Engel Koyanlar

Halil Yılmaz

Admin
Yönetici
Katılım
May 19, 2010
Mesajlar
14,507
Tepkime Puanı
189
Puanları
63
Yaş
50
ENGEL KOYANLAR
Sımsıkı tuttuğu kolumu bıraktı. "Otur bakıyım şurayaa!", dedi. Şoföre para verdi. Şoförü sevmedim. Kocaman bıyıkları vardı, dişleri de çürüktü. Hikmet amcaya benziyordu şoför, Hikmet amcadan çok korkarım. "Bir daha yaramazlık yaparsan keserim çükünü", demişti bana. Ya keserse. Çok kanar mı? Ne yaparım ben. "hımmmmmmmmmmm duydun mu? Bir daha yaramazlık yaparsan çağırırım Hikmet amcanı görürsün", demişti annem de.Yaramazlık yapmamam lazım, yaparsam annem Hikmet amcayı çağırır!
Şoför: "Hasta mı, çocuk geçmiş olsun ", dedi. Annem utandı, "evet özürlü", dedi. "Zihinsel". Özürlü benim gibilere denen bir şeydi. Annem bana, yaramazlık yaptığımda özür dilememi öğretti. Yani özürlü: hep yaramazlık yapan demek. Ama ben hep yaramazlık yapmam ki...Zihinsel ne demek? Zi-hin-sel. Bazıları da engelli diyorlardı benim için, annem kızınca gerizekalı diyordu. Gerizekalı kötü birşey demek. Çünkü annem öyle söyledi. Ben kötü değilim, ama gerizekalı kötü birşey. Hikmet amca kötü, şoför amca da kötü, çürük dişleri var. Sokaktaki çocuklarda kötü, kafama vurup kaçıyorlar. Ama annem de onları kovalıyor sonra. "Piç kuruları, utanmıyor musunuz?", diyor. Annem beni çok sever. Annem benden utandı. Babam beni çok sevmez, kardeşimi sever o. Babam çok güçlüdür, kızarsa herkesi döver. Onun için çok korkarım ondan. Ben gerizekalıymışım, yaşıtlarım seneye liseye başlayacakmış, ben toplamayı bile bilmiyormuşum. Bilmek istiyorum ama çok zor. Onlarla konuşmak da çok zor. Çok hızlı konuşuyorlar. Hem ben çok unuturum.
Otobüs çok kalabalıktı. Annem, yanımıza gelen yaşlı teyzeye yer vermek için, beni kucağına aldı. Teyze de "hastamı çocuk?" diye sordu. Hasta mı görünüyorum. Hastalar nasıl görünür ki? Kardeşim hastalanmıştı geçen gün, yüzü kıpkırmızıydı.
"Kafanı dayama, şu cama!", dedi annem; sonra, aynı cevabı verdi teyzeye. Yine utandı, çünkü utanınca hep yere doğru bakar. "Allah kolaylık versin kardeş", dedi teyze annemin omzuna dokunup.

