Çıkışı Olmayan Labirent

Halil Yılmaz

Admin
Yönetici
Katılım
May 19, 2010
Mesajlar
14,522
Tepkime Puanı
193
Puanları
63
Yaş
50
ÇIKIŞI OLMAYAN LABİRENT

Gözlerimi ilk açtığımda allak bullak olmuş yerin ahşap döşemesiyle burun buruna geldiğimi fark ettim. Yine mi fenalık, doktorların deyimiyle nöbet, geçiriyordum? Yine alışılagelmiş kasılmalar, tüm vücudumu saran elektrik çarpmışçasına tutulmalar beni derinden sarsıp ayağıma çelmeyi takmış, beni yerle bir etmeyi başarmıştı. Yine yerdeydim, yine huzura ve sakinliğe muhtaç… Yine derin nöbet sancıların kuyusunun en derininden en ufak bir ışık beklerken umuda muhtaç… Yine en alçakgönüllü isteğim hafızamda: Sadece normal bir insan gibi hayatımı sürdürebilmek… Yine hür irademin dışında gelişen hastalık belirtilerine karşı koyamayıp yenik düşmüş, genç hücrelerime inat yorgun kaslarım beynimle çelişiyordu. Beynimin kalk demesine rağmen öylece yerde yatıyordum hareketsiz, söz geçiremediğim kaslarımla baş başa. Dengemle birlikte duygularım da yerle bir… Ayaklarım, bacaklarım, kollarım derken tüm vücudumun benden kopuk, yeni atlattığı nöbetten arta kalan sarsılmışlık ve yılmış bir teslimiyetle yatıyordum işte yerde öylece.


Neden sonra çevremde koşuşturan insanları fark ettim. Sanırım beni yerden kaldırmaya çalışıyorlardı. Tutmayan kollarımdan beni kaldırmaya çalışıyorlar, öylece olduğu yere yığılı verdiğimi görünce başka bir denemeye girişiyorlardı. Yerden bu şekilde kalkamayacağımı anlayınca sırtımı bir yere dayayıp oturtmaya karar verdiler. Bir süre sonra bu da sonuçsuz kaldı. Sanırım onlar da biliyorlardı benim bunu başaramayacağımı. Fakat bir umut ışığı arıyorlardı bende nöbetin keskin şiddetine tanık insanlar gözlerimde.
Kulağımda sesler uğulduyor, dalga dalga beynimin her köşesine iletiliyordu. Bu seslerden biri tanıdık geliyor, dolaşıp gittiği yerde hoş bir seda bırakıyordu şefkatle karışık. Bu, kadife gibi, insanın yüreğine işleyen, beynimde dolaşmasından hoşnut olduğum iyi huylu bir misafir gibiydi. Tıpkı bir bebek gibi o sesin geldiği yöne bakmaya çabalıyor, bu yumuşacık sesin sahibini arıyordu gözlerim. Boyun kaslarımın kaskatılığına inat ona bakmaya çalışıyordum tüm gücümü üzerinde topladığım bir gayretle. Zorlukla çevirdim başımı ona. Nasıl bebekler yeni doğduklarında net görüp duyamazlar, tüm uzuvları olmasına rağmen bunları nasıl koordinasyonla çalıştıracaklarını bilmezlerse ben de uğultulu gürültüler arasından onun sesini seçmeye, kalabalığın pusu içinden onu görmeye çabalıyordum. Daha önce okumuştum, yeni doğan bebekler ilk aylarda çok puslu gördüklerinden sadece annelerini seçebilirlermiş, diğer insanların farkında olmazlarmış. Sadece kendi varlıkları üzerine kurdukları ve yalnız anneleriyle taçlandırdıkları bir yaşam tasarlarlarmış zihinlerinde. Ne kadar sade ve derûni: Anne ve yavrusu.

Tıpkı bizim gibi. Sadece annem ve ben… İşte beni yaşamın ilk günlerinde hissettiren, bebeklerin hayata bakışını anımsatan kadife ses: Annem… Kendi varlığını, yaşamını unutup varlığını hatta yokluğunu bana adayan annem. Yokluğunu diyorum çünkü çevremizdeki insanlara kendini unutturmuş, hafızalarda sadece adı kalmıştı neredeyse. O sadece benim için çabalıyordu artık, özellikle hastalığımla ilk tanıştığımız günlerden itibaren. Çünkü artık yaşamını kendi idame ettiremeyen, yardıma muhtaç, diğerlerinin sevgi ve şefkate ihtiyaç duyduğundan çok daha fazlasına muhtaç yavrusuydum ben onun. Ondaki bu ince ve içinde birçok anlam barındıran bakış benim gözümde annemi daha değerli kılıyordu. Sanki flu bir zeminde tüm ayrıntıları net seçilebilen bir fotoğraftı annemin sureti benim kafamda. O suret ki beni hayata bağlayan, yaşamın içinde var olmamı sağlayan ve tüm olumsuz düşüncelerimi bertaraf etmemi sağlayan bir aracı idi hayatla aramızda. Bir arabulucuydu bizi hayatla beni küstüren tüm insanlara karşı. O insanlar ki benim bünyeme alışık olmayan hayata bağlılık hissini kolayca söküp atabiliyordu büyük bir duyarsızlıkla. Onlar için hiçbir şey fark etmiyordu o zehir zemberek sözleri söyledikten sonra.

