Pozitif bilime inanmıyor, hatta onu inkâr ediyorum. Bana kalırsa gerçek ve gerçekçilik dediğimiz tüm kavramlar; olumsuz, çirkin ve kötü şeylerde saklı. İyilik, sadakat, mahcubiyet, vakurluk her ne kadar güzel ve onarıcı kavramlar olsa da, ezilmişliği, kabullenişi ve kaybetmeyi sembolize ediyor nezdimde. Ama biz insanoğlunun sanat ve hayat paralelinde boğuştuğu sorunlara baktığımızda, kolay yol diye paylaştığımız tüm şeylerin “pozitif şeyler” ekseninde gidip geldiğini görüyoruz. Her ulus gibi biz de kendi gölgemizi daha büyük, daha şaşaalı gösterecek şeyler inşa etmek istiyoruz. Kusurlarımızı örtmek, zihnimizi kemiren tüm yanlış ve eksik şeylerden uzaklaşmak istiyoruz. Hikâyemizin kalbinde yatan tek şey ise; zihnimize yerleşip kalmış ve orada filizlenmiş toplumsal normlar.
Bilirsiniz: Dört ayaklı bir sehpanın ayaklarından biri kırıldığında ya da hasar gördüğünde ona artık eksik, kusurlu, hasarlı ya da iş görmez gözüyle bakarız. Çünkü zihnimizde yer eden sehpa fotoğrafı dört ayaklı, kıpırdamadan tüm gün bir köşede duran basit bir eşyadır. Nesnelerin insanlar üzerindeki etkilerini incelemek gibi bir derdim olmasa da, onların bizim üzerimizde bıraktıkları tuhaf izlerden etkileniyorum. Her yazımda olduğu gibi, bu yazımda da bir parça gevezelik etmenin ardından, artık ağır-ağır hikâyemin kalbine doğru akıyorum.
Georges Perec, Kayboluş adlı romanını hiç ‘e’ harfi kullanmadan yazdığında, benim şimdi bile haklı bulduğum tepkiler almış. Her ne kadar Perec’in bu absürt hareketini edebi bir oyun, edebi bir zorlama olarak görsem de, içten içe ona bir saygı duyarım. Fakat Perec, kitabın uyandırdığı yankı ve ortaya koyduğu başarı sayesinde o dönem hınzırca gülebiliyordu. Başardığı şey ise, başyapıtında kullanmadığı, reddettiği harf değil, insanlara verdiği mesajdı: Zorunluluk olarak gördüğümüz, hayatımızdan çıksa, ne yaparız, dediğimiz birçok şeyin aslında biz insanların bencilce tavrı olduğunu öğretiyordu bize. Burada ise bireyin değil, toplumun rolü öne çıkıyordu.
Örneğini verdiğim bu “eksiklik” duygusunun bu yüzyıl ki kurbanları da biz engellileriz. Özellikle 1950’li yılların başında yapılan reformlar, çevreci değişimler ve emperyalist ülkelerin yönettiği kapitalist düzenin azınlıklar için yarattığı yeni akımlar, bahsini ettiğimiz “pozitivizm” için büyük yatırımlar yaptı. Ortaya çıkan tablo korkunçtu: Kendinizi sevin.
Kendinizi severseniz şayet; yeni elbiseler, yeni ayakkabılar, yeni parfümler, yeni saatler, yeni oyuncaklar alırsınız. Bu yüzden kendinizi sevmelisiniz. Ama yaratılan bu algı operasyonunun mutfağında çok daha korkunç bir tablo gizliydi: Yalnızca “standart” yurttaşlar için değil, engelli yurttaşlar gibi azınlıklar için de yeni furyalar ortaya çıktı. Zira azınlıklar, birçok sömürgeci ülke için “pozitivizm besleyicisi” bir rol oynuyordu. Ama onlardan faydalanmaları için evvela kabuklarını kırmalı ve evlerinden çıkmalarını sağlamalıydılar. Bu yüzden yapılan tüm çağrılar; sokakların güzel, insanların masum, hayatın yaşanılabilir bir gerçek olduğu yönündeydi.
