Engelleri Engelle

Halil Yılmaz

Admin
Yönetici
Katılım
May 19, 2010
Mesajlar
14,522
Tepkime Puanı
193
Puanları
63
Yaş
50
ENGELLERİ ENGELLE

Hayat; nefes alıp vererek, yemek yiyip su içerek, ısınıp yaşayarak devam eden bir ömrün iki heceli özeti değildir aslında. Koca bir yaşam mücadelesidir. Kimisine göre azim, kimisine göre sabır, kimisine göre vazgeçmeyiştir.
Umut da bu hayattan nasibini vazgeçmemek üzere almak istiyordu. Pek çoğuna göre fark edilmeyen fakat ona göre bahşedilmiş en büyük nimetti görme duyusu. Her zaman yaşam enerjisi bulunan bir insandı. Onun üniversite yıllarımda tanımıştım. Herhangi bir insan en ufak sıkıntıda kederlenip dertlenirken o, ufak tefek şeyleri hayata daha da asılmak için sebep olarak görürdü. Hatta sürekli sızlanıp duran insanlara güler, sanki kendi içinden alay bile ederdi.

Fakülte yıllarıma kadar engelli insanlarla çok da fazla karşılaşmamıştım. Toplumda az denemeyecek bir kitleye sahip olsalar da insanlar tarafından tuhaf karşılanmaları, otobüslerde yaşlılara hürmet etmeyenlerin yapmacık bir şekilde onlara yardım etmeye çalışmaları ve acıma duygularının kabarması her zaman rahatsız olduğum bir durumdu. Fakat ben de diğer insanlar gibiydim. Asıl engelin bendende olmadığını anlamam için engelli insanlarla hemdem etmem gerektiğini kavramam zaman almıştı. Ben de engelli bir insan görünce dönüp bakar, herkesten farklı yanını merak ederdim. Bu merak niyeydi? Herkes iç dünyasında farklı farklıyken bunu tuhaf karşılamayan, herkesin iç yapısını daha az merak eden bir toplum olarak görselliğe bu kadar mı meyilliydik?

Engel bir insan görüldüğü zaman o kişiye karşı garip garip veya acılı bir şekilde bakmak o kişinin ruh halini zedelemiyor mu zannediyoruz? Gününün kalanını kendisini eksik hissederek geçirmesine sebebiyet vermiyor muyuz sanıyoruz? En önemlisi de bu hayatta, bu ülkede, bu toplum içinde yaşama hakkına en az bizim kadar sahip olan bir insana saygısızlık yapan onu ötekileştirmiyor muyuz?

Şimdi şimdi anlıyorum ki aslında bu toplumsal bir ayıp olmakla beraber siyasi ve kültürel bir yanlıştır. Anaokulu yıllarımızdan itibaren farklar ve farklılıklar konusunda eğitiliyor olsaydık, izlediğimiz çizgi filmlerde engelli karakterlere rastlasaydık alışmak, alışmanın ötesinde birlikteliği tatmak böylesine zor olmazdı.

Üniversiteyi okuduğum fakülte çok fazla engelli öğrenci alıyor ve engelli insanlar çalıştırıyordu. Umut ile tanıştığım günü, hayatımın geri kalanının insanlara olan bakış açımın büyük çoğunlukla değişmesinden dolayı asla unutmadım. Fakültenin ilk senesiydi ve telaşla derse yetişmeye çalışıyordum. Tramvaydan aceleyle inip ışıklarda beklemeye koyuldum. Tam karşıya geçiyordum ki arkamda bir ses işittim. Dönüp baktığımda benim yaşlarımda bir kız; ‘’Affedersiniz karşıya geçmeme yardım eder misiniz?’’ dedi nazik bir ses tonuyla. Elinde beyaz bastonu olmayan bu kızın âmâ olduğunu, gözlerinin gözlerimle buluşmamasından fark etmiştim. Daha sonra öğrenmiştim ki o gün bastonunu bilerek evde bırakmış, birkaç durak ötedeki evinden bastonu olmadan çıkıp fakültedeki her yeri adım ve yön duygusuyla ezberlediğinden fakülteyi ve ders yerlerini bulup bulamayacağını merak ettiğinden böyle yapmıştı.

