Edebiyatın onarıcı bir yanı olduğuna, ben gibi ona kenarından köşesinden tutunmak isteyenlerin tutkuyla bağlandığı bir yaşam kaynağı olduğuna inanırım. Her ne kadar “yazıyorum”, “edebiyatçıyım” diyecek kadar tecrübeli ve cesur biri olmasam da, “öyle bir şeyler karalıyorum işte,” diyecek kadar aklı başında bir adamımdır. En azından bir metnin edebi niteliğini, onun çağrıştırdığı renkleri, sesleri ve kokuları çözümleyebilecek kadar edebi birikimim vardır. Ama bu yazımda bir Turgenyev kahramanı gibi kibirli bir tavır takınmak yerine, aynadaki hikâyeyi anlatmak istiyorum.
Edebiyatın sanatın içinde daha başka ve daha tılsımlı bir yeri olduğuna inanırım. Bu gizemli ışıktan bir parça da olsa payına düşeni alan, yüzyıllar boyu göçüp giden bazı şanslı yolculardan biri, -hiç yoksa bir okuyucu olarak- tıpkı sizler gibi, ben de biraz kendi mükemmeliyetçi arayışımı aynadaki hikâyeye çevirmeye, görmek istemediğim ya da hikâyeme koymak istemediğim şeylere dikkatimi verdim. Her ne kadar dürüst olmaya çalışsam da, içimdeki o mutsuz, yalnız ve biraz da kırgın olan yazar, istemsiz de olsa bazı gerçekleri yalnızca sizden değil, kendinden de saklamak istiyor. Belki kimseye göstermek istemediğim, bitirmediğim ya da tamamlamadığım bir hikâyenin gün yüzüne çıkmasından korkuyor, belki de bu hikâyenin hiç anlatılmamasını istiyorumdur. Ama tüm bu korku dolu saklambaç mesailerimi bir köşeye bırakıp, bu kez kendi aynamla yüzleşmeye, bu aynada kurgulamaya çalıştığım hikâyemdeki mükemmeliyetçi detaylara göz gezdirmek istedim. Kendi aynamdaki hikâyemden yola çıkarak çözümlemeye çalıştığım bu garip arayış takıntısında dikkatimi çeken ilk şey, sizin de tahmin edeceğiniz üzere edebiyatta kendine yer bulamamış ve yalnızca bu âlemde değil, hayal kubbesinde de “öteki” olarak yer eden şeyler oldu. Bu “işin” de bir parça demir ustalığı olduğunu, bu ustanın dövdüğü demirin de yine kendisi olduğu gerçeği, uzun yıllardır aklımın bir köşesinde yer eder. Ama demirci ustasından büyükçe bir farkımız olması ve işimizin kelimelerle olması nedeniyle yalnızca katı malzemelere değil, renk renk, desen desen hikâyelere, seslere ve kokulara sahibiz. İşin mükemmeliyetçi takıntısı, kurgudaki bencilliği ve tek taraflı aynanın görüntüsü de bu noktada gün yüzüne çıkıyor: Elimizde bu kadar çok imkân olmasına karşın neden başkalarının, farklılıkların, ötekilerin, azınlıkların hikâyesini anlatmadığımızı sordum aynadaki surete. İnsanın kendiyle yüzleşmesi, gerçekleri kabullenmesi kendisi için bir devrimdir. Ve hiçbir devrim kolay kolay tamamlanmaz. Devrimini henüz tamamlayamamış aciz bir “yazar” olarak baktığım aynada gördüğüm şeyler beni her ne kadar rahatsız etmişse de, bunlarla yüzleşecek kadar birikimim vardı.
Anlatacağım bu şeyleri aynadaki hikâyemin orta yerine dikilen bir utanç anıtı olarak mı, yoksa kendi ses tonunuza uygun bir suretin size hakiki itirafları olarak mı görürsünüz, bilmiyorum. Ama ben edebiyat okyanusunun en karanlık, en gerçekçi, en ücra sularında gezinen basit bir su damlası olarak size bu dünyayla ilgili kendi gerçeklerimizden bahsedeceğim. Bu cesareti göstermeme neden olan şeyin ne olduğunu bilmemekle birlikte, itiraf edeceğim bu şeylerin sizin için ne anlam ifade edeceği ise yazımın bundan sonraki kısmında önemli bir rol oynayacak.
