Dile Gelmeyen Düşünceler

Halil Yılmaz

Admin
Yönetici
Katılım
May 19, 2010
Mesajlar
14,522
Tepkime Puanı
193
Puanları
63
Yaş
50
I

-Tercih meselesi kardeşim! Sana ne? Sa - na - ne!
-Uff iyi be dedi, döndü önüne. Tam o an; sınıfın arka sıralarında oturan Semih, yerinden kalkmış koridora doğru yürüyordu. Kapıya yaklaşmışken tökezledi. Güldü ona. Sonra yanındaki kıza eğilerek dedi ki:
-Bu Ayşe deli. Geleceğini karartıyor. Harbi deli ya.
Yanındaki de bana baktı, onaylayarak kafasını salladı. Bonus olarak "Göz devirme" hareketini ekledi. Nasıl duymuştum onun dediğini? Duymadım ki. Okudum; dudaklarını, mimiklerini okudum. “Onun ne düşündüğünden bana ne? İşim olmaz. Kendi kendime yetiyorum ben." Sonra dedim ki "Neye yetiyorsun ulan? Yeter kendi kendine konuşma. Aha bak, hoca geldi hadi sus." Gerçekten eğleniyorum kendimle. Bazen düşüncelerimi sesli olarak söyleyeceğim ve etraftakiler duyacak diye ödüm kopuyor. Aklımdaki kabuğuma çekildiğim an, şöyle başlar : "Titanlar çarpışıyoor. Dikkat! Taraflar hazır olsun." Hoca sınıfa girdi. Sinirli sinirli bir şeyler söylüyordu. Çocuklara baktım. Önlerindeki defterleri, kitapları kaldırıyorlardı. "Haa doğru ya, bugün sınav vardı." Bu sözleri aklımdan geçirmekle kalmamışım, bir de dudaklarımdan çıkmış. Bahar dehşetle baktı:
-Sınava çalışmadın mı? Son felsefe sınavımız bu!
-Çalıştım yahu çalıştım, sakin ol.
Her sınav öncesi panikler Bahar. Sınavlarda bana bel bağlar. Tembel değildir ama heyecandan bildiklerini unutur. Benim tek yapmam gereken ona ipucu vermektir. Sıra arkadaşı ben olmasaydım zor geçerdi derslerden.
Sınav kolay geçti. Sanırım karne notum '4' olacak. Zil çalmış olmalı, 'sürü' dışarıya çıkıyordu. Sınıftakilere 'sürü' adı takmam, onlardan nefret ettiğim anlamına gelmesin. Sürü diyorum çünkü... Sadece öyleler işte. Bahar "kantine inelim" dedi ve sınıftan çıktık. Kantinde otururken, felsefe hocası yanımıza geldi.
-Bir sonraki dersime ben, vıdı vıdı vıdı vıdı. Yoklamayı vıdı vıdı vıdı vıdı vıdı vıdı....
Dikkatimi veremedim, kafamı çevirdim etraftakilere bakmaya başladım. Hoca gidince Bahar'a sordum:
-Ne diyor?
-İşi çıkmış, acilmiş. Yoklamayı alın, müdüre verin. Sonra eve gidebilirsiniz dedi. Hadi sınıfa vıdı vıdı vıdı vıdı... Bahar'a karşı da dikkatimi kaybettim. Son ders boş diye bayram ediyordum zihnimde. Baktım masadan kalkıyor, ben de kalktım. Sınıfa girince, Bahar sürüden birilerine iyi haberi vermeye başladı. Bir uğultu koptu. Tezahürat ediyordu sınıfın erkekleri. Tabi, ben doğal olarak ne dediklerini anlamıyordum. Benim kulakların çalışma şekli şudur: Hani, "Ses var ama görüntü yok" veya "Görüntü var ama ses yok" derler ya. Benim ki de o hesap ama tek farkla. "Ses var ama 'anlam' yok." Çantamı almak üzere, sırama doğru yürüdüm. Ön sıramda oturan Bayan 'Uff iyi be' ile Bayan 'Göz deviren' beni yanlarına çağırdı. Sıralarının üzerine gazete vardı. Elleriyle gazetenin alt kısmına işaret ediyorlardı. Ne gösterecekler diye baktım. Bakar bakmaz onlardan uzaklaşıp, sırama geçtim. Kitaplarımı toplarken, ikisi birden arkalarına dönerek bana baktılar.
-Bak bu reklama. Buna bakmalısın.
-Bence de bakmalısın. Bir göz at.
Hiddetlendim.
-Biliyorum daha önce görmüştüm!
O ikisi önüne döndü. Kendi aralarında bir şeyler mırıldandılar. Yüzlerini göremediğim için ne dediklerini anlamadım ama söylediklerini tahmin etmek zor değildi. Yargılıyorlardı beni. Sinirlenmeye başladım. Haykırasım geldi. Onlar kim olduklarını sanıyorlardı? 4 yıllık lise hayatımız boyunca bir kez bile beni tanımaya çalışmadılar. İki adım ötemde durup, benim hayatım hakkında dedikodu yapmalarına ne hakları vardı? "Yeter" dedim kendi kendime. "Sakin ol. Lise bitiyor işte. Şurada kaç gün kaldı ki. Bir daha asla görmeyeceksin onları. Sakin ol, hiç bir şey söyleme. Yürü git."
Ama yapamadım, o ikisinin omuzlarına sert bir şekilde dokundum.
-Söyleyecek iki çift lazım var size! İki çiften fazla aslında. Ama beni dinleyeceksiniz, sözümü kesmeden dinleyeceksiniz!
