Kimliğim, Arayışım, Zavallı Fikirlerim
Çocukluk ve ilk gençlik yıllarımdan bu yana kimliğimin, onu ele veren alışkanlıklarımın, içinde yaşadığım toplumun ve onun bana dayattığı, benimsettiği fikirleri ve bu fikirlerin gölgesinde filizlenen aklımın haznelerinde şu an bile devam eden bir arayışa koyuldum. Size elbette tarih öncesi bir feylesofun ağırbaşlı ve dingin sükûtuyla seslenmeyeceğim. Aksine: Ben çirkin sözleri severim. Bağırmayı, çağırmayı, sesimi yükseltmeyi, haksızlığın karşısında durmayı, kaosu, bireysel savaşı, yürüyüşleri, ayaklanmaları, aydınlanmayı.
Bana kalırsa ağırbaşlılık, sükût ve dinginlik, tabiatı itibariyle kadere teslim olmuşluğu ve susmayı emrediyor. Oysa kendinize, içinize eğilip bakın; tarihe göz atın, çevrenize dönün: Her hak arayışı kaosla, manifestolarla, ayaklanmalar ve bu ayaklanmaların topluma kazandırdığı aydınlanma ile gelmiştir. İşte bu aydınlanmaya ulaşmak için koyulduğum kimlik arayışımda önüme koyulan taşlardan, toplumdan, -bu kez hatta siyasetten- belki arzuladığım o karşı konulmaz düzenden söz edeceğim.
Kabul edelim: Eksik ya da kusurlu(!) bulunan uzuvlarımız nedeniyle toplumun ve onun şekillendirdiği normların dışında kalıyoruz. Yani o göremediğimiz, içine karışmak için can attığımız, savaştığımız görünmez güç tarafından menzile itiliyoruz. Bu güç kulaklarımıza fısıldıyor: Kader.
Toplum ve onun uslanmaz nefsinin gölgesi olan politikacılar, bir şeyi, bir topluluğu beğenmiyor, aralarında görmek istemiyorlarsa, din çevresinde ürettikleri bir olgu yaratırlar ve bunu o azınlığa yuttururlar. Yıllarca, yüzyıllarca bize yutturdukları o karşı konulmaz yalan da buydu işte: Kader.
Toplumlar ve onların söz sahibi temsilcisi olan politikacıların ilk işleri toplumu belli gruplara ayırmak ve ayırdığı her grubun farklı taleplere sahip “tüketici varlıklar” olmasını başarmaktır. Talepleri ve hayalleri olan insanlar olduğumuz için örneği bu kanaldan götürmeye gayret edeceğim. Topluma göre her birimizin ortak paydada buluştuğu bazı istekler var: Tekerlekli sandalye, sevişebileceğimiz bir erkek/kadın, rahat dolaşabileceğimiz şehirler, sosyalleşebileceğimiz barlar, bir araya gelip hayatımızı değiştirecek yeni fırsatlar. Tüketici olan toplum, kendi içinde bizi “öteki tüketici” hâline getirirken, bundan karşı konulmaz bir zevk alır. Çünkü kendi hegemonyasının bir aksi olan biz engelliler, toplum ve onların temsilcisi politikacılara göre yaratılan bu büyük zokayı kolayca yutabilecek bir topluluğuz. Yüzyıllarca anlatılan kader zokasını bu kadar kolay yutmamızın arkasında yatan şeyin neden din olduğunu hiç düşündünüz mü? Birisi size buna neden olan şeyin “Evrimin biraz kusurlu olması gerekiyordu, bu nedenle size ihtiyaç duyuyoruz,” demesini ne kadar mantıklı karşılardınız?
Elbette herkes gibi meselenin çözümüne dair eşit ve makul fikirleri paylaşıyorum. Tekrarlamakta fayda var: Eğitim eksikliği bir topluluğu yönetmenin en maliyetsiz ve kesin yoludur. Bu yol politikacıları arzuladıkları madene ve ego tatminine götürür.
Örneklendirelim: Bir toplumda akraba evlilikleri nedeniyle ortaya çıkan engelli bireylerin artmasına engel olmak isterseniz, bunun yanlış bir şey olduğunu anlatabilecek sosyal tesisler, fakülteler kurar, eğitim sistemini bu düzene göre şekillendirirsiniz. Şayet algıyı değiştiremeyeceğinizi düşünüyorsanız, elinizdeki diktatörlük silahını kullanır ve akraba evliliklerine yasalar yoluyla bazı engeller koyarsınız. Bu yöntemin biraz faşistçe olduğunu kabullenmekle birlikte, bireyin özlük hakkı olan “doğru yaşam şeklini” düşününce mesele gibi çözümler de kısırlaşıyor.