Bu satırları okuyanlar arasında içi içine sığmayan binlerce genç engelli olduğunu biliyorum. Bu insanların içinde her sabah yatağından kalkmak için bir başkasından yardım alan, hatta tuvaletini, banyosunu bir başkasının yardımı ile gerçekleştiren insanlarda var. Bir düşünün dışarda hızla akan bir yaşam var. Ve siz delicesine kendinizi o yaşamın kollarına atmak isterken bedeniniz “dur orda” diyor. Ve siz bu insanlara “kendini sev, bedenini sev” diyorsunuz. Sizce de bu insanlara karşı bir haksızlık yapmıyor muyuz? Kimileri bildik cümlelerin arkasına sığınarak “insan kendi gerçeğini kabul etmeli” gibisinden beylik laflar edebilir. Bilesiniz ki insan her gerçeği sevmek zorunda değildir!
Perec örneğini vermemin nedeni, tıpkı Perec’in o dönem toplumla dalga geçtiği gibi, bizim için yaratılan aptal pozitivist akımlarla da dalga geçebileceğimizi anlatabilmekti. Takdir edersiniz ki 1960’lı yıllar edebiyat için önemli bir dönemdi.
Tıpkı örneğini verdiğim edebi parçadaki gibi, hayatta ve pozitivist akımlarda da benzer şekilde öğretilerle karşılaşan biz engellilerin aklında “olumlu bir zorunluluk” bilinci oluşmaya başladı: Kendimi sevmeliyim.
Buna neden olan estetik duygusu, çoğunluğun biz azınlıklar için uydurduğu komik yalanlardan ibaret diye düşünüyorum. Zira hiçbir seçim hakkına sahip olmayan biz engelli yurttaşlar (doğumda ya da yaşanan bir kazada), estetik söz konusu olduğu zaman, çoğunluk için “sevgi kelebeği” rolü oynaması gereken bir kitle hâline geliyoruz. Bu pozitivist baskının temelinde yatan şey ise; yine toplumun ikiyüzlü ve bencil yanını besleyecek başka bazı şeylere ihtiyaç duymasından kaynaklanıyor. Şayet onların istedikleri gibi kendimizi sever ve aptalca bir şekilde, sorgulamadan birçok gerçeği kabullenirsek, karşı çıkabileceğimiz hiçbir şey kalmayacak. Onların istedikleri gibi aralarına karışacak ve istedikleri şekilde şükran duymalarını sağlayacağız: Çok şükür onlar gibi değilim. (Burada toplumun ikiyüzlü ve bencil tavrına açık bir göndermede bulunmaktayım.)
Dipnot: Kalemi az-çok oynatmayı bilen, bir odada kitaplar, ölü yazarlar, aksi şairler ve sigara izmariti dolu kül tablası ile bir şeyler yazabilen ben, epey zamandır yazdığım yazılara üzerinden bir zaman geçtikten sonra tekrar göz gezdirdiğimde, “aslında” anlatmak istediğim şeylerin okuyucunun zihninde temasa münasip bir hâle gelip, gelmediğini düşünürüm. Bu yazımda da benzer bir hisse kapıldığımdan olsa gerek, önceki yazılarımda olduğu gibi, huysuz ve üst perdeden konuşan bir ihtiyar gibi konuşmak yerine, ben gibi dertli insanların zihinlerinde yer eden fikirlere dokunacak, onları bu konu hakkında konuşturacak şeyleri yazmak istedim. Bazan, -evet, dürüst olmalıyım; çoğu zaman yazdığım yazılar yüzünden en çok ben nefret ederim kendimden- bu hisse kapıldığımda, çalışma masamdan uzaklaşır, o an düşünmekte olduğum fikirlerin yeryüzünde bir başkası tarafından da düşünülüp, düşünülmediğini merak ederim. Çok da önemli şeyler yapamadığımı, hatta hiçbir şeyi değiştiremediğimi fark ettiğimde ise, yalnızca meselenin etrafında dolaşır, o dâhice fikri kendime saklarım. Şimdi de öyle yapıyorum.
Bilirsiniz: Dört ayaklı bir sehpanın ayaklarından biri kırıldığında ya da hasar gördüğünde ona artık eksik, kusurlu, hasarlı ya da iş görmez gözüyle bakarız. Çünkü zihnimizde yer eden sehpa fotoğrafı dört ayaklı, kıpırdamadan tüm gün bir köşede duran basit bir eşyadır. Nesnelerin insanlar üzerindeki etkilerini incelemek gibi bir derdim olmasa da, onların bizim üzerimizde bıraktıkları tuhaf izlerden etkileniyorum. Her yazımda olduğu gibi, bu yazımda da bir parça gevezelik etmenin ardından, artık ağır-ağır hikâyemin kalbine doğru akıyorum.
