Engelli Rupaya

Halil Yılmaz

Admin
Yönetici
Katılım
May 19, 2010
Mesajlar
14,522
Tepkime Puanı
193
Puanları
63
Yaş
50
Dünya o kadar büyük bir yerdi ki birbirine hiç benzemeyen hayatlarla, bir birinden habersiz insanlarla doluydu. Çoğunluğun durumuna göre azınlığın yaşam şekli değişiyor fakat azınlıkta olanlar nedense hep yok sayılıyordu. Rupaya da böyle bir hayatın içine doğmuştu. Farklıydı etrafındakilerden. Bütün her şey çoğunluğa göre ayarlandığından Rupaya kendisini eksik hissediyordu. Oysa dünyanın başka yerlerinde, başka pek çok hayat vardı fakat maalesef Rupaya dünyanın yalnızca yaşadığı yer kadar olduğunu sanıyordu.

Aslında, binalar, araçlar, sokaklar Rupaya gibilere göre yapılsa, ne Rupaya ne de diğer insanlar hiç sorun yaşamadan hayatlarına devam edebilirlerdi. Fakat dünyanın en zeki yaratıkları olduğunu iddia eden insanlar arasında bile çoğunluğa benzemeyen yok sayılıyordu. Zavallı Rupaya’nın belden aşağısı olduğu için, elleri üzerinde yürümesi çok zordu. Bacakları yüzünden boyu herkesten çok uzun olduğundan, bütün kapılardan eğilerek içeri giriyor, boyuna göre oldukça alçak olan koridorlarda sürünerek ilerliyor, otobüslere bindiği zaman kafası tavana çarptığından ayakta duramıyor, koltuklar birbirine yapışık olduğundan bacaklarını altına katlasa bile koltuklara sığamıyordu, koridorda uzanarak yolculuk etmek zorunda kalıyordu. Hayatında hiç sinemaya veya tiyatroya gidememişti Rupaya. Sinema salonuna girmeyi başarsa bile engelliler için oturma alanı bulunmadığından filmi izleme şansı yoktu. Açık alanlarda dolaşmak için kaykay kullanan insanlar onun kaykay kullanmasına karşı çıkmışlardı. “Sizler kullanıyorsunuz, ben neden kullanamıyorum ki?” dedi Rupaya. “Çocuklarımız için tehlikeli olursun. Sen kaykayın üzerinde ayakta durursan görüş mesafenin altında kalanları görmezsin ve onlara çarpabilirsin” dediler. Kaykayı oturarak sürmesi koşuluyla Rupaya’ya izin verildi. Rupaya bacakları olan birisi olarak okula da gidememişti, boyu fazla uzun olduğu için sıralara sığamıyordu ama asıl sebebi diğer çocukların aileleri onu kendi çocuklarıyla aynı sınıfta okumasını istemediği için okula devam edememişti. Ailesi onun bu durumuna çok üzülüyordu. Rupaya kimseye fark ettirmese de normal bir insan olmadığı için çok üzülüyordu.

Bir gün Rupaya’nın babası elinde küçük kara bir balıkla eve geldi. “Bak Rupaya sana ne getirdim”dedi. Rupaya Küçük Karabalığı görünce çok sevindi, hemen bir fanusun içine su doldurup Karabalığı fanusun içine koydu. Karabalık, bir idealin peşinde yolla çıkmış bir seyyahtı. Dünyayı gezecek ve babası Samed Behrengi’yi anlatacaktı. Tüm evreni görme ve hikâyesini herkese anlatma hayali ile çıktığı yolculuğun bir fanusun içinde hapis kalarak bitmesini hazmedemezdi. Bir yolunu bulup kaçmak zorundaydı ama nasıl? Etrafını izlemeye ve neler olup bittiğini anlamaya çalıştı. “Ben kimseye bir şey yapmadım ki neden beni buraya kapattılar” diye düşündü.