Konuya dair birçok çözüm yolu olmakla birlikte, tüm bu çözümlerin bir araya geldiği yer yine eğitim sistemi olduğu için, sorun-çözüm paralelinde konuyu ilerletmek yerine, konunun başında da belirttiğim üzere aklımın haznelerinde beni rahatsız eden, sürekli beynimi kemiren o fikirleri paylaşmak istiyorum. Zira hepimiz, engelliliğin bireysel değil, toplumsal ve siyasal bir konu olduğunu bilen insanlarız.
Bizi neden görmek istemiyorlar sanıyorsun ey okur? Çünkü ayıplarını, cehaletlerini, günahlarını yüzlerine vuruyoruz. Bizden değil, kendilerinden utanıyorlar. Zavallı insanlar. Çünkü bir yerlerde bizim eksik ve kusurlu(!) uzuvlarımızı yaratırlarken, saygı duymadıkları yaşam hakkımızı hiçe sayarken, hiçbir insanoğlu çıkıp bağırmadı. Herkes ağırbaşlılığın, sükûtun, dostane tavırların, yalancı barış söylemlerinin arkasına gizlenmekle meşguldü. Kimse sesini çıkarmadı. Politikacılar kadar toplum da istiyordu çünkü: Kendisinden farklı bir görünüme sahip bir azınlık.
Bu yüzden insanlar, ikiyüzlü tavırları belli olmasın, egolarına zarar gelmesin diye, “engelli insan” için kökten-çözüm üretecek bir yapılanmaya gitmek yerine, meselenin etrafında dönmeyi yeğler. Çünkü biz; tekerlekli sandalyeler almalı, şehrin bize göre şekillenmesini istemeli, bu taleplerimiz sayesinde de buna yanıt veren politikacıların vicdan sahibi insanlar olduklarını düşündürmeliyiz.
Söyle o hâlde okuyucu: Hangi ahmak medeniyetin bisiklet yoluyla, yapılan yardımlarla, kendi yansımalarına acıdığı için vicdan sahibi olarak kabul gören insanlarla gelir?
“Yukarıda bir yerde bir
tanrı varsa, umarım benim
viski içmem ya da domuz
eti yememden çok daha
önemli meselelerle uğraşıyordur.”
Khaled Hosseini
tanrı varsa, umarım benim
viski içmem ya da domuz
eti yememden çok daha
önemli meselelerle uğraşıyordur.”
Khaled Hosseini
Çocukluk ve ilk gençlik yıllarımdan bu yana kimliğimin, onu ele veren alışkanlıklarımın, içinde yaşadığım toplumun ve onun bana dayattığı, benimsettiği fikirleri ve bu fikirlerin gölgesinde filizlenen aklımın haznelerinde şu an bile devam eden bir arayışa koyuldum. Size elbette tarih öncesi bir feylesofun ağırbaşlı ve dingin sükûtuyla seslenmeyeceğim. Aksine: Ben çirkin sözleri severim. Bağırmayı, çağırmayı, sesimi yükseltmeyi, haksızlığın karşısında durmayı, kaosu, bireysel savaşı, yürüyüşleri, ayaklanmaları, aydınlanmayı.
Bana kalırsa ağırbaşlılık, sükût ve dinginlik, tabiatı itibariyle kadere teslim olmuşluğu ve susmayı emrediyor. Oysa kendinize, içinize eğilip bakın; tarihe göz atın, çevrenize dönün: Her hak arayışı kaosla, manifestolarla, ayaklanmalar ve bu ayaklanmaların topluma kazandırdığı aydınlanma ile gelmiştir. İşte bu aydınlanmaya ulaşmak için koyulduğum kimlik arayışımda önüme koyulan taşlardan, toplumdan, -bu kez hatta siyasetten- belki arzuladığım o karşı konulmaz düzenden söz edeceğim.
Kabul edelim: Eksik ya da kusurlu(!) bulunan uzuvlarımız nedeniyle toplumun ve onun şekillendirdiği normların dışında kalıyoruz. Yani o göremediğimiz, içine karışmak için can attığımız, savaştığımız görünmez güç tarafından menzile itiliyoruz. Bu güç kulaklarımıza fısıldıyor: Kader.
Toplum ve onun uslanmaz nefsinin gölgesi olan politikacılar, bir şeyi, bir topluluğu beğenmiyor, aralarında görmek istemiyorlarsa, din çevresinde ürettikleri bir olgu yaratırlar ve bunu o azınlığa yuttururlar. Yıllarca, yüzyıllarca bize yutturdukları o karşı konulmaz yalan da buydu işte: Kader.
