Hayata Sıfırın Altından Başlamak...

Gazoz Agacı

Moderatör
Moderatör
Katılım
Nis 23, 2012
Mesajlar
9,302
Tepkime Puanı
64
Puanları
48
Yaş
54
5 Haziran 1932’de beyin felcinin kurbanı olarak Dublin’de dünyaya geldi. Bir duvarcı ustasının 13’ü hayatta kalabilen 22 çocuğundan biriydi. Doktorlara bakılırsa konuşamayacak ve hareketlerini kontrol edemeyecekti; sol ayağı hariç...

Dört aylık olduğunda bebeğin davranışlarına yansıyan değişiklikleri ilk olarak annesi fark etti. Bebeği beslemeye çalışıyor; ancak kafası sürekli arkaya düşüyordu. Boynunun arkasına elini koyup, kafasını sabit tutarak bunu düzeltmeye çalıştı anne. Fakat elini çektiği anda tekrar arkaya düşüyordu. Bu, ilk uyarı işaretiydi. Bebek büyüdükçe diğer zorluklar da birer birer çıkıyordu ortaya. Elleri neredeyse sürekli olarak sımsıkı kapalıydı ve arkaya doğru bükülüyordu. Çenesi kapalı olduğundan biberonu kavrayamıyor, aniden yumuşayıp gevşeyen ağzı bir tarafa kayıyordu.

Endişeli anne korkularını babasına açtı ve daha fazla gecikmeden tıbbi yardıma başvurmaya karar verdiler. Bebeği hastanelere taşımaya başladıklarında bir yaşını geçmişti. Bebeği gören ve muayene eden doktorlar, durumunu ilginç ve bir o kadar da ümitsiz olarak değerlendirdiler. Çoğu, anneye nazik bir biçimde çocuğunun beyinsel olarak özürlü olduğunu ve öyle kalacağını söyledi. Beş sağlıklı çocuk büyüten genç bir anne için bu çok ağır bir darbeydi. Çocuğunun tedavi edilemez ve umutsuz olduğu gerçeğini anne kabul etmiyor, onun doktorların söylediği gibi bir embesil olduğuna inanmıyordu. Annenin bu tavrı doktorlara küstahlık gibi geliyordu. Bundan sonra onu bir insan olduğunu unutarak besleyip yıkamak ve kenara kaldırılacak bir nesne olarak algılamak gerektiği söylenince, anne olayların kontrolünü ele aldı. Bebek ailenin bir parçasıydı. Ona diğerlerine davrandığı gibi davranmaya, misafir geldiğinde arka odada kalan ve adı geçmeyen “acayip bir şey” olarak değerlendirmemeye karar verdi. Çocuğun geleceğiyle ilgili önemli bir karardı bu. Annenin her zaman yanında olacağı, yapacağı bütün savaşlarda ona destek çıkacağı ve yenildiğinde onun güç kaynağı olacağı anlamına geliyordu.

Sol Ayağın Keşfedilişi


Okula giden kız kardeşi bir akşam evde parlak sarı bir tebeşirle tahtaya yazı yazıyorlardu. Tebeşir nedense onu cezp etmiş, birden kardeşinin yaptığı şeyi yapmak için büyük bir istek duymuştu. Derken, küçük bir hamleyle uzandı ve tebeşiri kız kardeşinin elinden sol ayağıyla aldı. Bunu yaparken neden sol ayağını kullandığını bilmiyordu. Ayak parmaklarına sıkıştırdığı tebeşirle tahtanın üzerine kargacık burgacık şekiller çizmeye başladı. Herkesin bakışları onun üzerine kilitlenmişti.

Annesi oğlunun yanına gelerek “Sana bununla ne yapılacağını göstereceğim Christy” dedi gözleri yaşlı halde. Yeni bir tebeşir aldı ve yere “A” harfi çizdi. Christy bunu kopya etmek istediyse de başaramadı. Şaşkın, donmuş, gergin, sabırsızlanarak bir mucize bekleyen yüzler çevrelemişti kendisini. Bir deneme daha yaptı; ama başaramıyordu.

Vazgeçmekten başka çaresi kalmamıştı. Oğlunun umudunu yitidiğini gören anne elini çocuğunun omzuna koydu ve bu kez birlikte yazmayı denediler. Evet, sonunda olmuştu! Biraz şekilsiz ama gayretin ve gözyaşının eseri bir “A” harfi yazılıydı yerde.

Dudaklarıyla konuşamıyordu belki ama yazarak iletişim kurabiliyor, kendini çizgilerle ifade edebiliyordu. Ayakları onun eli, kolu, dili olmuştu adeta. Ne zaman ayağına bir şeyler giydirilse, aynı hızla çıkarıyordu. Normal bir insanın elleri arkasında bağlandığında hissettiği şeyleri hissediyordu çünkü.

Anne, onu diğerleri gibi okula göndermesinin imkansız olduğunu biliyor, ona nasıl yardımcı olacağı konusunda çıkar yol bulamıyordu. Çünkü zihinsel sağlığının normal olduğuna bir şüphe duymamasına rağmen, eğitim alamayacak olması onu endişelendiriyordu. Çocuğunun bedensel kusurları olabilirdi; ama zihinsel gelişimini hızlandıracak bir programdan mahrum kalması onu kahrediyordu. Evin içinde ona okuma-yazma öğretmeye çalışıyordu elinden geldiğince. Annenin çocuğuna inancı ve çocuğun da gayret ve azmiyle önemli bir aşama kaydetmişlerdi. Yazmayı öğrendiği ilk kelime şuydu: A-N-N-E.