"Otur bakıyım şurayaa!", dedim. Şoföre, yol parasını (bir tam, bir sakat) verdim. Of Allah'ım, yine eğmiş kafasını, cin çarpmış gibi bakıyor. Neydi benim günahım? Heh, şimdi soracak şoför, ya da geçmiş olsun diyecek. "Hasta mı çocuk, geçmiş olsun.", dedi. Yine aynı terane! Ne diyeceğim şimdi? Ne diyeceksin anam, mecbur anlatacaksın, kader utansın! Ama yook, yine ben utandım cevabı verirken. Aaah ah çekilecek çilem varmış. Allah'tan altına işemiyor.
Bu otobüslerden de bıktım, tıklım tıkış, yine yaşlı biri gelir, yanıma dikilir. Sonra al hasta çocuğu kucağına, bir de o yaşlıya hesap ver. "Geçmiş olsun", "Niye böyle oldu, akraba mısınız kocanla?", "Yok teyze/amca değiliz, Allah'tan", "Öyle deme evladım, bunda da vardır hayır", bunun neresinde var hayır! Her dakika, her an başında durmam gerek. İki dakika yalnız bıraksam, aklım kalıyor. Geçen gün, bulaşık yıkarken bir ses geldi içeriden, aklım çıktı, nasıl girdim salona, ne zaman gördüm zavallıyı, koltuğun yanına sinmiş ağlarken anlamadım. Sehpanın üstündeki küllüğü düşürmüş. Küllük tuzla buz olmuş tabi. O da kızacağım diye başlamış ağlamaya. İçim küllükten beter oldu durumu anlayınca. Sarıldım yavruma, saçını okşadım, ağladık beraber. Onun güzel, sarı saçlarına döküldü gözyaşlarım. Dalgalı saçları, ela gözleri var benim oğlumun. İnce parmaklı elleri var, kız eli gibi öyle güzel, öyle narin. Al al yanakları, sağ yanağında gamzesi var. Güzel oğlum benim, bahtsız oğlum.
Onu sevdiğimi biliyor mu acaba?. İstemeden kızdığımı, onu üzmek istemediğimi biliyor mu? Kim ister ki, evladını üzmek, hangi anne... Ama kader işte. Benim oğlum, ilk göz ağrım; yaşıtları gibi gezip tozamayacak, okuyup büyük adam olamayacak, evlenemeyecek. Hep bana muhtaç olacak.
Kimsesi yok oğlumun, her şeyi benim. Yoruluyorum ben de; sürekli elini kolunu düzeltmekten, sokaktaki piçlerden kollamaktan, millete hesap vermekten... Bazen çekip gitmek geliyor içimden, herkesi geride bırakmak, ama en çok o tutuyor beni burada. Ne yapar bensiz, yok olur gider, hem evlat bu, hasta diye bırakılır mı? Özürlü işte, adı üstünde.
Bütün bu dertler yetmezmiş gibi, bir de kocanın laflarına katlan: onların akrabalarında böyle kimse yokmuş da, kesin bizim sülalede bir bozukluk varmış da, ama gönül işte vaktiyle bana konmuş da, bilse yapar mıymış da, bir erkek evlat daha doğurmamış olsam yüzüme bakar mıymış da! Şerefsiz herif, bütün kabahati bana atıyor. Sanki beraber yapmadık. Hem böyle kızar, zavallıcığı kabul etmek istemez, hem de bir yerine bir şey olsa kahrolup başıma ekşir, "Niye çocuğu yalnız bıraktın? Sen ne biçim annesin !", diye ahkam keser. Hayvan herif! Doğdu doğalı herşeyine ben yetişiyorum, ne hakla suçluyorsun beni? Akrabalarında, soyunda hiç özürlü yokmuş. Adı batsın akrabalarının! Çocuğun durumu anlaşılınca, "Üzülme bacım, bir tane daha yaparsın", diyenler değil mi senin akrabaların? Çocuğum o benim, evladım, özürlü diye kenara mı iteceğim. Hem sen ne biçim babasın, ben yine sevgimi gösteriyorum çocuğa, sen ne yapıyorsun. Ver doktor için üç kuruş para, çık işin içinden !
Heh, yaşlı teyze de geldi. Hoş geldin teyzeee, bir sen eksiktin. Gel gel, dikil tepemde de mecburen yer vereyim sana, çocuğu kucağıma alıp... Nihayet, yanı başıma, hatta dibime oturabildin teyze, bakalım milyonluk soruyu ne zaman soracaksın? ... İşte sordun (Bravo teyze!): "Hasta mı çocuk?". Sormamış olsan be teyze, çok yorgunum, çok bezginim, anlatmaya dermanım yok, sormamış olsan be teyze. Ama teyze cevap bekliyor, belli. Önce, burnunu da cama yapıştırmış, kafası camın dibindeki evladıma "Kafanı dayama, şu cama!", diye çemkirdim. Sonra teyzenin sorusuna "Evet özürlü, zihinsel", diye cevap verdim. "Allah kolaylık versin kardeş", dedi teyze, üzüldü herhalde omzumu sıvazladı, teselli etmeye çalıştı beni.
Yine bir otobüs yolculuğu, yine bir hayal kırıklığı! Kadın, kolunun mafsalından, sıkıca tuttuğu çocuğu, sertçe bırakıyor. "Otur şuraya", gibi bir şey diyor, tam olarak duyamıyorum. Çocuk zihinsel engelli mi? Sonra kadın; kendi kendime sorduğum soruya benzer bir soruyu, kendisine yöneltmiş* olan şoföre, cevap verirken ayrımına varıyorum. Kadın, çocuğun durumunu anlatırken utanıyor. Bıkkın, bezgin bir hali var. Üzülüyorum, meraklanıp, yerimden kalkıyor, hemen arkalarındaki koltuğa oturuyorum.
Kadın, ikide bir, çocuğun elini kolunu düzeltiyor, çekiştiriyor, ona sert bakışlar atıyor. Üzülüyorum, bir öfke doğuruyorum o anda; farklılıklara kapalı, yargılayıcı insanlarımıza karşı. Neden bizim insanlarımız, böyle durumları utanç kaynağı olarak görüyor? Neden zorlaştırıyorlar bu kadar, zaten kolay olmayan yaşamı? İçimdeki sorular arttıkça, daha bedbin bir hal alıyorum. Bedbinliği de doğurmuş olduğumu ayrımsıyorum o an.
Kadının özürlü kelimesini telaffuzu canlanıyor zihnimde: bezgin, utangaç, öfkeli...Şimdilerde "özürlü" kelimesini pek kullanmıyorlar gerçi, "engelli" sözcüğü revaçta (ehveni şermiş gibi) . Daha farklı bir ifadesi olamaz mıydı bu durumun? Bunca Türk dil kurumu çalışanı, bunca yazar, bunca sosyolog bulamaz mıydı daha başka; en azından daha yumuşak bir kelime!
Gerçi benimki de laf işte; adamlar şu halk otobüsünün kapısına, yürüme engelliler için rampa koymayı düşünemiyorlar, ben hala "engelli" kelimesinden dem vuruyorum. Gösterilmeyen bunca hassasiyet içinde, konuya hassasiyetim afaki! Az önce doğurmuş olduğum öfkeyi büyütüyorum bu mefhumların akabinde.
Otobüs iyice doluyor. Ayakta duran kalabalığın bir kısmının bakışları, çocuğun üzerinde. Yaşlı bir kadın biniyor otobüse, ve bekliyor kadının başında dikilip. Kadın engelli çocuğunu kucağına alıp, yaşlıya yer veriyor. Yine aynı diyalog yaşanıyor. Yine içim eziliyor, gördüklerim karşısında. Belki yıllar sonra o da, bir Olcayto Tunçel olacak. Ama olamaz, çünkü engeli var, engeli zihinsel değil, engeli çevresi, engel koyanlar! Nice Cemil Meriç'ler, Terry Fox' lar, var olamadan, ölüp gidiyor engel koyanların yüzünden.
Engel koyanlar; engellilere acır; onlara ufak, yalan başarılar kazandırarak, kendilerini iyi hissederler. Örneğin bu çocuk, ifadesiz, yavan bir adam resmi çizmiş olsa, "Aferin oğlum sana, ne güzel çizdin, hadi bir tane daha çiz bakalım", deyip tamamlarlar kutsal görevlerini. " Aferin, şimdide neşeli bir adam çiz", demezler. Çünkü onların derdi, yeni birşey -yeni bir "farkındalık"- kazandırmak değildir. Onların derdi çocuğa yalan bir zafer hissiyatı vererek, vicdanlarını rahatlatmaktır. Engelli insanlara; kendileriyle, eksiklikleriyle savaşmayı, meydan okumayı, üstün olan yanlarını keşfetmeyi, kendi güzelliklerini görebilmeyi ve hiçbir engelin önüne geçemeyeceği şeyi: inancın gücünü, öğretmezler. Kendileri de bilmezler ki zaten. Onların dertleri, ucuz hayatlarına şükredebilecek birşeyler bulabilmektir, hepsi bu.
"Müsait bir yerde, inecek var!", diyorum, bu duruma daha fazla şahit olmamak için. Şoför sesimdeki öfkeden olacak, çabucak durduruyor otobüsü. Hızlıca iniyorum. Soğuk havayı içime çekiyorum. Birkaç kez daha tekrarlıyorum, aynı eylemi. Biraz daha sakinim şimdi. Durup kendimi avutmaya çalışıyorum. Son bir umut doğuruyorum. Belki bir adım atılır, renklenir dünya. Kırmızıyı, maviyi söndüren; o silik, kara renk boyanır yeniden. Umut mavidir ya hep, umudu büyütüyorum, kararmasın diye daha fazla gökyüzü.