Umut kendinden emin, insanları ve -görmese de- fark ettiği bakışları umursamayan biriydi ama belki de âmâ olduğunun fark edilmemesi veyahut herkes gibi olduğunu kendisine kanıtlamak için bastonunu yanına almamayı tercih etmişti. Eğer onu tanıdıysam asıl yapmak istediğinin kendisine bazı başarılarını kanıtlama isteği olduğunu düşünüyordum. Çünkü insanlara ve bakış açılarına alışıktı. Ve asıl tuhaf olan insanların vurdumduymazlık ve engelini fark ettirişlerini doğal karşılardı.

‘’Farklı olan biziz. 100 kişilik bir yerde herkes siyah giymiş, bir kişi kırmızı giymişse kırmızı giyen kişi dikkat çeker. 100 kişilik bir ortamda herkes kısa saçlı, bir kişi uzun saçlıysa uzun saçlı olan kişi tuhaf karşılanabilir. Hatta engelliler de kendi aralarında birbirlerini anlamayabilir. Sakatların olduğu bir yerde bir âmâ abeste iştigal kaçabilir. Önemli olan zamanla farklıkları aynîleştirmeye çalışmaktır. Önemli olan insanlığı kaçırmamaktır. Önemli olan farkın içinde farklıyı farklı bir köşeye atmamaktır’’ diyordu. Onunla yaptığımız bu sohbetler, gittiğimiz rehabilitasyon merkezleri sadece engellileri anlamama değil, kendimden farklı olan herkesi zamanla anlayışla karşılamama yardımcı olmuştu.

Umut’un hayat enerjisi insanın, sorunlarla baş ederken umutsuzluğa düştüğünde, üzüntüye kapıldığında utanç duymasına sebep oluyordu. İnsan nasıl bu kadar enerjik ve sevgi dolu olabilirdi. Hayatta bazı insanlar vardır. Gördüğünüz zaman mutlu olmanıza sebep olan, hayatın tam ortasında yaşadığı hissedilen insanlar. İşte umut tam da öyle biriydi.

Umut ile tanıştığımız âna dönersek; Umut’un yardım isteği üzerine koluna girmiştim ve birlikte karşıya geçmiştik. Teşekkür etmiş, ‘’rica ederim’’ sözümden belli ki acelem olduğunu anlayıp sözü uzatma gereği duymamıştı. Ben de hem dersin saati geçtikten sonra öğrenci girmesine müsaade etmeyen hocamın dersine yetişmek hem de Umut’un kendisini yardıma muhtaç hissetmemesi için hızlıca yanından ayrılmıştım. Bir süre yürüdükten sonra arkamı dönüp baktığımda yola doğru yürüdüğünü fark etmiş, hızla çarpan kalbimi ellerimde hissetmiştim. Hızlıca yanına gidip kolundan tutarak ‘’aynı fakültede okuyoruz’’ sanırım dedim. Düzgün Türkçesi ve hitabetiyle insanı kendisine hayran eden bir üslûba sahipti. ‘’Vaktinizi almak istemem ama sanırım derse geciktim, saati öğrenebilir miyim?’’ diye sorduğu zaman onlarında her öğrenci gibi toplu taşıma aracı kullandıklarını, derse girmemeyi tercih ettiklerini, kütüphanede ders çıkarıp bahçede vakit geçirdiklerini fark etmiştim. Gariptir önyargı, tuhaftır yargısız infaz. Engelli öğrencilerin fakültede okumasını onlara verilmiş bir hediye olarak görür çoğu insan. Hayata tutunmak için çeşitli sebeplere ihtiyaçları varmış gibi gelir insanlara. Oysa bu herkes için geçerlidir. Mutlu, mutsuz, umudu sönmüş, sıradan herkes için. Engelli öğrenciler eğer bir fakülteye kabul edilmişlerse bunu en iyi şekilde değerlendirir, her derse saati saatine girer, her imkânı değerlendirmek zorundadır gibi gelir insanlara. Fakat bu kabul her öğrenci için bir giriştir ve bitirişin zaferini ancak azimli olanlar yaşar. Engelli olsun veya olmasın her öğrenci kazandığı fakülteyi aklı, yeteneği ve azmiyle kazanmıştır. İnsanlara ve –kültürden ve eğitimden bîhaber- bazı öğrencilere göre engelli öğrenciler okusa ne olur, okumasa ne olur tarzında bir önyargı vardır. Fakat herkeste bilir ki bir bölümden mezun olan insanların da ancak %10’u kendi bölümüne dair bir işle iştigaldir. Önemli olan istek ve vazgeçmeyiştir.

