Engelsiz Yolculuk

Halil Yılmaz

Admin
Yönetici
Katılım
May 19, 2010
Mesajlar
14,522
Tepkime Puanı
193
Puanları
63
Yaş
50
ENGELSİZ YOLCULUK
Ağustos ayının sıcağı bütün köyün üzerine abanmış. Sıcaktan dili dışarı düşmüş bir köpek, ağır ve bezgin adımlarla İnternet kafenin önünde durdu.
İnternet kafeden içeri girdim, herhangi bir bilgisayarın başına oturdum. Üniversite yerleştirme sınavı sonuçları açıklanmıştı. Sonuç açıklama sistemine girdim ve Türkiye Cumhuriyeti kimlik numaramı yazdım. Acaba ne olacak? Komşularımız ne diyecekti. Karşı komşumuz Sabahat Teyze gülerek:
—“Bu çocuğu okutmayın ne gerek var zaten durumu belli” derdi.
Sonuç açıklama sistemi açıldı. Bilgisayar ekranındaki yazıyı gördüm. Bayburt Üniversitesi Eğitim Fakültesi Sınıf Öğretmenliği Bölümü yazıyordu. Kazandığım üniversite, fakülte ve bölüm…
İnternet kafeden çıktım, ağır ağır eve gidiyorum. Komşumuz Sabahat Teyze ile karşılaştım, sırıtarak:
— Eee söyle Emir ne oldu yerleşebildin mi?
— Evet, yerleştim Bayburt Üniversitesi Sınıf Öğretmenliği Bölümü.
— İyi bakalım bu halde nasıl okuyacaksan.
Sabahat Teyze’yi takmıyordum, zaten kimseyi çekemezdi. Eve geldiğimde, annem meraklı bir şekilde:
— Oğlum sonuç ne?
— Bayburt Üniversitesi Eğitim Fakültesi Sınıf Öğretmenliği bölümü.
— Aslan oğlum biliyordum kazanacağını
Üniversiteye kayıt yaptırmakta kararsızdım. Kayıt günü gelip çatmıştı. Otobüs terminaline ailece gelmiş, otobüsü bekliyorduk. Otobüse bineceğim perona bir otobüs yaklaştı. Otobüs o kadar eski, bakımsız ve perişandı. Değişen parçaları yüzünden ne marka bir otobüs olduğu anlaşılmıyordu. Otobüsün camlarının çoğu çatlaktı ama kırığı yoktu. Ön camının üzerinde şu cümle yazıyordu ”Bayburt’un soğuğu serttir yiğidi merttir“. Babam bavulumu bagaj kısmına verdi, ailece helalleştik. Muavin bağırarak:
— Haydi Bayburt yolcusu kalmasın haydi.
Muavinin üstünde rengi atmış bir gömlek, altında kıçı yamalı bir pantolon vardı.
Otobüs şoförü muavine gürleyerek:
— Tamam mıyız…
— Evet abi.
Otobüs kaptanı güneş gözlüklerini takarak, tok bir sesle:
— Bismillah, ya Allah;
Otobüs harekete geçmiş, ben ise aileme el sallıyordum.
Ben kendi koltuk numaram olan, on yedinci numaralı koltuğa yöneldim. Bana ayrılan otobüs koltuğunda, yaşlı bir bayan oturuyordu. Muavin durumu anlayıp yanıma geldi. Muavin:
— Gardaş kusura bakma, teyze Çankırı’da inecek seni muavin koltuğuna alsak.
— Tamam olur.
Muavin koltuğuna geçtim, yolu seyrediyorum. Otobüs kaptanı bana dönerek, Bayburt şivesiyle:
— Nere gidiysen gardaş.
— Bayburt’ta gidiyorum, üniversite kazandım da.
— Haa güzel vallah.
Otobüs kaptanı, Bayburt’u anlatmaya başlar:
— Bayburt’ta kış şartları ağırdır, yollar kapanır, dağdan çığ düşür. Benim araba eski kışın dinlenir. Her küçük yerde olduğu gibi Bayburt’ta da bir deli bulunur. Kışın benim otobüste kalır, arada bir muavin Damarcı Ömer yanına uğrar. Bayburt böyledir. Küçük ve sıcak, yoksul ve samimi, içe dönük ve derin.
Muavinin lakabının neden damarcı olduğunu anladım, otobüsün radyosunu Damar FM’in frekansına ayarladı. Otobüs kaptanı bu arada, kendini anlatmaya geçti. Güneş gözlüklerini çıkararak ve gülerek:
— Deli Kenan derler bana, deliliğim babadan miras. Ona da herhalde dedesinden mirastır. Dedem, babama Recep Ali adını koyar, vatandaşın Recep Ali demeye dili dönmez. Ercep Ali deyip işin içinden çıkmışlar. Babamı erken yaşta kaybettim, anam dul kaldı. Laf atan, gizlice haber gönderen çok. Çok ama anamda mangal gibi yürek var. Eve birisi gece dayanmış lakin, anam tabancayla adamı mıhlamış. Anamın şöhreti yayılmış: ”Aman ha! Yaklaşmayın”. Küçükken anamla tarlada gündelikteyken, orağı ayak bileğime saplıyorum. Topal kalıyorum hafif.
Ben meraklı bir şekilde:
— Doktora gitmediniz mi Kenan Abi?
Deli Kenan, bana dönerek ve gözlerinden gözyaşı gelerek:
— Ne doktoru aslanım. Anam dul, sağlık güvencemiz mi var. Hafif aksak olduk çıktık. Otobüs ehliyetini zaten torpille aldım. Aylar geçti, yıllar geçti. Büyüdük, en yakın arkadaşım Ahmet’in kız kardeşine sevdalandık. Bir yol yöntem bulup, Ahmet’in kız kardeşine haber yolladım. Kız’ın cevabı ne olsun: “Kala kala dul karının oğlu, topal bir deliye mi kaldım” der. Lafını ettiğim ne masaldır, ne film, ne rüya. Hayat dediğimiz muammadır. Evliliği kafamdan silip attım, anamla beraber yaşıyoruz. Ekmeğimizi Allah’a çok şükür bu otobüsten çıkarıyoruz. Ele güne muhtaç değiliz.
Otobüs Çankırı’ya gelmişti, yaşlı kadınlar bana ait koltuklardan kalkıp, otobüsten inmişlerdi. Ben ise koltuğuma geçip, Deli Kenan’ın üzüntüsünü paylaşıyordum. Onun hayatta kimseye minnet duymayışı ve kişiliği beni duygulandırmıştı.
Yanımdaki boş koltuğa yaşlı bir adam gelir. Yaşlı adamın başı kel, elleri titrek, kemik gözlük takan ve hacıyağı kokan bir amcaydı. Çok geçmeden bana adımı sordu:
— Adın ne evlat?
— Emir efendim, sizin?
— Hilmi.
Hilmi Efendi, benimle muhabbet etmekte kararlıydı. Gözlüklerini çıkararak, çektiği çileleri anlatmaya başladı:
— Doğum sırasında, kalça çıkığından dolayı sakat doğdum. Anlamamışlar. Büyüyüp yürümeye başlayınca, fark etmişler. O çıkıcı senin, bu çıkıkçı benim dolaşıp durduk. Annem ölünce babam üvey ana getirdi. Üvey ana bana yapmadığını bırakmadı. Üvey kardeşimi okula verdiler, beni dükkana çırak olarak koydular. Babam ölünce hem dükkana, hem eve ben bakar oldum. Azar üstüne azar işitiyorum “Ulan topal git şunu getir, ulan topal bir koşu çeşmeye git”. Üvey annem ile üvey kardeşim, bana yapmadıklarını bırakmadılar. Benim zaten ağzım var dilim yok. Gün geçti, yıl geçti. Zaman akıp gitti. Üvey annem ve üvey kardeşim, trafik kazasında yaralandılar felç kaldılar. Boyun kısmından aşağıları tutmuyor. Boyacı dükkanından kazandığım üç kuruş ile onlara bakıyorum. Allah insanın içinden vicdanını almasın.
Hilmi Efendi bu sözleri söyledikten sonra, gözyaşlarını sildi ve gözlüklerini taktı.
Koltuğumda otururken, yan koltukta oturan iki genç çift dikkatimi çekti. Genç kadın, kocasına dert yanıyordu:
— Bin bir hayal ile kalkıp İstanbullardan geldik. Hani şirin yurdumuzun köşesi, dönüyoruz yine.
— Karıcım şirin tabi…
— Öyle, öyle… Bir okul binası var ahırdan bozma. Araç-gereç hak getire. Bizim evin altı ahır. Bir koku, bir koku… Bize mi düştü memleket için çalışma.
Adam terler içersin de karısına laf yetiştiriyor:
— Karıcım biz çalışmazsak, vatandaş çalışmazsa nasıl kalkınacak bu memleket.
— Çalışmakla düzelecek demek ha! Güldürme beni, bizi bu dağ başında unuttular.
Kadın, bu sözlerini söyledikten sonra kocasına sırtını döndü. Genç adama hak vermekteydim ama elimden bir şey gelmiyordu.
Otobüs biçilmiş sarı buğday tarlalarının, sürülüp nadasa bırakılmış kahverengi toprakların, dağların arasından kıvrıla kıvrıla geçmekteydi. Tokat deresine gelinmişti. Kışın coşup, yazın suyu iyice çekilen dere, yolu biçip geçiyordu. Hilmi Efendi, dereye gelmeden derenin olayını anlatmaya başladı:
— Evlat, eskiden bu geçitte Osmanlı’dan kalma bir köprü vardı. İyi kötü idare ediyordu. Büyük zengin kodamanlar ne düşündülerse, köprüyü yıkıp yerine yenisini yapmayı planladılar. Köprü yıkıldı fakat bir türlü ihaleye çıkmadı. Sonra çıktı ama bu defa da ihaleye fesat karıştı. Davalar açıldı, dosyalar tutuldu, yıllar geçti. Yıkılan köprünün yerine yenisi yapılmadı.
Hilmi Efendi den olayı dinledim. Bir başkadır benim memleketim… Otobüs, dereyi bilen kıvrılışlarla ağır ağır suya girdi, suyun tam ortasında kaldı. Ön tekerler çamura saplanmıştı. Otobüs çırpındı, geri gitti, manevra üstüne manevra yaptı, kurtulamadı. Derenin yanında, Allah’tan öküzleriyle geçen bir adama rastlandı. Adam boyunduruk takıp öküzleri getirdi. Öküzleri çekme halatı ile otobüse bağladı. Otobüsümüz, çamurdan kurtulmuş ve tekrar yola çıkmıştık.
Otobüsümüz Sivas İl Sınırına gelmişti. Ön koltukta yaşlı bir teyze ile genç bir adam oturuyordu. Dikkatlice baktığımda, adamın başının yarısı yara i le kaplıydı. Adam ve teyzenin muhabbetine kulak misafiri oldum. Adamın adı Cengiz Güven, Bayburt’un Çakallar Köyü’nden. Adam, teyzeye başındaki yarayı ve vücudunun sol tarafını kullanamama sebebini anlatıyordu:
— 1974 Bayburt doğumluyum. Askere gitmeden önce, Bayburt’ta pazarcılık yapıyordum. 1994 yılında askere çağrıldım. Acemiliğimi Kırkağaç’ta yapıp, Hakkari’nin Çukurca ilçesine gittim. Hakkari’de sürekli çatışmaya giriyorduk. On yedi askerdim, terhisime yirmi gün kalmıştı. Sınır karakolumuz basıldı, gece saat bir gibiydi. Çatışma başladı, ilk roketatarı onlar attılar. Sabah dokuza kadar çatıştık. Onbaşım yaralanmıştı, onu kurtarmak isterken bir kurşun geldi başıma. Uzun süre tedavi gördüm, vücudumun sol tarafı tutmuyor.
Teyze, genç adamın durumunu dinledikten sonra:
— Seni anlıyorum delikanlı, benim de oğlum şehit. Bayburt’a gelme sebebim de bu zaten. Kocam Bayburt’ta memurdu, oğlum askerde şehit düştü ve Bayburt’ta şehitliğe gömüldü. Kocam emekli oldu, İstanbul’a gitti. Bayburt’a gelmiyor beni yalnız bıraktı. Boşanma davası açtım, otuz yıllık kocam ama oğlumu yalnız bırakamam. Oğlum bir kez rüyama girdi, beni yanına çağırdı. Uyandığımda hemen şehitliğe gittim, mezar taşındaki resminin düştüğünü gördüm. Hemen onarılmasını sağladım. İstanbul’da olsaydım yanına nasıl giderdim.
Engelli Gazi, Cengiz Güven’in ve şehit annesinin, konuşmalarından duygulanmıştım. Acaba ülkemizi yönetenler, bedelli askerlik yasasını geçirmeye çalışacaklarına, teröristlerle pazarlık masasına oturacaklarına, Anadolu insanıyla otobüs yolculuğuna mı çıkmalıydılar.
Erzincan İl Sınırına gelinmişti. Otobüs tırmandığı tepeyi aşınca uzaktan dinlenme tesisi göründü. Düz toprak çatılı, tek kat bir bina. Sebze meyve bahçesi, bahçenin çevresinde gübre yığınları ve eşelenen tavuklar vardı. Otobüsten en son ben indim, tesisten içeri girdim. Tesis sahibi, otobüsün ne vakit geleceğini bildiği için kuru fasulye, pilav, ayran ve salatalıktan ibaret yemeği hazırda bulundururmuş. WC’ye yöneldim, WC’nin kapısındaki para alan adamı gördüm. Adam engelliydi, sağ kolu yoktu ve çalışıyordu. Gecenin bu saatinde görevinin başındaydı, tabi ekmek parası. Bir anda ülkemizde iş beğenmeyen, siyasi rant uğruna işe yerleşen insanlar geldi aklıma. Otobüsün mola süresi bitmişti. Yolcular yerine geçmiş, otobüs kalkışa hazırdı. İki tavuk, üç koyunu ile bekleyen bir köylü Kaptan Kenan’a yanaşır:
— Usta beni de alırsın, değil mi?
— Olur geç otur.
— Ya davarlar?
— Ulan bu araba vagonu mu alalım.
Köylü birden ağlamaya başlar, Kenan dayanamaz:
— Tamam alalım.
Adam sevine sevine, davarları ve tavukları otobüse bindirir. Yolcular olarak olup biteni anlamakta zorlanıyoruz; tavuklar, koyunlar ne işi var otobüste bunların? Mesele anlaşılınca kıyamet kopuyor. Kenan tok bir sesle:
— Kesin şamatayı. Bu arkadaş bir cambazla anlaşmış, malın bir kısmını teslim etmiş, geriye bu davarlar ve tavuklar kalmış. O da hepimiz gibi Bayburt’a gidiyor. Şimdi bu adam darda kalmış, bize düşen darda kalana yardım etmektir.
Arkada oturan yaşlı bir amca, sinirlenerek:
— Kenan Paşa, memleketin başında olsaydı böyle olmazdı. Halkın huzur ve güven ortamını bozduğundan verecekti odunu buna.
Bayburt’un Kitre Köyü’nün muhtarı, Beşir Efendi ile tanıştık. Ankara’dan dönüyor malum siyasiler, yola Erzincan’da dahil olmuş. Beşir Efendi köy için “kuyu” lafının ardına düşer. Siyasiler, seçim zamanı sözlerini verirler. Verilen sözler tutulmaz. Beşir Efendi Köy İşleri, Devlet Su İşleri, Toprak Su İşleri, Başbakanlı, Devlet Denetleme, Valilik, Kaymakamlık gibi kurumlara gider. En sonunda Ankara’da Türkiye Büyük Millet Meclis’ine gider fakat nafile, üzgün bir şekilde koltuğunda oturuyor.
Otobüs Gümüşhane’nin Köse Dağına çıkarken, birden tüm yolcular irkilir. Kaptan Kenan sinirlenerek:
— Ön lastik su koy verdi.
Otobüs muavini Damarcı Ömer, ürkek bir sesle:
— Abi, yedek lastik yok napcaz?
Otobüste, birden arka beşliden ses duyulur:
— Sorun etmeyin hallederiz.
Otobüs koridorundan bir genç belirdi. Otobüs durmuştu. Muavin Damarcı Ömer, genci dışarı çıkardı. Gencin adı Besim’di, görme engelliydi. Besim, Kaptan Kenan’a bağırarak:
— Arka lastiğe takoz koyun. Takım çantasını, krikoyu, pompayı ön tekerin yanına taşıyın.
Besim, krikoyu kurup çalıştırır. Damarcı Ömer’e emirler yağdırır:
— Su dolu leğen getir…
Besim, mengene ile lastiği çıkarır. Damarcı Ömer pompayı yerleştirir ve siboba bağlar. Besim, iç lastiği tutar ve leğendeki suya bastırır. Bir süre çevirir, çok geçmeden su fokurdamaya başlar, patlağı duyar. Deliği bulur ve bir işaret koyar. Kaynak makinesinin mengenesine, lastiğin patlak noktasını koyar. Sonra yamayı dikkatlice deliğe yerleştirir ve mengeneyi sıkar. En son dış lastiğin işini halleder. Kaptan Kenan, şaşkın bir şekilde:
— Nasıl olur senin gözlerin…
Besim, tevazu ile:
— “Yeis öyle bir bataklık ki düşersen boğulursun. Azmine sarıl sımsıkı seyret ne olursun” diyor Milli Şairimiz.
Kaptan Kenan, bu söze başını sallar.
Otobüs bir tepeyi aşınca nihayet Bayburt Terminal görünür. Terminal küçük, etrafta bir yerleşim yeri yok. Otobüs terminaline girer, bir geniş kavis çizer ve durur. Yolcular inmeye başlar. Ben ve diğer engelli yolcular, otobüsten en son iner. Bayburt Üniversitesini kazandığımda, Bayburt’ta okumamayı düşünüyordum. Fakat Otobüste gördüğüm Kaptan Kenan, Hilmi Efendi, Gazi Cengiz ve Besim gibi farklı olan engelli engelsizleri görünce, bir engelli olarak kararımı değiştirdim. Üniversiteye kayıt için terminalden çıktım.


ADI: Ömer Selman

SOYAD: ARSLANHAN

ÖZGEÇMİŞ

1990 yılında Ankara’da doğdum. İlk ve Orta öğretimimi Sakarya’da tamamladım. Bayburt Üniversitesinde iki yıl ekonomi eğitimi aldı. Şuan Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler ve Tanıtım bölümü öğrencisiyim.
 
Tekerlekli Sandalye
Üst