Cennete düşen damla

Halil Yılmaz

Admin
Yönetici
Katılım
May 19, 2010
Mesajlar
14,522
Tepkime Puanı
193
Puanları
63
Yaş
50
Saatin sesine uyandı. Her sabah 8-de kalkmaya alıştırmışdı kendini. Sabahleyin kahvaltıdan sonra yürüyüşe çıkardı. Yürüyüş yapmayı, sabah sabah işe giden insanların telaşlı ayak seslerini duymağı çok severdi. O ayak seslerini duymağa mahkumdu, çünki doğuşdan görme engelliydi...

O sabah da kalkdı, aslında ona her açılan sabah da geceydi, karanlıkdı. Kapkaranlık. Aslında aydınlığın ne olduğunu bilmiyordu ki, karanlığı da tarif etsin. Küçükken annesinin bir arkadaşına dediyini duymuşdu: - “benim oğluma Allah göz ışığı vermedi, hep karanlığa mahkum etdi onu. Şimdi ben varım, ya benden sonrası. Düşündükçe çok korkuyorum” - demişdi annesi. O da ordan biliyordu. Ama tarif et deseydiler hiçbir şey anlatamazdı. Annesi haklıydı her zamankı gibi. Annesini kayıb ettikden sonra onun üçün hayat çok daha zor olmuşdu. Hep annesi çıkarardı onu sabahları yürüyüşe, ama üç yıl olmuşdu annesini de kayıp edeli. Annesini cok özlüyordu, ona cok ihtiyacı vardı. Her sabah kalkıb oğluna sofra hazırlardı, sonra o güzel sesiyle oğluna seslenirdi. Annesinin cok güzel sesi vardı, yüzünü de çok merak ediyordu. Bazen annesi mutfakda yemek hazırlarken dudak altından bir şeyler mırıldanardı, öyle güzel söylerdi ki... Babası o küçükken Almanyaya çalışmak için gidib bir daha geri dönmemişdi. Orda evlenmiş, karanlık dünyadaki oğlunu tamamen unutmuşdu. Bazen annesi “baban mektub göndermiş hadi, otur da sana okuyayım” - diyordu, ama o görmese biliyordu ki, o fedakar annesi onun üzülmemesi için yalan söylüyor. Ona annenin yeşil gözleri var demişdi bir akrabası ama o yeşil rengi de bilmiyordu. Dünyaya karanlık bir pencereden bakıyordu, o pencerenin cok uzaklarında zorla seçilen bir ışık vardı ama o kadar uzak, o kadar uzakdı ki...

Kendi gibi görme engelli arkadaşları vardı, onlarla görüşüyorlardı. Bir-birlerini seslerinden tanıyorlardı. Sağ olsunlar duyarlı insanlar vardı, onlar için dernekler kuruyorlardı, ama çok yetersizdi. O en çok derneklere bağışlanmış sesli kitabları dinlemeyi çok seviyordu. Haftada iki gün “kitab dinleme günü” yapılıyordu. O bu günleri iple çekerdi, o gün geldiyinde arkardaşlarıyla beraber derneklerinde 2 saat sesli kitab dinler sonra sohbet eder, çay içer, güzel zaman geçirerdiler. Bir seferinde bir arkadaşı ona - “keşke, göre bilseydim bu dünyada yazılmış bütün kitabları okurdum” - demişdi. O da hep öyle düşünüyordu. Bazen yazarlar onların derneklerine gelir, genc kuşağın kitab okumamasından yakınıyorlardı. Onu hep düşündürüyordu insanlar neden böyleler? Bir şeylerin deyerini kayıp etdiyinde, ya da hiç elde etmediklerinde anlıyorlar...

