Karaltı

Halil Yılmaz

Admin
Yönetici
Katılım
May 19, 2010
Mesajlar
14,522
Tepkime Puanı
193
Puanları
63
Yaş
50
Gövdesini serdiği yataktan sıyrılamadı. Aydınlanmaya başlayan gökyüzü ilk çırpınışlarını doğaya bıraktı. Perde aralığından sızan güneş ışığı halıya çarpıyor, perdenin dalgalanmaları sayesinde halıda farklı görüntüler beliriyordu. Kafasını gömdüğü yastıktan ayırdı. Parkeye her dokunuşunda kulağında patlayan sesin sahibini seçebilmek için başını sağa çevirdi. Yakınlaşan ses tüm odayı kaplıyor duvarlara çarparak yankılanıyordu. Ardından bir sinek vızıltısına dönüşüp odada geziniyor ve kayboluyordu. Yere saçılmış birkaç gömlek ve onlarla uyumlu kravatlar gözüne çarptı. Sırtını döndü hepsine. On dokuz yaşındaydı ve çevresindeki kimseye benzemiyordu. Benzemediği insanlar gibi giyinmişti. Halini garipseyen insanlarla aynı ıralarda okumuştu. Acıyan onlarca göze tanık olmuş, korkutucu tümceler işitmişti. Pantolonun hangi kumaştan yapıldığı, kravatın desenleri, üzerindeki her şeye uyum sağlayan şatafatlı kol saatleri… Hiçbiri umrunda değildi. Sırılsıklam olmuş ellerini ayaklarına götürdü. Parmak uçlarına, köse bacaklarına dokundu. Yumruklarını sıraladı hissetmeyen bölgelere. Acı çekmek istedi. Gövdesinin altına eklenmiş et yığınına, cam kırıklarını saplamayı düşündü. Kaygan teninin üzerinde usulca akan kanı izledi. Gene mi hissetmeyecekti? Boşlukta asılı kalan gözlerini kurtardı. Yılların verdiği hasarla duvar yüzeyinde çatlaklar oluşmuştu. Yarıkları genişletmek istedi. Uzamış tırnaklarını genişlemiş boşlukların arasına sıkıştırdı. Gizlenmiş gömüyü bulmak için toprağı umarsızca eşeleyen maceraperest kadar arzuluydu. Tırnakları kırıldı. Yatağın kenarına sıkıştırılmış minderlerin üzerine döküldü. Kana bulanmış parmaklarını duvar zeminin üzerinde gezdirdi. Kaç kişi daha acıyacaktı? Ben ne yaptım? *
—Anne burada mısın? Melodik ses süzüldü kayıt cihazından:
—Buradayım. Sen neredesin?
—İnsanların arasında onlara ihtiyacım var.
— Kıvırcıklaşmış saçlarını görebilmek için aynalara ihtiyacım yok ki. Saçımı tarıyordun. Usulca süzüyordun beni. Koparılmış bir papatya gibi kokuyordun. Yanağına dokunuyordum.
—Yeni bir şey yok. Her şey eskidi.
Sokağın kirini söken esinti, uyuşmuş kedileri dürtüyor. Adımları kısa ve sık insanlar koşturuyor. Sevgililerine işlerine huzura sessizliğe hayata… gri bir gökyüzünün altında tüm lekeler rengarenk. Atılan adımlar çökmüş bedenleri ufalıyor. Ezberlenen sokakların yerleri değiştirilmiş. Gözler düğümlenmiş, kulakları tırmalayan kargaşaya. Kabiliyeti kaybediyor tüm uzuvlar. Çıkış yok! İnşaat halindeki fikirlerini rafa kaldırmak için çabalıyorsun.
— Geçemezsiniz beyefendi, sizin için tehlikeli. Suratına saplanıyor insanların nefesleri.
—Duymadınız galiba. Sık nefesler ender uğultulara dönüşüyor. Bir polis memuru dikiliyor kaldırımın göbeğinde. Bağrışmalar polisleri çakılı kaldıkları yerden alıp fırlatıyor kalabalığın ortasına. Polisin peşine takılıyor vukuat meraklıları. Korkuyorsun bölünmüş tümceler, yakınan görevlerin ağzından taşıyor. — Amirim ben uyardım. Bir yığının arasındayım ne konuşayım silinmiş cümlelerim. Örtün hadi tüm şehrin üzerini gene de bahar gelecek Ankara ‘ya.
İnsanların üzerinde yetişen çıbanları kurutacağım.
— amirim arkadaşlar şahit. Ben bir şey yapmadım. Bir taksi duruyor. Kaldırıyor birisi yerden beni. Öteki sandalyemi tutuyor. Üzeri rakamlarla kaplı paralara da paranın üstünü iade edecek olan taksici ye de güvenmiyorum. Taksinin arkasında koşuyor uzun boylu genç bir adam. Cüzdanım düşmüş iyi dilekleriyle iletiyor bana. Ne yapmam gerek? Teşekkür yetmez mi? Taksicinin suratına yapıştırdığı gülümseme siliniyor. Soruyor herkes gibi beni değil de olanı merak ediyor. Nasıl ve neden ile başlayan meraklı tümceler. Anlamsız bakışlar , kaybolan ifadeler … İnsanlar aynı, aynı olmayanlar da yaşadıkça benziyor hayat arkadaşlarına. Midene saplanan sancı artçılarını doğuruyor. Ellerini ceplerine sığdıramıyorsun. Telaşla bir sigara koparıyorsun buruşmuş paketten. Onay alınca birkaç saniye sürecek hükümranlığın başlıyor.