Rupaya okula gidemediği için eğitimine babasının gözetiminde evde devam ediyordu. Ama çok isteksiz olduğu için okumayı ve yazmayı bir türlü sökememişti. Babası yılmadan her gün Rupaya’ya okuma ve yazma öğretmeye çalışıyordu. Rupaya herkes gibi okula gitmek istiyordu, ondan başka hiç kimse evde okuma yazma öğrenmiyordu ki. “Ben neden evde okuma yazma öğrenmeye çalışıyorum?” diye düşünüyor ve öğrenmek için hiç çaba sarf etmiyordu. Karabalık’ın fanusu masanın üzerinde duruyordu, sürekli etrafında olan bitenleri izliyor kimlerle birlikte yaşadığını anlamaya çalışıyordu. “Şu garip görünüşlü oğlan, bu adam ve şu kadının yavrusu herhalde” diye düşündü ama yavru hem çok büyük hem de görünüş olarak, benzer yanlar olsa da, farklıydı. “ Bu çocuğun garip bir kuyruğu var” diye geçirdi içinden. Karabalık sürekli Rupaya ve ailesini izliyor ama sıkıntıdan da patlıyordu. Zaman hızla geçiyor ve Karabalık fanustan kurtulmanın yolunu bir türlü bulamıyordu. Masada yemek yerlerken, beraber televizyon izlerlerken, Rupaya ve babası ders çalışırken sürekli onları izliyor, nasıl bir yaşam sürdüklerini anlamaya çalışıyordu. Rupaya ara sıra Karabalık’ın fanusunun yanına yaklaşıp saatlerce anlamsız sesler çıkarıp Karabalık’ı izliyordu. Rupaya’ya babası okuma yazma öğretmeye çalışırken Karabalık dikkatlice onları izliyordu ve yine bir gün ders çalışırlarken Karabalık’ın aklına bir fikir geldi. Masanın üzerindeki kâğıda yaptıkları işaretler aslında bir iletişim yöntemiydi, hangi işareti ne zaman kullandıklarını anlayabilirse onlarla iletişime geçerek belki bu fanustan kurtulabilirdi. Çok daha dikkatli bir şekilde onları izlemeye başladı. “ Sürekli sağdan sola yazmaları bir tesadüf olamaz” dedi içinden. Karabalık, Rupaya ve babasını karşıdan seyrettiği için bütün her şeyi tersten öğreniyordu. Karabalık okumayı ve yazmayı öğrenene kadar iki yıl geçmişti. Fanusun altındaki taşları bir kenara çekti ve açılan boşluğa “ daua dak dnrbau çıkwawrıu deu!” yazdı. Rupaya her gün olduğu gibi karabalığın yanına gelince, gözlerine inanamadı. Fanus’un dibinde bir şeyler yazıyordu. Sonra bunu babasının yaptığını düşündü, “Böyle ucuz numaralarla bana okuma yazma öğretemezsin baba” dedi içinden. Ama balıkta da bir tuhaflık vardı, sanki yazıyı Rupaya’ya okutmaya çalışıyordu. “Neyin var küçük, iyi misin?” diye sordu. “Karabalığın sabrı kalmamıştı artık, yine anlamsız sesler çıkarmaya başladı aptal insan” dedi. “Okusana” diye homurdandı Karabalık. Rupaya hiçbir şey anlamadı, o sırada babası içeri girdi. “ Baba biraz bakar mısın?” dedi Rupaya. Babası gelince ona fanusun içindeki yazıyı gösterdi. Babası yazıyı gördü. “ İyi deneme evlat ama ben kâğıda yazmanı tercih ederim fanusun içine değil” dedi babası. Rupaya “ O yazıyı ben yazmadım ki ben de senin yazdığını düşünmüştüm” dedi babasına. Yazıya tekrar baktılar anlamsız bir şeyler yazıyordu. Babası şakanın sırası değil Rupaya dedi ve elini fanusun içine sokarak taşları dağıttı ve yazıyı bozdu. Karabalık öfkeden deliye döndü ve kuyruğu ile taşları tekrar bir kenara topladı ve Rupaya ile babasının gözü önünde taşları ağzı ile tek tek taşıyarak tekrar aynı şeyi yazdı “ daua dak dnrbau çıkwawrıu deu!”. Rupaya ve babası gözlerine inanamadılar. “Bize bir şeyler anlatmaya çalışıyor” dedi Rupaya. Babası ağzı açık bir şekilde konuşmadan öylece Karabalık’a bakıyordu. Akvaryumun dibindeki yazıyı kâğıda aktarıp çözmeye çalıştılar ama hiçbir sonuca varamadılar. Bu olay Rupaya’yı çok etkilemişti. Karabalık’ın ne demek istediğini anlamak için deli gibi çalışıp, okuma yazma öğrenmeye çabalıyordu. Üç yılda öğrenemediği okumayı iki haftada öğrendi ve Karabalığın yazısı üzerinde çalışmaya başladı. Ama o da hiçbir sonuca varamıyordu. Masanın karşısındaki sürahiden su içmek için yerinden kalktı. Ama kafası hala yazıya takılıydı, su içerken gözü deftere takıldı. Yazıyı tersten görünce “Tabi ya!” dedi, “Balık bizi tersten izleyerek yazmayı öğrendi, bu cümlede birçok harf ters yazılmış” dedi. Evet, “u” aslında “n” olmalıydı. “w” ise “m” cümlenin sonundaki ünlem işareti değil “İ” harfiydi. Yazıyı bu şekilde toparlayıp bir kez daha okudu “ dana dak durban çıkmamrın deni” “Eee yine olmadı” diye düşünürken “Buldum!” diye bağırdı. “Baba buldum!” dedi. Heyecanla babasının yanına gitti “Baba bazı harfler ters bazıları düz, kimi yerde yazım yanlışları var ama bir balık için çok düzgün bir cümle bence” dedi Rupaya. “Oğlum yavaş, sakin ol ne oldu?” dedi babası. “ Baba balığın ne yazdığını buldum,’ bana bak çıkarın buradan beni ‘ yazmış.’’