Umut ile olan tanışma faslımıza geri dönersek; fakülteye girdikten sonra ikimiz de ders saatimizi kaçırdığımızı anlayıp elimizde çaylarımız, bahçedeki arkadaşlarımla ‘bizim köşe’ dediğimiz banka oturup koyu bir sohbete giriştik. Fars Dili okuyordu. Dil eğitimi alanlara hep büyük bir saygım vardı. İnsanlar ana dilleriyle bile kendilerini tam anlamıyla ifade edemezken bir de başka bir dille daha çok insana kendini anlatma ve onları anlama çabası, büyük cesaret…

Günler çok çabuk geçer üniversite yıllarında. Dersten derse, kütüphaneden arşive, yemekhaneden kafeye, otobüsten vapura koştururken son sınıfa geldiğinizi fark etmezsiniz bile. Umut ile haftada bir mutlaka rastlaşıp konuşurduk. Uzun bir süre alışamadığım bir engeli vardı: âmâydı. Bu onun için değil, biz görenler için bir engeldi. Bir arkadaşım veya hocam beni fark etmediğinde, selam verdiğim zaman almadığında darılırdım. Umut da bana doğru bakıp beni görmüyor veya gülümsemiyorsa ona da kırılırdım. Gözlerinin görmediğini hatırlamam anında zihnime düşse de uzun süre bu duruma alışamamıştım. Her seferinde önyargımdan dolayı büyük utanç yaşar ve hızla yanına gidip bir çay molasına davet ederdim. Eğer insanların bedenî bir engeli varsa diğer duyuları gerçekten daha da kuvvetli oluyor. Umut muhteşem bir hafızaya sahipti. Bir selam verişimle bulunduğumuz yer ne denli kalabalık olursa olsun sesinden tanıyıp adımı zikrederek selamımı alırdı. Yaptığımız sohbetlerde engeliyle ilgili bir şeyden bahsetmemeye dikkat ediyordum. Hayata, insana, derslere, akademiye dair ne varsa her şeyden bahsederdik. Bir gün -o zamanlar bunu dalgınlığıma gelmiş bir hareket olarak gördüğüm bir şey yaptım- bahçedeki bir kedinin bankta sergilediği rahat tavırlara binaen; ‘’Şunun hareketlerine bakar mısın, rahatına ne de düşkün’’ diyecek oldum ki elimle ağzımı kapatmam bir oldu. Bu refleksim -o an gaf olarak gördüğüm- hareketimi örtmeme yetmemişti. Umut’un; ‘’kimin hareketleri, ne oluyor?’’ sorusuyla ağzımı tekrar açıp gaf üstüne gaf yapmaktan duyduğum korku büyüdü. Fakat yapmıştım bir hata ve bedeli neyse ödemeliydim. Elimi ağzımdan çekip yutkunduktan ve derin bir nefes aldıktan sonra ağzımdan çıkan ilk kelime ‘’kedi’’ oldu. Bir süre sonra da ‘’bankın üstünde oturuyor da onu kastetmiştim’’ deyiverip utancımdan sıyrılmayı, olanları unutmayı ve unutturmayı istiyordum sanırım. Umut güçlü hisleri sayesinde içinde bulunduğum duygu karmaşasını sezmiş olmalıydı. Bu zeki kız gözleri görmüyor diye duymuyor, duydukları her şeyi anlamasına yetmiyor mu sanıyordum nedir? Her zamanki gibi kendinden emin ve hayatın sırrını açıklıyormuşçasına yumuşak ses tonuyla beni teskin edecek sözler sarf etmeye başladı ama o an için ne duyarsam duyayım söylediği her şey eleştiriliyormuşum gibi geliyordu. Her sözünü onu ve onun gibileri asla anlamayacağımın kanıtı sanıyordum. İnsanlar yalnız kaldıklarında zihinlerine hücum eden düşünceleri mantık ve duygu süzgecinden doğru bir şekilde geçirince anlatılmak isteneni anlıyormuş. Ben de söylediklerini düşünmeye başlayınca ne demek istediğini tam olarak anlayacaktım. Umut’un bahsini ettiğim konuşma şöyle başlıyordu:

‘’Herkese nasıl davranıyorsan bana da öyle davranmalısın. İnsanlara nasıl öfkeleniyorsan bana da öyle kızmalısın. İnsanları nasıl seviyorsan beni öyle sevmelisin. İnsanlara ne kadar değer veriyorsan bana da o kadar değer vermelisin.’’

Sözlerinde rahatsız olduğum bazı kısımlar vardı. ‘’Umut insanlar ve diğerleri diye konuşamazsın. Kendin için bile olsa bu tabir hiç hoşuma gitmedi.’’ dedim.

‘’İşte bu. Bir dosttan istediğim tam da bu. Bana rağmen beni savunmalısın. Engelli olduğum için beni kırıp kırmamayı düşünmemelisin. Haklısın insanlar dedim. İnsanlardan kastım bizim insan olmayışımızdan değildi. Farkında değilsin ve inanmayabilirsin fakat bil ki sadece bu ülkede değil, dünyada insan olmadığımızı düşünen veya insan değilmişiz gibi davranan, varlığımı bile umursamayan, yok sayan çok fazla kişi var. Senin gibi bedenî bir engeli olmayan insanlardan, herkese karşı nasıl bir davranış biçimleri varsa bizlere de öyle davranmalarını istiyorum. Acımadan, üzülmeden, küçümsemeden, engelimizi yüzümüze vurmadan, farklılığımızı ya da sizin farklı buluşunuzu belli etmeden. Az önce bahsettiğin kediden istediğin gibi söz etmeliydin. Bana bir şey anlatırken rahat olmalısın. Ben de sana neden bahsettiğini sorduğumda sen de istiyorsan kedinin pozisyonunu en ince ayrıntısına kadar anlatmalı, istemiyorsan lafı geçiştirip anlatmaktan vazgeçmelisin ama bunu tüm içtenliğinle, istediğin cümlelerle söylemelisin. Ben ne yaptım der gibi otokontrollü bir şekilde değil. Çünkü benim engelim sadece bedenimde. Asıl engel içte olur. Asıl engel üzgünsen, mutsuzsan, psikolojin bozuksa, takıntıların varsa, kırılgansan, hassassan, sinirlerin bozuksa peyda olur. Asıl içsel engeli olan insanlara karşı dikkatli davranılmalıdır. Asıl böyle insanlar ne derseniz bunu dert ederler. Asıl böyle insanlar her hareketinize alınır, her şeyin müsebbibi olarak karşılarındaki insanları görür ve onları suçlarlar. Bize de insanlar öyle bir davranırlar ki iyi davranmazlarsa ya yaşamımıza devam edemezmişiz ya da etrafımızdaki insanlara zarar verecekmişiz gibidirler. Evet, yardıma muhtaç olduğumuz zamanlar oluyor. Sizlerden, ailemizden bazı konularda isteklerimiz oluyor. Bu kolay bir şey değil. Bu yaşa geldikten sonra insanın annesinden bile bir istekte bulunması hiç kolay bir şey değil. Fakat şunu çok iyi biliyorum ki ben özgürüm. İnan özgürlüğün önündeki engeller fiziksel değil, genelde zihinseldir. İri bir at düşün. Atın eyerini plastik bir sandalyeye bağladığın zaman gördüklerine inanamazsın. O kuvvetli, insan boyunu aşan devasa at, tek bir adım bile atmaz. Kendince atamaz. Çünkü kendisini tutsak olarak görür. O plastik sandalyeden kurtulmak onun için neredeyse imkânsızdır. O atın engeli o sandalye değil, psikolojik çöküntü ve yenilgiyi kabullenişi yani zihnî engelidir.’’