Toplumlar ve onların söz sahibi temsilcisi olan politikacıların ilk işleri toplumu belli gruplara ayırmak ve ayırdığı her grubun farklı taleplere sahip “tüketici varlıklar” olmasını başarmaktır. Talepleri ve hayalleri olan insanlar olduğumuz için örneği bu kanaldan götürmeye gayret edeceğim. Topluma göre her birimizin ortak paydada buluştuğu bazı istekler var: Tekerlekli sandalye, sevişebileceğimiz bir erkek/kadın, rahat dolaşabileceğimiz şehirler, sosyalleşebileceğimiz barlar, bir araya gelip hayatımızı değiştirecek yeni fırsatlar. Tüketici olan toplum, kendi içinde bizi “öteki tüketici” hâline getirirken, bundan karşı konulmaz bir zevk alır. Çünkü kendi hegemonyasının bir aksi olan biz engelliler, toplum ve onların temsilcisi politikacılara göre yaratılan bu büyük zokayı kolayca yutabilecek bir topluluğuz. Yüzyıllarca anlatılan kader zokasını bu kadar kolay yutmamızın arkasında yatan şeyin neden din olduğunu hiç düşündünüz mü? Birisi size buna neden olan şeyin “Evrimin biraz kusurlu olması gerekiyordu, bu nedenle size ihtiyaç duyuyoruz,” demesini ne kadar mantıklı karşılardınız?
Elbette herkes gibi meselenin çözümüne dair eşit ve makul fikirleri paylaşıyorum. Tekrarlamakta fayda var: Eğitim eksikliği bir topluluğu yönetmenin en maliyetsiz ve kesin yoludur. Bu yol politikacıları arzuladıkları madene ve ego tatminine götürür.
Örneklendirelim: Bir toplumda akraba evlilikleri nedeniyle ortaya çıkan engelli bireylerin artmasına engel olmak isterseniz, bunun yanlış bir şey olduğunu anlatabilecek sosyal tesisler, fakülteler kurar, eğitim sistemini bu düzene göre şekillendirirsiniz. Şayet algıyı değiştiremeyeceğinizi düşünüyorsanız, elinizdeki diktatörlük silahını kullanır ve akraba evliliklerine yasalar yoluyla bazı engeller koyarsınız. Bu yöntemin biraz faşistçe olduğunu kabullenmekle birlikte, bireyin özlük hakkı olan “doğru yaşam şeklini” düşününce mesele gibi çözümler de kısırlaşıyor.
Konuya dair birçok çözüm yolu olmakla birlikte, tüm bu çözümlerin bir araya geldiği yer yine eğitim sistemi olduğu için, sorun-çözüm paralelinde konuyu ilerletmek yerine, konunun başında da belirttiğim üzere aklımın haznelerinde beni rahatsız eden, sürekli beynimi kemiren o fikirleri paylaşmak istiyorum. Zira hepimiz, engelliliğin bireysel değil, toplumsal ve siyasal bir konu olduğunu bilen insanlarız.
Bizi neden görmek istemiyorlar sanıyorsun ey okur? Çünkü ayıplarını, cehaletlerini, günahlarını yüzlerine vuruyoruz. Bizden değil, kendilerinden utanıyorlar. Zavallı insanlar. Çünkü bir yerlerde bizim eksik ve kusurlu(!) uzuvlarımızı yaratırlarken, saygı duymadıkları yaşam hakkımızı hiçe sayarken, hiçbir insanoğlu çıkıp bağırmadı. Herkes ağırbaşlılığın, sükûtun, dostane tavırların, yalancı barış söylemlerinin arkasına gizlenmekle meşguldü. Kimse sesini çıkarmadı. Politikacılar kadar toplum da istiyordu çünkü: Kendisinden farklı bir görünüme sahip bir azınlık.
Bu yüzden insanlar, ikiyüzlü tavırları belli olmasın, egolarına zarar gelmesin diye, “engelli insan” için kökten-çözüm üretecek bir yapılanmaya gitmek yerine, meselenin etrafında dönmeyi yeğler. Çünkü biz; tekerlekli sandalyeler almalı, şehrin bize göre şekillenmesini istemeli, bu taleplerimiz sayesinde de buna yanıt veren politikacıların vicdan sahibi insanlar olduklarını düşündürmeliyiz.
Söyle o hâlde okuyucu: Hangi ahmak medeniyetin bisiklet yoluyla, yapılan yardımlarla, kendi yansımalarına acıdığı için vicdan sahibi olarak kabul gören insanlarla gelir?