Tekrar kaldıkları yerden devam edebiliyorlardı anacak ben çok zor toparlanıyordum. Aslında bir şey söylemelerine gerek yoktu beni ezip geçmeleri için. Küçümseyicilikle değersizlik arasında gidip gelen bakışlarını üzerime dikmeleri bile yeterli oluyordu benim için. Nasıl başarıyorlardı bunu anlamıyorum. Yolda yürürken, bilet sırasında beklerken, doktorumun muayenehanesinin kapısında ismimizin söylenmesini beklerken ya da bir lokantada camın önüne oturmuş yemeğinden büyük bir ısırık alıp önünden yürüyerek geçen insanlar arasından beni seçip o bakışları bana yöneltmesi beni normalin dışına sürüklüyordu. Yaşamın her anında burun burunaydım bunlarla. “Normal” herkes için çok sıradan, zaten çoktandır sahip oldukları bir şeydi. Ama benim yaşam çemberimin içinde zorla tutmaya çalıştığım, hep biraz daha kalması için ısrar edip bir türlü kalmaya ikna edemediğim konuğumdu o. Ben de normal bir yaşam içinde normal davranışlarımı devam etmek istiyorum yaşamaya. Ancak hep sınırları zorlayan şartlarım vardı benim. Tabi bir de “normal” işlemeyen beynim. Doktorumun anneme karmaşık ve uzun uzadıya açıklamalarından çıkarabildiğim kadarıyla beynimin kimyasındaki bir işleyiş bozukluğundan kaynaklanıyordu her şey. Oydu beni bir nöbetin elinden bir başka zalim can yakıcı nöbete teslim eden. Tabi bu nöbetler arasında geçen süreyi kendimi toparlamaya, vücut uzuvlarımın işlevlerinin benim irademin hükmüne geçmesine çalışıyordum. Bu hükmetme savaşı oldukça uzun sürüyordu iç yolculuğumda. Çünkü çok yorgun çıkıyordum her birinden bedenen ve ruhen. Bedeni yorgunluk bitiyordu bir süre sonra ancak ruhi yorgunluk büyük bir savaştı kendimle yaptığım. İnsanın başkasıyla savaşması ne kadar kolaymış meğer. Bunu ancak kendiyle savaşınca anlıyor insan.

Çevremdeki insanların bitmeyen çabaları devam ediyor beni dipsiz kuyudan çıkarmak için. Halbuki ben çok derinlerdeyim, tutamam ki elinizi. Ulaşamam nefesinize, yanıtlayamam “İyi misin?” sorularınızı. Zaten benimle diyalog kurmaktansa sorular yöneltmeyi seçiyorlar. Benimle sağlıklı bir konuşma yapabileceklerini ummuyor olsalar gerek ki sadece tek taraflı sorularda kalıyor iletişimimiz. Uzayıp gidiyor kafamda sorular: “İyi misin, bugün nasılsın, ağrıların azaldı mı, seni biraz şöyle çevireyim mi, televizyonun kanalını değiştireyim mi?” Bunların daha profesyonelleri var tabi zihinsel testler sırasında yapılan: “Görüntüler net mi, kıpırdamadan ekrana bakabilir misin?” Neyse ki doktorum müşfik, cana yakın, babacan bir ihtiyar. Bana gerçekten yardım etmek istediğini hissedebiliyorum bakışlarında.

Bizim eski bir aile dostumuz olmasının da bunda payı olabilir. Ancak her şeye rağmen can sıkıcı, beni yoran testleri yapmaktan da geri durmuyor. Bunlar hastalığımın teşhisinden ilerleyen safhalarına kadar çeşitlenen, gittikçe beni zorlayan testler. Genellikle bir ekranın karşına oturup anlamlandırmam isteniyor ya da sadece değişen şekilleri izlemem. İzlediğim kırık yatay çizgiler arasında büyüyorum galiba ben. Bunlar oldukça karmaşık şekiller bir yöne akıp giden. Ben de o çizgiler arasında kaybolup gidiyorum bir labirentin içine sıkışmışçasına. Kaçıp kurtulmak için çırpınıyorum, kendimi çarpıyorum labirentin duvarlarına. Annemi arıyorum delicesine. Ancak o çıkarabilir beni buradan. “Anne” demek istiyorum ancak kelimeler boğazımda düğümleniyor, anne sesinden uzak anlamsız sesler çıkarıyorum kendimce. Nöbet öncesi bir belirti mi diye telaşlanıyor doktorum ve annem. Ancak annemin sırtıma dokunmasıyla hemen susuyorum. Bana çok iyi geliyor her zaman olduğu gibi. Ah annem, ben sensiz ne yapardım ki? Şu an geçirmekte olduğum nöbetin enkazı arasından da buluyorum onu. Onunla buluyorum labirentin ucundaki çıkışı, onunla aydınlanıyor dünyam. Kendime geliyorum yani “diğerlerinin dünyasına”.




Sidal ÖZÇELİK

ÖZGEÇMİŞ:


1982 yılında İzmir’de doğdum. Dokuz Eylül Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmenliği bölümünden mezun oldum. Türkçe öğretmeni olarak göreve atandım. Erzincan’ın Tercan ilçesinde 6 yıl görev yaptım. Şu anki görev yerim olan Ankara’nın Çubuk Ortaokulu’nda 2 yıldır görev yapmaktayım. Evli ve bir çocuk annesiyim.
 
Tekerlekli Sandalye
Üst