Biz hikâyeciler, anlatıcılar, meddahlar, yazarlar, yani tüm yalnızların tek övünç kaynağı kimsenin görmediği ya da bakıp da göremediği şeyleri anlatmaktır. Fakat bu noktada kendimizle çeliştiğimiz anlar, tıpkı diğerleri gibi düştüğümüz aptallıklar, çoğu zaman aymazlıklar bu uğraşlarımızın bir parçasıdır. Bir şeyden bahsetmeyi severken, onu unutup gideceğimizi de aklımızın bir köşesiyle kestiririz, ama bunu değil size, kendimize bile itiraf edemeyiz. Bir hikâyenin kusursuz olmasını isterken, bu kusursuzluğa gölge düşürecek herhangi bir “öteki”, hikâyemizin utanç kaynağı olabilir. Bazıları için “yalnızca bir cümle de geçecek olan” şey, bizim için hikâyenin bel kemiklerinden biri olur. Bu yüzden ona “öteki” olarak görüneni katmaktan kaçınır, sonunda ortaya koyduğumuz bu kusursuz “sıradanlıktan” gurur duyarız. Oysa mesela, yalnızca “gerçek” olanla örülmüş bir hikâyede duymak istediğimiz şeyler baştan ayağa “farklı” ve “dikkat çekici” olmalıdır. Ama biz ikiyüzlü olanlarsa, bu “dikkat çekiciliği”, “sıradan” olan da arar, sonunda kurguladığımız bu “sıradan farklılıktan” garip bir övünç duygusu yaratırız. “Evet, gerçekten ilginç bir hikâye, ilginç bir karakter,” diye bahsettiğimiz şeyler, bu “gerçek” hikâyede “sıradan” birer detay olarak yer eder okuyucunun aklında. Buna zemin hazırlayan yazar ve dizgici bunu bildiği için ötekiyi, farklıyı, azınlığı yalnızca tılsımlı bir detay olarak görmekten herhangi bir utanç duymaz. Üstelik bu ikiyüzlülükten de gizli bir zevk duyar. Çünkü “kusursuz” olduğuna inandığı hikâyesine öteki ya da diğer tüm farklılıklar herhangi bir gölge düşürmemiş ve hikâyesi “sıradan kusursuzluk” mertebesine erişmiştir.
İnsanoğlunun sanat tarihi boyunca gerçek ya da hayal, mimari ya da estetik, her alanda yaratmak istediği kusursuzluk ilkesi, “farklı” olana duyduğu garip meraktan doğmasına karşın, bu merak sonunda “farklı bir sıradanlık” yaratmaktan öteye geçmez. Çünkü yazar-okur ilişkisindeki en önemli etken, hikâyede geçen karakterlerin sayfalarda değil, ona tanıklık eden okurun yanı başında olduğu hissi uyandırmasıdır. Bunu başarabildiği oranda “başarılı bir yazar” olduğuna inanan “yazar”, ıskaladığı diğer “gerçekleri” görmezlikten geldiği için hiçbir utanç duymaz. Hikâyesi yalnızca “normal” ve “sıradan” olanları ilgilendirdiği ve onlarda herhangi bir rahatsızlık yaratmayacak kadar “normal” olduğu için aklında hiçbir endişe kalmamıştır. Hayatımızın her alanında olduğu gibi, sanat ve onun merkezinde olduğuna inandığım edebiyatta da bu “kusursuzluk” arayışı; biz aptal, ikiyüzlü ve umursamaz anlatıcıların, hikâyecilerin, yazarların ne yazık ki “başarılı” olamadığı bir alandır. Elindeki sihirli değneği kullanamayan bir insanoğlu ne kadar gülünçse, biz de o kadar gülüncüz. Tüm bu itiraflara neden olan aynadaki hikâyeye bir üçüncü gözle değil, bu ayıbın mimarı olan kişi olarak bakmak istedim. Şayet bu umursamazlığa sizler gibi “bir üçüncü kişi” olarak sitem ediyor olsaydım, içten içe benim de hikâyede anlatılan ikiyüzlülerden farkın olmadığını düşünecektiniz. Oysa o ikiyüzlülerden biri de elbette bu satırların sahibidir.
