Hissedilmeyen Kentler

Halil Yılmaz

Admin
Yönetici
Katılım
May 19, 2010
Mesajlar
14,522
Tepkime Puanı
193
Puanları
63
Yaş
50
HİSSEDİLMEYEN KENTLER

Doğumumun acılı seslerinden mi ya da ilk defa kendi karanlığımdan bambaşka bir yere çıkışımdaki ağlamamdan mı bilmiyorum, hiçbir yere ait olamayan bir bebek olarak doğdum. Annemin sıcacık, simsiyah kucağından çıktığımda o mavi ışığı algılayan gözlerim, aceleci sesleri duyan kulaklarım, tenimin olgunlaşmamış noktalarına dokunan kendinden emin parmakların bana hayatımın hep tekrar edeceğini sonradan kabulleneceğim o garip duygusunu ve beraberinde onu nasıl yıkacağımı öğretti.

En büyük huzursuzluğumdu, sanki bu yeşil sarı ağaçlar benim koklamam için varolmamıştı, sanki bu kavisli koyu gri yollar benim yürümem için yapılmamıştı, sanki bu mürekkeplenmiş, saman sayfalar benim için yazılmamıştı, ve en önemlisi tüm gezdiğim, gezmek zorunda kaldığım kendine has ve beraberinde hassas olan bu kentler benim hissedemediklerim olarak kalmıştı.

Kanımdan olan insanlar bile zorlanmışlar, garipsemişler hatta bazen görmezden gelmişlerdi. Ben de o hissedemediğim kentleri gezdim; birisi ya da birileri beni görür ve sorar diye, beni bütün fazlalığım ve eksikliğimle okşar diye. Her gezdiğim kentte aynı ortak, garip duyguyu kendimde gördüm: korkunun, endişenin ve biraz da umutsuzluğun sarılığı..
İlk gittiğim yer Krus’tu. Masmavi geniş evleri, merdiveni olmayan yapıları, engebesiz yeşillikli yolları, kendine hapsettiği küçücük mekanlarıyla alçak sandalyeleri tüm bu uyumu yansıtıyordu. Bu düzen benim için değildi, belimden aşağımı yok etmek, buralara ait olmak, şu parlak demirlere tutunarak bu engebesiz yolları yürümek geldi içimden ama yapamadım. Ne bir iş bulabilirdim burada ne de bir ev, burası onların düzeniydi, burası onların farklılığıydı.

Yoluma devam ederken sessizliğin titrediğine inandığım bir yere yolum düştü. Silten adındaki bu kentte çok büyük bir kutlama vardı. Dans edenler, yemek yiyenler, ellerini kullanarak birbirilerine bir şeyler anlatan yüzlerce insan. Çözemediğim bir dilde anlaşıyorlar ve her zaman dünyanın en güzel melodisini dinlermişçesine hareket ediyorlardı. Sanki tüm tahtalar, tüm duvarlar titriyordu, ve bir tek onlar duyuyordu; bense tüm sessizliğimi kendi sesimle kirletiyordum. Tüm sesleri kessem bile, içimden birileri konuşuyor onlarınki güzel melodileri sahip olamayacağımı yüzüme çarpıyorlardı, yapamadım. Küf rengi taşları takip ederek oradan uzaklaştım.

Perde perde ayrılmış Cacus kentinde tüm yolları, yerleri ezbere bilen insanların benim labirent diye adlandırabileceğim odalarda güvenle yürüdüklerini izledim. İçine girdiğimde kaybolduğum, belki de en güzel renklerin, en nicelikli tasvirlerin varolduğu duvarlar, köşeler vardı. Karanlık en sonsuz rüyaydı, istediği her şeyi hayallerinde, siyahlıklarında ve gözlerinin arkasındaki sınırsızlıkta bulmuşlardı. Yanlışlıkla girdiğim koyu sarı odada koltukta oturan hafif gri saçlı kadınla konuştum. Bana bu zamana kadar gördüğü rengarenk resimleri, izlediği sonu olmayan filmleri, gezdiği toprak rengi ormanları anlattı.

Bunların hiçbirisini göremeyecek hatta hayal bile edemeyecektim; benim rüyalarımı, karanlığımı aydınlatmış ve beraberinde sınırlamışlardı. Onlar bu labirentlerde değil, kendi rüyalarında yaşıyorlardı, buraya ait olamazdım, karanlığımı kendim yaratamazdım.

Son şansım olduğunu düşündüğüm Brac’a uğradım. Hiçbir yere giremiyordum, hiçbir kapıyı açamıyordum ve hiçbir şeye onların usulünde yapmadan ulaşamıyordum. Oturdukları yerin, kullandıkların girişlerin, yedikleri yemeklerin, temizlenip yıkandıkları yerlerin hepsi bana bambaşkaydı. Burada da bir fazlalıktım, onların uyumunu, o gözlerindeki tanıdıklığın ve tanıklığın verdiği sıcaklığı kendimde burukluğa dönüştürdüm. Gene aynı duygu gelmişti, o garip umutsuzluk, belki şu yanımda duran sallanan iki şeyden kurtulmalıydım ve sonsuza kadar burada kalmalıydım, ya da yoluma devam etmeli kendime bir kent yaratmalıydım.

Uzun yollar ve yıllar boyunca yüzlerce kent dolaştım, o garip duyguyu bana hissettirmeyen biri bile olmadı, bir uyumsuzluğum vardı, görebiliyordum. Her bambaşka yerde bana yabancı olan beni korkutan bir şeyler vardı, o ilk doğuşumdan bu yana benim hep bir yara olarak gördüğüm bu zamana kadar kapatmaya çalıştığım kalıcı bir yara… Kendim var etmeliydim, yürüdüğüm yollarla gördüğüm kentleri kendim değiştrimeliydim. Birçok kentte aynı düzendeydi, her şeyi kendilerine göre düşünmüşlerdi, bense tüm bunların dışında bir şeyler yapmaya çabalıyordum.

Toprakları kollarımla sardım, toprakları gözlerimle gördüm, toprakları kulaklarımla duydum, toprakları bacaklarımla aştım ve ben şu an yalnız başıma benim gibi olan başkalarıyla, kendi uyumumu bulmaya gittim. Herkes yalınlığıyla, fazlalılığı, eksikliği ve farklılığıyla güzeldi, vardı ve yaratırdı. Umutsuzluğa burada yer yoktu, burası da benim kentim, benim yerim, benim müziğim, benim hayalimdi. Burası hepimizin dünyasıydı, ne ben eksiktim ne de onlar fazlaydı biz sadece farklıydı ve farklılığımızın uyumu içinde yepyeni kentlere yol aldık.

*Adı: İrem
Soyad: Gerkuş

24 Temmuz 1996 doğumluyum, Tev İnanç Türkeş Özel Lisesi’nde yatılı olarak onuncu sınıfı okuyorum. Balıkesir’in Edremit ilçesinden geliyorum. Psikoloji, edebiyat, felsefe ve sinemayla uğraşmayı seviyorum.
 
Tekerlekli Sandalye
Üst