Umut’un konuşması sürüp giderken bazı gerçeklerle yüzleşiyordum. Ben insanları dış görünüşlerine göre ayırt ediyordum. Fakat o, insan denilen bulmacadaki bazı parçaları tamamlamışa benziyordu. Bense belli ki henüz parçaları bile görememiştim. Bir engelliye yürürken müsaade etmeyi, ulaşım araçlarında yer vermeyi, bir yere çarpacakları veya merdivenden inecekleri zaman yardım etmeyi, bir yer sorduklarında tarif etmeyi onlar için de kendim için de yeterli görmüştüm. Hayır, benim düşündüklerim ve yaptıklarım egodan başka bir şey değildi. Yaptıklarımı vatandaşlık görevi bilinciyle değil, ‘ben de onların yerinde olabilirdim’ düşüncesiyle değil, yaşadığım toplumdaki insana ufak bir iyilik yapıyor olarak görmeliydim. Fakat bana muhtaç olduğu için değil, birbirimize muhtaç olduğumuz için. İnsanların bir arada yaşama ihtiyacından dolayı, bu ihtiyacı karşılamak için yapmalıydım. Benim ışıklarda karşıdan karşıya geçmesine yardımcı olduğum kız, ufkumu açıyor, dünyamı büyütüyordu. Lütfediyormuşum gibi değil istediğim için yapmalıydım. Aslında ben Umut’un o ışıklarda yardımcısı değil vesilesiydim. O da onun gibileri anlamam için benim vesilemdi.

Umut ile tanıştıktan sonra zaman zaman insanların gözlerinin dış dünyaya kapalı olmasına dair bazı mülahazalara dalıyordum. Fakat bunu mütalaa bile edemiyordum. Nasıl olabileceği merak ediyor, gözlerimi uzun süre kapatıp evde dolaşmaya, şu içmeye, kumandayı bulmaya çalışıyordum. Ama kaçırdığım bir şey oluyordu. Ben evimi, sokakları, dünyayı görmüştüm. Mutfağın evin neresinde olduğunu biliyor, kumandanın şeklinden haberdar bulunuyordum. Umut da anlatılarak ve dokunarak her şeyin şeklini ve her yeri biliyordu. Zaten rüyaları da ona oldukça yardımcı oluyordu. Fakat ilk kez gittiği bir yerde sıkıntı yaşıyor, oraya sürekli gidecekse birkaç hafta her yeri gezerek ezberlemeye çalışıyordu. Bizim gözümüzle gördüklerimizi o, adımları ve kulaklarıyla görüyor ve hafızasında yer etmesini sağlıyordu. Böyle bir hayatı doğduğundan beri yaşıyordu. Aksini bilmiyordu. Ama ben de yaşadıklarımın ve gördüklerimin aksini düşünemiyor ve nasıl oluyor sanırım tam manasıyla kestiremiyordum. Karanlık bir odada birkaç dakika kalamayacak biri olarak seherin ilk ışıklarını, güneşin göz kamaştıran ışığını, akşamın kızıllığını, gün batımını, yakamozu görememek nasıl bir duygudur, nasıl bir kabulleniştir diye düşündüğüm çok olurdu. Fakat Umut’la bu konuda da bir sohbetimiz olmuştu. Bana hayatta her şeyin sahibi olamayacağımızı söyledi. Ben yükseklik korkumdan dolayı asla bir pilot olamam mesela. Uçmanın hazzını, bulutları aşmanın heyecanını, gökyüzünden yeryüzüne bakmanın keyfini hiçbir zaman tadamam. Maddî imkânsızlık ve ömrümün yetememe ihtimalinden dolayı Dünya’nın her yerini dolaşamam mesela. Dünya’da gün batımını en güzel seyredildiği yeri göremem. Fakat hayatta bize bahşedilenlerle ve bizim elde edebileceklerimizle mutlu olabilirim. Bu benim eksikliğimi göstermez. Aksine elimdekileri nasıl değerlendirmem gerektiğini gösteren bir fırsat sunar.