Edebiyatın sanatın içinde daha başka ve daha tılsımlı bir yeri olduğuna inanırım. Bu gizemli ışıktan bir parça da olsa payına düşeni alan, yüzyıllar boyu göçüp giden bazı şanslı yolculardan biri, -hiç yoksa bir okuyucu olarak- tıpkı sizler gibi, ben de biraz kendi mükemmeliyetçi arayışımı aynadaki hikâyeye çevirmeye, görmek istemediğim ya da hikâyeme koymak istemediğim şeylere dikkatimi verdim. Her ne kadar dürüst olmaya çalışsam da, içimdeki o mutsuz, yalnız ve biraz da kırgın olan yazar, istemsiz de olsa bazı gerçekleri yalnızca sizden değil, kendinden de saklamak istiyor. Belki kimseye göstermek istemediğim, bitirmediğim ya da tamamlamadığım bir hikâyenin gün yüzüne çıkmasından korkuyor, belki de bu hikâyenin hiç anlatılmamasını istiyorumdur. Ama tüm bu korku dolu saklambaç mesailerimi bir köşeye bırakıp, bu kez kendi aynamla yüzleşmeye, bu aynada kurgulamaya çalıştığım hikâyemdeki mükemmeliyetçi detaylara göz gezdirmek istedim. Kendi aynamdaki hikâyemden yola çıkarak çözümlemeye çalıştığım bu garip arayış takıntısında dikkatimi çeken ilk şey, sizin de tahmin edeceğiniz üzere edebiyatta kendine yer bulamamış ve yalnızca bu âlemde değil, hayal kubbesinde de “öteki” olarak yer eden şeyler oldu. Bu “işin” de bir parça demir ustalığı olduğunu, bu ustanın dövdüğü demirin de yine kendisi olduğu gerçeği, uzun yıllardır aklımın bir köşesinde yer eder. Ama demirci ustasından büyükçe bir farkımız olması ve işimizin kelimelerle olması nedeniyle yalnızca katı malzemelere değil, renk renk, desen desen hikâyelere, seslere ve kokulara sahibiz. İşin mükemmeliyetçi takıntısı, kurgudaki bencilliği ve tek taraflı aynanın görüntüsü de bu noktada gün yüzüne çıkıyor: Elimizde bu kadar çok imkân olmasına karşın neden başkalarının, farklılıkların, ötekilerin, azınlıkların hikâyesini anlatmadığımızı sordum aynadaki surete. İnsanın kendiyle yüzleşmesi, gerçekleri kabullenmesi kendisi için bir devrimdir. Ve hiçbir devrim kolay kolay tamamlanmaz. Devrimini henüz tamamlayamamış aciz bir “yazar” olarak baktığım aynada gördüğüm şeyler beni her ne kadar rahatsız etmişse de, bunlarla yüzleşecek kadar birikimim vardı.
Anlatacağım bu şeyleri aynadaki hikâyemin orta yerine dikilen bir utanç anıtı olarak mı, yoksa kendi ses tonunuza uygun bir suretin size hakiki itirafları olarak mı görürsünüz, bilmiyorum. Ama ben edebiyat okyanusunun en karanlık, en gerçekçi, en ücra sularında gezinen basit bir su damlası olarak size bu dünyayla ilgili kendi gerçeklerimizden bahsedeceğim. Bu cesareti göstermeme neden olan şeyin ne olduğunu bilmemekle birlikte, itiraf edeceğim bu şeylerin sizin için ne anlam ifade edeceği ise yazımın bundan sonraki kısmında önemli bir rol oynayacak.