Her zamankı gibi bu gün de bunları düşünerek mutfakdan bir şeyler alıb yedi, sonra üstünü değişdirdi, vestiyer dolabının üstündeki bastonunu alıb cebine koydu, anahtarlarını da aldı ve dışarı çıkdı. Sokağa indiyinde cebinden bastonunu çıkarıb yürümeye başladı. Kalabalık sokaklarda yürümeyi seviyordu, insanlara karışmak hoşuna gidiyordu. Bazen ona çarpıp geçiyor, bir çokları dönüb özür diliyorlardı. Bu onu incitmiyordu. Gören insanların daha çok görmeleri gereken şeyler vardı tabii...

Her zamankı gibi kalabalık bir sokakda yürüyordu, insanların konuşdukları şeylere kulak veriyordu. Akşam haberlerde şu olmuşdu gördünmü, sanki her seferinde ona bu engeliyile dünyada neler kaçırdığını vurguluyorlardı...

Bu düşünceler ona hep yalnızlığında arkadaş oluyordu. Bazen radyodan duyduğu şiirlerden ezberinde olanları içinden geçiriyordu. O zaman hiç sıkıntısı kalmıyordu. Gözlerinin karanlığında öyle güzel bir dünya açılıyordu ki, tariflere gelemez. Tek eksiyi ışıkdı. Onu da bilse hayal ederdi. Bastonuyla kendine yol aça-aça o kalabalık sokakdan yürüyordu ki, birden kulakları delib geçen bir gürültü kopdu. Sanki kıyamet kopmuştu. İnsanların o mutlu, gür seslerinin yerini inilti, bağırtı almışdı. Çok korkmuşdu... O hengamede bastonunu da elinden düşürüb, kayıp etmişdi. İnsanlar telaşla onun yanından geçiyor, bazen yerde baston arayan eline basıyorlardı. Biraz zaman geçmiştiki etrafı polis arabalarının, ambulansların sesi doldurdu. Acaba çok yaralımı vardı, ne olmuşdu, cok merak ediyordu. Polislerin yaklaşmayın bir daha partlama ola bilir diye bağırtılarını duyuyordu. Ama kulağında öyle bir uğultu vardı ki, bu sesler ona sanki çok uzaklardan geliyordu...

Sürüne-sürüne, havada kendine yol aça-aça ordan uzaklaşmaya çalışdı, İnsanlardan yardım istiyordu, acaba sesi duyulmuyormuydu?

Sanki bir az uzaklaşmışdı ordan. Kafasının arkasında bir sıcaklık hiss ediyordu. Sanki terlemişdi teri akıyordu boynundan aşağı. Her halde çok sarsılmışdı ki, hiç yürüyecek hali kalmamışdı. Akan o sıvıyla beraber keskin bir ağrı da vardı kafasının arkasında. Elini kafasının arkasına uzatdığında sıcak yapışkan bir maddeyi hiss etdi. O acısına yenik düşmeden ordan uzaklaşmaya çalışıyordu. Ama artık ayakları yürümez olmuşdu. O mahşer yerinden uzaklaşmışmıydı acaba, sanki sesler artık çok az geliyordu. Bazen yakınından acı acı bağıran ambulanslar geçiyordu...
Çok susamıştı, dili ağzı öyle kurumuştu ki, sanki boğuluyordu. Parmaklarının ucunu duvarlara sürüyor su arıyor, inatla yürümeye devam ediyordu. Ama artık temamken takatten düşmüştü. Ve artık pes etti. Birden bire öyle uyku bastırdı ki onu, kendini ayık tutmada zorlanıyordu. Kafasının arkasındaki acı her geçen dakika daha da şiddetleniyordu, öyle ki, artık kıpırdayamaz hale gelmişti.
Her kesler 'mi kör olmuş, neden kimse onu yerden kaldırmıyordu? Bağırmak istiyordu ama buna bele gücü kalmamıştı. Ya korkusundan, ya da telaşından sağını solunu karıştırmıştı. Sanki biraz ilerden su sesi geliyordu... Ama oraya nasıl gideceğini de bilemiyordu ki. Araba sesleri yakından geliyor ve çok hızlı geçiyorlardı.