Veysel KOBYA
ÖZGEÇMİŞ

İsmim Veysel Kobya, 11 Nisan 1989 yılında Kocaeli’nde doğdum. İlköğrenim ve lise hayatım, doğduğum şehir olan, Kocaeli’nin merkez ilçesi İzmit’te geçti. 2007 yılında, Kütahya Dumlupınar Üniversitesi İnşaat Mühendisliği bölümünü kazandım. Aynı yılın bahar döneminde, tiyatro toğluluğuna dâhil oldum. “Mıknatıs Çocuk” adlı çocuk oyununda ve “Aşk Grevi ” adlı oyunda, oyuncu olarak yer aldım. Tiyatro topluluğunun, “Aşk Grevi” oyunu ile, çeşitli turnelere katıldım. Orta öğretim hayatımdan beri şiir yazmaktayım. Üniversite hayatımın başlamasıyla birlikte, şiirin dışında öykü ve deneme de yazmaya başladım. 2009 yılında savaşçı felsefesi hakkında yazdığım “Kendi Cümlelerinin Üzerinde Yürüyebilme Savaşı” adlı yazım, Genç Gelişim dergisinin, Nisan sayısında yayımlandı. 2011 yılının Eylül ayında üniversiteden mezun oldum.Şu an Kıbrıs' ta askerlik yapmaktayım. Halen yazma uğraşım, üretme sancılarım ve sanata olan aşkım devam etmekte…
 
Tekerlekli Sandalye
Üst