Biz hikâyeciler, anlatıcılar, meddahlar, yazarlar, yani tüm yalnızların tek övünç kaynağı kimsenin görmediği ya da bakıp da göremediği şeyleri anlatmaktır. Fakat bu noktada kendimizle çeliştiğimiz anlar, tıpkı diğerleri gibi düştüğümüz aptallıklar, çoğu zaman aymazlıklar bu uğraşlarımızın bir parçasıdır. Bir şeyden bahsetmeyi severken, onu unutup gideceğimizi de aklımızın bir köşesiyle kestiririz, ama bunu değil size, kendimize bile itiraf edemeyiz. Bir hikâyenin kusursuz olmasını isterken, bu kusursuzluğa gölge düşürecek herhangi bir “öteki”, hikâyemizin utanç kaynağı olabilir. Bazıları için “yalnızca bir cümle de geçecek olan” şey, bizim için hikâyenin bel kemiklerinden biri olur. Bu yüzden ona “öteki” olarak görüneni katmaktan kaçınır, sonunda ortaya koyduğumuz bu kusursuz “sıradanlıktan” gurur duyarız. Oysa mesela, yalnızca “gerçek” olanla örülmüş bir hikâyede duymak istediğimiz şeyler baştan ayağa “farklı” ve “dikkat çekici” olmalıdır. Ama biz ikiyüzlü olanlarsa, bu “dikkat çekiciliği”, “sıradan” olan da arar, sonunda kurguladığımız bu “sıradan farklılıktan” garip bir övünç duygusu yaratırız. “Evet, gerçekten ilginç bir hikâye, ilginç bir karakter,” diye bahsettiğimiz şeyler, bu “gerçek” hikâyede “sıradan” birer detay olarak yer eder okuyucunun aklında. Buna zemin hazırlayan yazar ve dizgici bunu bildiği için ötekiyi, farklıyı, azınlığı yalnızca tılsımlı bir detay olarak görmekten herhangi bir utanç duymaz. Üstelik bu ikiyüzlülükten de gizli bir zevk duyar. Çünkü “kusursuz” olduğuna inandığı hikâyesine öteki ya da diğer tüm farklılıklar herhangi bir gölge düşürmemiş ve hikâyesi “sıradan kusursuzluk” mertebesine erişmiştir.
İnsanoğlunun sanat tarihi boyunca gerçek ya da hayal, mimari ya da estetik, her alanda yaratmak istediği kusursuzluk ilkesi, “farklı” olana duyduğu garip meraktan doğmasına karşın, bu merak sonunda “farklı bir sıradanlık” yaratmaktan öteye geçmez. Çünkü yazar-okur ilişkisindeki en önemli etken, hikâyede geçen karakterlerin sayfalarda değil, ona tanıklık eden okurun yanı başında olduğu hissi uyandırmasıdır. Bunu başarabildiği oranda “başarılı bir yazar” olduğuna inanan “yazar”, ıskaladığı diğer “gerçekleri” görmezlikten geldiği için hiçbir utanç duymaz. Hikâyesi yalnızca “normal” ve “sıradan” olanları ilgilendirdiği ve onlarda herhangi bir rahatsızlık yaratmayacak kadar “normal” olduğu için aklında hiçbir endişe kalmamıştır. Hayatımızın her alanında olduğu gibi, sanat ve onun merkezinde olduğuna inandığım edebiyatta da bu “kusursuzluk” arayışı; biz aptal, ikiyüzlü ve umursamaz anlatıcıların, hikâyecilerin, yazarların ne yazık ki “başarılı” olamadığı bir alandır. Elindeki sihirli değneği kullanamayan bir insanoğlu ne kadar gülünçse, biz de o kadar gülüncüz. Tüm bu itiraflara neden olan aynadaki hikâyeye bir üçüncü gözle değil, bu ayıbın mimarı olan kişi olarak bakmak istedim. Şayet bu umursamazlığa sizler gibi “bir üçüncü kişi” olarak sitem ediyor olsaydım, içten içe benim de hikâyede anlatılan ikiyüzlülerden farkın olmadığını düşünecektiniz. Oysa o ikiyüzlülerden biri de elbette bu satırların sahibidir.