Siz hiç benim tekerlekli sandalyede olan insanları kıskandığımı biliyor musunuz? Hatta hafif aksak diye dalga geçtiğiniz Semih'i kıskandığımı? Aslında tam olarak kıskanmak sayılmaz. Nasıl anlatsam? Onlar bizden -benim gibilerden- daha çok fark ediliyordu. İnsanlarla iletişim kurmaları için kulakları ve dilleri vardı. Engelli denilince ilk akla gelen uzuvları sakat olan insanlardı. Sanki onlara karşı daha duyarlıydı "sağlam" insanlar! Her çeşit engelliler, "sağlam" insanlar tarafından bir alt sınıf görülüyordu. En azından benim gözümden görünen oydu! Engelliler arasında da tekerlekli sandalyede olanları, diğer engellilere karşı üst sınıf olarak görüyordum. Evet, bunun yanlış ve saçma düşünce olduğunu biliyordum. Ciddi ciddi ne zaman fark ettim biliyor musunuz yanlış düşündüğümü? Bir gün memleketten dönüyordum. Şehire geldiğimde otogarda beni karşılayan kimse yoktu. Babamın işi çıkmıştı, beni almaya gelememişti. Ben de yürüyerek eve gitmeye başladım. Elimde belime kadar gelen tekerlekli bavul vardı. Otogardan çıkana kadar her şey iyi ve normaldı. Kaldırımda yürüyordum. Kaldırımın sonunda rampa vardı. Oradan geçtim bavulumla. Karşı kaldırıma çıkmam gerekiyordu. Kaldırımın yanında arabalar park halindeydi. Bırak bavulla kaldırıma çıkmayı, ellerim boşken bile arabaların arasından geçemezdim. Bende yoldaki park halinde olan arabaların yanından yürümeye başladım. Yol dardı. Trafik yoğundu. Yürürken bir araba beni arkamdan çarpacak diye park halindeki arabalara yapışmadığım kalmıştı. Sürekli arkama bakıyordum. Arkamdan bir araba gelse şoför sürekli kornaya basacak, ben de duymayacağım. Sesi ayırt edemeyeceğim çünkü. Şoförler, bir kaç saniye geç geçmeyi dünyanın en büyük sorunu olarak gördüğü için yanımdan geçerken el kol hareketi yapacak. Nasıl tedirgindim biliyor musun? En sonunda kaldırıma çıkabildim. Yürümeye devam ettim. Ve gördüm ki bu kaldırımın sonundaki rampanın önüne bir araba park etmiş. İçimden küfür ediyordum. Bavul ağırdı, kaldırımdan indirmesi zordu. Babaannem yine her zaman ki gibi memleketten yiyeceklerle doldurmuştu bavulumu. Ne zaman bavulu kaldırmak zorunda kalsam yere sertçe indiriyordum. Bavulumun içinden bir şeyler dökülecek diye endişeleniyordum. Ben söylene söylene giderken düşünmeye başladım. Ya tekerlekli sandalyede olsaydım. Ne yapacaktım? Kaldırımın başına geri mi gidecektim? Yoksa etraftaki insanlardan yardım mı isteyecektim? Ya da en başta Kaldırıma çıkmadan yolda mı giderdim? O zaman arabalar yine kornalarına asılır mıydı? İlk defa mı düşündün deme! Daha önce aklıma geliyordu ama kovuyordum. Kimseden yardım almadan yaşamak ne güzel diye düşündüm sonra. Bana basit gelen şeyleri düşündüm. Otobüse binebilmek. Tuvalete gidebilmek. Tek başına her türlü işini görebilmek. Bunlar ne büyük nimet. Tamam, az çok farkındaydım ama... Bu sefer gerçekten tekerlekli sandalyeli biri olarak ciddi ciddi düşündüm. Ailem, okul, ev, alışveriş ve birçok şey. En sonunda dedim ki "Benim elimden bir şey gelmeyecek. Ben bir şeyi düzeltemem." Üzülmeye başladım. Çare yok. Çare var ama benim bunu gerçekleştirmeye gücüm yok. Neden caddeler, binalar; kısacası yeryüzündeki her inşa edilen şeyler, bize göre değil? Kaldırıma bir rampa yaptırılarak neye çözüm oldular? Arabaların rampa önüne park etmelerini neden görmezden geliyorlar? Bir şekilde bunu çözdük diyelim. Ya görme engelliler? Şehrin otogarına hiç dikkat ettiniz mi? Otogarın yakınındaki kaldırımlarda ve otogar girişinde görme engelliler için sarı kılavuz çizgileri var. Diğer kaldırımlarda öyle bir çizgi yok. A benim güzel yurdumun insanları, görme engelli vatandaş o çizgilerin başlangıcına gökten zembille mi iniyor? Onlar, “Şehirde sadece otogarın yakınında kılavuz çizgiler var, ben iyisi oraya kadar uçayım sonra yürürüm” diyorlar değil mi? Ya benden daha kötü durumda olan, hiç duymayanlar? Hadi biz trafik işaretlerini görüyoruz. Bacaklarımız var yürüyoruz. Peki ya bankalarda, marketlerde nasıl işimiz göreceğiz? Elektrik ve su faturası yatıracağımız zaman ne yapacağız? Doktora gittiğimiz zaman? İlle konuşmak gerekiyor çünkü. Konuşulanı anlamak gerekiyor.
Geçen gün göz hastanesine gittim. Giriş kaydımı kardeşim yaptı. Bekleme salonunda kardeşimle oturuyordum. İnsanları inceliyordum. Salonun öteki ucundaki bir görevli, sırasını bekleyen hastaları seslenerek çağırıyordu. Ben salonun diğer ucundaydım. Görevlinin sesi bana kadar gelmiyordu. Bulunduğum yerden dudaklarını da okuyamazdım. Kayıt olurken bir makineden sıra numarası alıyorsun. Veznedarlardaki ekranlarda numaralar yazıyor. Numaran çıkınca gidiyorsun kaydını yapıyorsun. Ama ya kayıt olduktan sonra? Kayıt olduktan sonra neden uzaktan bağırarak çağırıyorlardı? Tek başıma gelseydim ne olurdu? Siz hiç bunları düşündünüz mü? "Aaay yazıık. Allah yardımcın olsun. Zordur tabi ki de umarım iyi yaşarsın caanımm" türü düşünceden bahsetmiyorum. Ciddi ciddi düşünmekten, empati yapmaktan bahsediyorum! Hakkımızda iyi dilek dilemekle kurtuluyorsunuz vicdanınızın sesinden. Yaptığınız sadece bu.

