hep mavi, ışıl ışıl olsun diye. Bak, sümbüller de açtı. Çabuk iyileş. Mutfak penceresinde senin gelişini bekliyor olacağım. Bu evde reis, huzur ve sevgi ve sadakattir ve hep öyle olacak. İmza: Can.” yazıyordu. Dışarıya çevirdi ıslak gözlerini, ruhunu kopuzla dövüyorlarmış gibi ıstırap veren o reklam panosunu görmüyordu artık. Kuruyan dallara can suyu yürümüştü. Nakış nakış çiçeklerle bezenmişti ağaçların dalları. Dışarıda onu bekleyen bir hayat vardı, aydınlık vardı, bahar vardı. Ve her bahar umuda çağlamak, umutla çoğalmaktı...

Sevinç Durmuş
ÖZGEÇMİŞ


1971 yılında Bursa’da doğdu. İlk, orta ve lise öğrenimini burada tamamladı. Kayseri ve İzmir’de yerel radyolarda kısa süreli radyo programcılığı yaptı. İzmir’de bir grup arkadaşıyla birlikte çıkardıkları Ufuktan isimli derginin editörlüğünü ve genel koordinatörlüğünü yaptı. Sponsor konusunda yaşanan sıkıntılar nedeni ile derginin ömrü kısa oldu. Abı Hayat ve Genç Yıldız Dergilerinde yazıları yayımlandı.
 
Tekerlekli Sandalye
Üst