Bir gün Umut beni aradı ve gireceği sınavda yardımcı olacak kişinin bir sınavı olduğunu söyledi. Fakülteden mezun oluyorduk, final dönemiydi. Sınav yerini ve saatini öğrenip sınav zamanı orada oldum. Engelli arkadaşlar kürsüde bulunuyor, sorunun cevabını onlarla sınava giren yarı zamanlı çalışan öğrencilere söylüyorlar ve onlar da engelli arkadaşlar yerine kâğıtları dolduruyordu. Kâğıtlara cevapları geçiren öğrencilerin engelli öğrencilerle aynı bölümden olmamasına dikkat ediliyordu. Girdiğimiz sınav Umut’un dil derslerinden biri olmadığı için yazarken zorlanmayacaktım. Sınav sorusunu gördüğüm zaman kısa süreli bir şok yaşadım. Soru benim tez konuma dairdi ve bu konuda oldukça eser okumuş, hocalarımdan ve geçmiş dönem tezlerinden yararlanmış, zamanımın çoğunu arşivde ya da kütüphanede bu konuda bilgi toplayarak geçirmiştim. İstersem hem Umut hem de gözetmen hocalar fark etmeden cevaba dair sayfalarca yazı yazabilirdim. Fakat kopya çekmeyi de vermeyi de sevmediğim için bunu Umut için de yapmamalıydım. Ayrıca beynime çakan şimşek bir anda kendime gelmeme neden olmuştu. Umut’un zihinsel hiçbir engeli yoktu. Bildiklerimin hepsini o an için unutmayı tercih ettim. Soruyu okuyup Umut ne dediyse onları cevap kâğıdına geçirdim.

Finallerin açıklanmasından sonra Umut’un sonuç panosuna giderek puanına baktım. Hıçkırıklarla ağlamama sebep olan liste engel diye bir şey olmadığını yüzüme bir kez daha vurmuştu. Engellilerin de bulunduğu bu 100 kişilik sınıfta tam puan alan tek kişi Umut’tu…

Adı Soyadı: Kübra Durdu
Yaşı: 23

ÖZGEÇMİŞ:
13.02.1990 tarihinde İstanbul/Üsküdar’da dünyaya geldim. İstanbul’da ikamet ediyorum. Aslen Erzincanlıyım. İlköğretimimi Kadıköy Hüseyin Ayaz İ.Ö.O, lise öğrenimimi Kadıköy Mehmed Bayezıd Lisesi’nde tamamladım. Üç çocuklu bir ailenin ortanca çocuğuyum. Çocukluğum Alzheimer ve Parkinson olan dedemin bulunduğu evde geçtiği için hastalığı da, hastalık karşısında çevrenin verdiği tepkinin de nasıl olduğunu en iyi bilen insanlardanım. Birine muhtaç olmanın ne büyük bir utanç olduğunu, hasta bir insanla yakınen ilgilenen kişilerin nasıl bir ruh hali içinde bulunduğunu bizzat gözlemleyenlerdenim.
 
Tekerlekli Sandalye
Üst