Hem engelli ne yahu? Neye engel? Özürlü demek de hiç sempatik gelmiyor. Sakat deyin şuna. Ne korkuyorsunuz bu "sakat" sözcüğünden. Engel kelimesi ne için kullanılır genelde? Örnek bir: "Polis, suçlunun olay yerinden kaçmasını engelledi." Özür kelimesi? Örnek iki: "Ben hatalıydım. Üzgünüm. Özür dilerim." Sakat kelimesine gelirsek: " Dünkü idmanda sakatlanan futbolcu, Pazar günkü maça yetişebilecek." Sakatlanmak elde olan bir şey değildir. İnsanın kontrolü dışında olur ve iyileşme oranı yüksektir. Hele hele her insan bir engelli adayıdır demiyorlar mı? Nalet, nefret, küfür... Aklıma ne gelirse sayıp döküyorum bu cümleye. Her insan bir engelli adayıymış. Ne demek bu? Ne diyorsun evladım sen? Aday olmak, isteyerek yapılan eylemdir. Kimse engelli olmayı “muhteşem” bir şey olarak görmez. Engelliler bile görmez.
O gazetedeki ilana gelince; o cihazlar bende işe yaramıyor. Onları kullanınca duyduğum seslerin desibeli artıyor sadece. Yani bir insan konuşurken yine onun yüzüne bakmak zorundayım. O yüzden kullanmıyorum. Fazladan gürültüye sahip olup ta ne yapacağım? Üstelik her yıl işitmem azalıyor ve bunun kesin çözümü yok. O cihazları kullansam da kullanmasam da bir gün tamamen sağır olacağım. Bunu anlayabilir misiniz? Tercihime saygı duyabilir misiniz?

II

Hayır. Bunları diyemedim. Beynimin bir köşesinde bu konuşmayı yapıyordum ama gerçekte olan şuydu: “Sizi ilgilendirmez!" Çantamı alıp, çıktım sınıftan. Akrabalarıma, aileme, arkadaşlarıma anlatıyordum. Neden kullanmadığımı anlatıyordum. Ancak anlamıyorlardı beni. Pes etmiştim. Düşüncelerimle avunuyordum.
 
Son düzenleme:
Tekerlekli Sandalye
Üst