...O birden his etti ki, başının üzerinde milyonlarla su damlası var. Yüzünü yukarıya tutup beklemeye başladı, bulutlardan dökülen damlalar onun yüzünü ıslattıkça, içine bir huzur dolmaya başladı. Saçları ıslanmış, yüzünden damla-damla su süzülüyordu. Artık evine gitmek istiyordu, bastonunu kayıp etmeseydi belki de şimdi de evinde olacak televizyonu açıp haberleri dinleyecek neler oluğunu öğrenecekti... Yolun kenarında bir yerde oturdu. Yağmur halen yağıyordu ve artık o üşümeye başlamıştı. Çok, ama çok yorulmuştu...

...Tam o sırada omuzuna bir el dokundu. Ardından da zarif bir ses ona “bey efendi, burada neden oturmuşsunuz, gelin size etrafı gezdireyim” - dedi. O da dönüp kızın yüzüne baktı. Aman Allah'ım o kızın yüzünü görüyordu. Etrafında her yer bilmediği, ilk kez gördüğü renge boyanmıştı. Şaşırdı nereye gelmişti o öyle. Kafasının arkasındaki ağrı da yok olmuştu. Sağdan soldan yüzleri mutluluktan parlayan insanlar geçiyorlardı. O kıza bu etraftaki renge nedir diye sorunca, o şiir kadar güzel sesli kız mutlu bir kahkaha attı. Yeşil, her taraf yemyeşil. Demek annesinin gözleri bu rengdeymiş, demek annesi çok güzelmiş. Kız onun elinden tutup kaldırdı, el-ele tutup yürümeye başladılar. Bir az ileride şırıl şırıl bir ırmak akıyordu, onun yanına geldiler. O eğilip suda kendine baktı, ilk kez kendini gördü. Suyun rengine baktı, hep merak ettiyi kuşları izledi. Tam bu sırada Arkadan annesinin zarif sesini işitti, ona sesleniyordu. Annesini sesinden tanıdı koşup ona sıkı-sıkı sarıldı. Annesi hayal ettiğinden de güzeldi. Her şey bütün yaratılanlar çok güzeldi. O artık bunları gördüğü için çok mutluydu. Annesiyle uzun-uzun konuştular. Harikaydı her şey, ne acısı vardı, ne korkusu kalmıştı. Her şeyi, o telaşı da unutmuştu. Görüyordu artık bundan büyük mutlulukmuş vardı? O artık güneşin doğuşunu, batışını, açan çiçeklerin bir-birinden farklı güzel renklerini görecekti. O artık semada kanat açıp uçan kuşu seyrede bilecek, akşam olup karanlık çökünce karanlığın rengini göre bilecekti. Uyumak da istemiyordu artık, korkuyordu bütün bunlar bir rüya olursa birden, uyandığında yine her yer bilmediği karanlık olursa diye... Uyumayacaktı, annesi onunla beraber memlekete dede siğile gittiğinde ona “oğlum gök yüzünü sana anlatıyım mı” demişti. Sonra da anlatmıştı: - “Karanlık ama o karanlığın içinde milyonlarla lamba yakmışın gibi görünen yıldızlar. Şehirde bunu göremezsin, ama burada böylemi. Elini uzatsan ala bileceksin gibi yakında...” sonra annesi hıçkırarak ağlamıştı. “Keşke, gözlerimi sana vere bilsem de, sen de bu güzellikleri göre bilsen” demişti oğluna. Bütün bunlar nasıl olmuştu, nasıl olmuşu da Allah ona merhamet etmiş artık gözlerine ışık vermişti. Ya da o yağan yağmur onu bir damlaya çevirip cennete mi getirmişti...

... Kanlar içindeki omuzuna bir el dokundu. Eldivenli elini boğazında gezdirip atar damarı buldu sonra geri dönüp - “maalesef, yaşamıyor” - dedi...


Yazar: Sabire Ülker
 
Tekerlekli Sandalye
Üst