Karabalık elinden geldiğince yazdı fanusa girmeden önceki hikâyesini. Bir nehrin kenarında ölü bulunan bir yazarın yavrusu olduğunu yazdı. “Faili meçhul bir cinayet mi yoksa bir kaza mı belli değil babam beni bırakıp gitti, ben devraldım anlatıyorum hikâyesini”. Rupaya okudu, okudukça ağladı, ağladıkça kendince dersler çıkardı. Farklı olmanın aslında kötü olmadığını anladı. Dünyanın sadece yaşadığı yer olmadığını, bambaşka pek çok hayat olduğunu anladı. Okunacak, öğrenilecek o kadar çok şey vardı ki “Bunca zamanı boşa harcamışım” dedi Rupaya. Kendini okumaya ve öğrenmeye adadı. Anladı ki aslında bacaklarının olması ve farklı olması aslında eksiklik değildi. Küçük Karabalık’a teşekkür etti, ona özgürlüğünü geri verdi. İki buçuk yıldan fazla süren esaretin ardından Karabalık yine özgürlüğüne kavuşmuştu, üstelik artık o da babası Samed gibi insanca yazabiliyordu.

1980 yılının 21 Mayıs sabahı Pancarköy’de dünyaya gelmişim. Annemin demesine göre ebe; “19 Mayısta doğacak sporcu olacak” demiş ama iki gün gecikmeyle doğunca sporculuğum da amatörlükten öteye geçemedi maalesef. Neşeli ve eğlenceli bir çocukluğun ardından, hayallerle geçen ergenlik yılları ve bu hayal dünyasına hiç uymayan bir üniversite eğitimi aldım. 1999 yılında girdiğim İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesinin Maliye Bölümünü ite kaka bitirip askere gittim. Antalya’da Özel birkaç tane firmada önemli sayılabilecek pozisyonlarda çalıştım ama mutlu olamadım. Kırklareli’ne, doğduğum topraklara geri döndüm. İki yıl süren işsizliğin ardından Memur olarak atandım ve atandığım kurumda eşimle tanıştım. Şu anda evli ve mutlu bir memur olarak hayallerimi de gerçek yaşamımı da kaçırmadan yaşam mücadelemi sürdürüyorum.

Yazarın adı soyadı: ANIL ERGİN
 
Tekerlekli Sandalye
Üst