Hayat, acı vermeye başlamıştı. Yıllar geçiyordu ve o şimdi on yaşında, yürüyemeyen, konuşamayan, kendi başına yemek yiyemeyen veya giyinemeyen bir çocuktu. Acizdi ama bunun yeni yeni farkına varıyordu. Onu diğerlerinden “farklı” kılan şeyin ne olduğu ve nedeni hakkında hiçbir şey bilmiyordu daha. Ancak ağaca çıkamamanın, arkadaşlarıyla top oynayamamanın ya da bir elmayı dilediği gibi yiyememenin eksikliğini ve acısını hissetmiyor olamazdı.

Kendi ellerine bakıyordu. Bükülmüş, yamuk parmaklı, eğri, garip ellerdi bunlar. Hiçbir zaman sabit durmayan, sürekli kıpırdayıp titreyen, insan elinden çok kıvrılmış iki yılana benzeyen eller... O ellerin görüntüsünden, aynada gördüğü o sallanan kafadan ve bir kenarı sarkmış ağızdan nefret etmeye, böylece aynadan da nefret etmeye ve korkmaya başlamıştı. Yanından yabancı birileri geçtiğinde yüzünü saklıyor; fakat gözden yitene kadar arkalarına dönüp dönüp kendisine bakmaları ve bu acıyan gözlerin üzerinde odaklanması gözünden kaçmıyordu.

Fakat kendisine inanan bir annesi vardı yanı başında. Birlikte tek yürek ve tek beden olmuşlardı. Birlikte nefes alıyor, ortak amaçları doğrultusunda adeta el ele tırmanıyorlardı zorlu bir dağı.

Okumayı, yazmayı ve nihayet sol ayağının parmağı ile daktilo yazmayı öğrenmişti. Öte yandan resim yeteneği de gün yüzüne çıkmıştı.

Sol ayağıyla 12 yaşındayken yaptığı bir resmiyle Sunday Independent dergisinin çocuklar arasında düzenlediği resim yarışmasında kazandığı ödül onu iyiden iyiye cesaretlendirmişti.

Yazmayı öğrenmekle kalmamıştı Christy. Bu işi de kendine has ve özel bir üslupla yerine getiriyordu. Onun kelimeleri, cümleleri başkaydı.

Yazdıklarıyla kalplerin en hassas yerlerine dokunuyor, zorlu bir yaşam mücadelesiyle hayata sımsıkı tutunmayı öğrenen bir kalem dolaşıyordu sayfalarda. O, yani Christy Brown, İrlanda edebiyatının devleri arasında yer alacak bir yazar olmuştu.

Anne sevgisinin, güvenin ve dayanışmanın her an tazelediği bir başarı öyküsüydü onunkisi. Önce ‘My Left Foot’ (Sol Ayağım) isimli otobiyografik bir roman yazdı. Ardından ‘Parlak Meslek’, ‘Yaz Üzerinde Gölge’ ve ‘Vahşi Zambaklar’ isimli romanları yayımlandı. ‘Sol Ayağım’ adlı eseri 1989 yılında sinemaya uyarlandı. Brown’ı canlandıran Daniel Day-Lewis en iyi aktör, annesini canlandıran Brenda Fricker ise en iyi yardımcı kadın oyuncu dalında Oscar ödülünü aldılar. Şiirlerini ‘Toplu Şiirler’ ismi altında derleyen Christy Brown 1981 yılında yaşamını yitirdi.

Umudun tükendiğini zannettiğimizde Christy Brown’un hayatını hatırlayabilir ve yaşamımızda yepyeni bir ışık ortaya çıkabiliriz. Sizin yapacağınız tek şey kendinize inanıp neleri yapabileceğinizin farkına varmaktır. Sizi ne olduğunuz değil, ne olacağınız durdurur.

CHRISTY BROWN ANLATIYOR

“Annem bir gün, üst kattaki odada Christmas’da Noel Baba’dan aldığım hikaye kitabındaki resimleri göstererek içindeki hayvan ve bitki isimlerini bana tekrar ettirmeye çalışırken yaşadığı başarısızlığı anlatmıştı. Bu iş saatlerce sürmüş ve o da benimle konuşmuş ve gülmüştü. Sonunda üzerime eğilerek kulağıma yavaşca şunları fısıldamıştı:

‘Hoşuna gitti mi Chris? Ayıları, maymunları ve güzel çiçekleri beğendin mi? İyi bir çocuk gibi evet için başını salla.’
Oysaki ben, onu anladığıma dair herhangi bir şey yapamıyordum. Yüzü umutla benimkinin üzerindeydi. Aniden tuhaf elim, boynuna dökülen koyu renk dalgalı saçının bir tutamını kontrolsüzce yakaladı. Sımsıkı kapanmış parmakları nazikçe açmasına rağmen aralarında hala birkaç tel kalmıştı. Şaşkın bakışlarımın ardından arkasını dönüp ağlayarak terk etti odayı.”

soz09.jpg
 
Tekerlekli Sandalye
Üst