— Zor olmuyor mu? Gözlerini yolun kenarında bekleşen köpeklerle, elindeki sigara arasında bölüştüren taksici, yineliyor sorusunu. Konuşmak istemiyorsun. Anlamsız bir kımıldanmayla savuruyorsun tüm soruları. Derin bir nefes. Ciğerlerine dolan zehri dışarı püskürtüyorsun. Göğü kaplayan gri bulutların altında insanlar küçük balmumu heykellerini andırıyor. Biri telefonda bağırıyor, ötekisi benim gibi birini izliyor kimi yardım ediyor her sabah metro altında dilenen küçük kıza. Meraklı taksici ani bir manevrayla önüne kıran şoföre küfrediyor. Destek geleceğinden emin bir halde savuruyor binlerce şikayeti. Sanki yetkili benim? Ben olsam ne olacak ki? Ankara trafiği işte deyiveriyorum. Onandığını görünce şiddeti artarak devam ediyor şikayetler. Bir zamanlar güzel olan bahtı kara Ankara. Hızla kaybolan gecenin ortasında durup haykırmak isterdim. Belki sendeler birisi. Takılır sesime durup bekler. Bacaklarındaki ağırlık dizlerine çöker. Yığılırız kaldırıma aynı oluruz eskisi gibi. Sessizlikten rahatsız olan taksici radyo açıyor. Kapatmasını istiyorum. Beynimde başlayıp kulaklarımdan taşan tını dışında hiçbir sese tahammülüm yok. Sıkışıyorum, seslensem duyacak mı anlayacak mı yanımdaki? İnmek istiyorum. Eşikten sarkıttığımı düşlüyorum ayaklarımı. Sert eylül rüzgarı yalayacak ayaklarımı. Annem gelecek sarkma diyecek. Olsun. İneceğim. Mana veremeyecek beni çocukluk etmekle suçlayacak. Yağmurda gezinmek ayakları yere basanların özgürlüğü mü?
— Yardım edeyim sandalye için. — Kaç tuttu?
— Para istemez abi.

Acıdım çocuğa. Nereye gidecek bu vakitte? Gözlerinden akan yaşa kimsenin baktığı yok. Yavaşça silmeye çalışılan acıların yarattığı çaresizlik yerini bıraktıgı dinginliğe emanet. Kafasını gömmüş yeryüzüne. Karartılan umutların yeşermesini beklemek en doğal hakkı. Annesini arıyor gözleri her çocuk gibi. Aramanın bulmaya delalet olmadığını bilmediğinden devam ediyor ısrarına.
Ayaklarını hasır altından söküp çıkarıyordur şimdi . ne yapacağını bilememenin verdiği telaşa kayıtsız kalamayacak kadar safiyane haykırışlarıyla topluyor tedirginliği. Umudun tükendiği anda insanın yaşının cinsiyetinin ne olduğu önemsiz. Belki de bu yüzden gözyaşı evrenseldir. Ağlamasını istemeyen annesinin öğütleri geliyor hatrına...
Ağlarsan seni Necip Efendi’ye veririm. Uslu uslu otur burada.

Uzanmaya çalıştığı kapı tokmağına erişemeyince çöküyor kapı eşiğine . Aklında her çocuk gibi bırakılıp gidilme ihtimalinin kaygısı . Bakışları odanın dört bir tarafında geziniyor. Sedir çarşaflarını konulduğu sandık, eski bir televizyon üzerine örtülmüş danteller, babasının kıyafetleri annesinin mendilleri ... Adımları işitiyorsun. Sık adımlar. Topukları yere saplanan kocaman insanlar , mahalle kedisinin peşinde koşuşturan çocuklar, onlara öfkelenen aksi ihtiyarlar, son model arabasının kapasitesini sokakta test eden küstahlar. Sessizlik dökülüyor günler gibi takvimlerden. Çukurlarına sığmayan gözlerin yuvalarından akıyor. Bir maceraperest doruklarda geziniyor. Nefesini tut. Boş yere gelmedik bu karanlığa. Duvarlara sürtüyorsun parmaklarını. Kir kalıyor ellerinde.
Ses kaydı başa sarıyor : Anne beni duyuyor musun? Korkuyorum.

Oğuz Kaan Aktürk

26 Eylül 1992 ' de doğdum . Kırşehir Anadolu Öğretmen Lisesi 'ni bitirdikten sonra Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi ' ne kaydoldum . Üç yıldır bu fakültede öğrenim görmekteyim. Ankara' daki çeşitli fanzinlerde öyküler yazmaktayım.
 
Tekerlekli Sandalye
Üst