Georges Perec, Kayboluş adlı romanını hiç ‘e’ harfi kullanmadan yazdığında, benim şimdi bile haklı bulduğum tepkiler almış. Her ne kadar Perec’in bu absürt hareketini edebi bir oyun, edebi bir zorlama olarak görsem de, içten içe ona bir saygı duyarım. Fakat Perec, kitabın uyandırdığı yankı ve ortaya koyduğu başarı sayesinde o dönem hınzırca gülebiliyordu. Başardığı şey ise, başyapıtında kullanmadığı, reddettiği harf değil, insanlara verdiği mesajdı: Zorunluluk olarak gördüğümüz, hayatımızdan çıksa, ne yaparız, dediğimiz birçok şeyin aslında biz insanların bencilce tavrı olduğunu öğretiyordu bize. Burada ise bireyin değil, toplumun rolü öne çıkıyordu.
Örneğini verdiğim bu “eksiklik” duygusunun bu yüzyıl ki kurbanları da biz engellileriz. Özellikle 1950’li yılların başında yapılan reformlar, çevreci değişimler ve emperyalist ülkelerin yönettiği kapitalist düzenin azınlıklar için yarattığı yeni akımlar, bahsini ettiğimiz “pozitivizm” için büyük yatırımlar yaptı. Ortaya çıkan tablo korkunçtu: Kendinizi sevin.
Kendinizi severseniz şayet; yeni elbiseler, yeni ayakkabılar, yeni parfümler, yeni saatler, yeni oyuncaklar alırsınız. Bu yüzden kendinizi sevmelisiniz. Ama yaratılan bu algı operasyonunun mutfağında çok daha korkunç bir tablo gizliydi: Yalnızca “standart” yurttaşlar için değil, engelli yurttaşlar gibi azınlıklar için de yeni furyalar ortaya çıktı. Zira azınlıklar, birçok sömürgeci ülke için “pozitivizm besleyicisi” bir rol oynuyordu. Ama onlardan faydalanmaları için evvela kabuklarını kırmalı ve evlerinden çıkmalarını sağlamalıydılar. Bu yüzden yapılan tüm çağrılar; sokakların güzel, insanların masum, hayatın yaşanılabilir bir gerçek olduğu yönündeydi.
Bu satırları okuyanlar arasında içi içine sığmayan binlerce genç engelli olduğunu biliyorum. Bu insanların içinde her sabah yatağından kalkmak için bir başkasından yardım alan, hatta tuvaletini, banyosunu bir başkasının yardımı ile gerçekleştiren insanlarda var. Bir düşünün dışarda hızla akan bir yaşam var. Ve siz delicesine kendinizi o yaşamın kollarına atmak isterken bedeniniz “dur orda” diyor. Ve siz bu insanlara “kendini sev, bedenini sev” diyorsunuz. Sizce de bu insanlara karşı bir haksızlık yapmıyor muyuz? Kimileri bildik cümlelerin arkasına sığınarak “insan kendi gerçeğini kabul etmeli” gibisinden beylik laflar edebilir. Bilesiniz ki insan her gerçeği sevmek zorunda değildir!
Perec örneğini vermemin nedeni, tıpkı Perec’in o dönem toplumla dalga geçtiği gibi, bizim için yaratılan aptal pozitivist akımlarla da dalga geçebileceğimizi anlatabilmekti. Takdir edersiniz ki 1960’lı yıllar edebiyat için önemli bir dönemdi.
Tıpkı örneğini verdiğim edebi parçadaki gibi, hayatta ve pozitivist akımlarda da benzer şekilde öğretilerle karşılaşan biz engellilerin aklında “olumlu bir zorunluluk” bilinci oluşmaya başladı: Kendimi sevmeliyim.
Buna neden olan estetik duygusu, çoğunluğun biz azınlıklar için uydurduğu komik yalanlardan ibaret diye düşünüyorum. Zira hiçbir seçim hakkına sahip olmayan biz engelli yurttaşlar (doğumda ya da yaşanan bir kazada), estetik söz konusu olduğu zaman, çoğunluk için “sevgi kelebeği” rolü oynaması gereken bir kitle hâline geliyoruz. Bu pozitivist baskının temelinde yatan şey ise; yine toplumun ikiyüzlü ve bencil yanını besleyecek başka bazı şeylere ihtiyaç duymasından kaynaklanıyor. Şayet onların istedikleri gibi kendimizi sever ve aptalca bir şekilde, sorgulamadan birçok gerçeği kabullenirsek, karşı çıkabileceğimiz hiçbir şey kalmayacak. Onların istedikleri gibi aralarına karışacak ve istedikleri şekilde şükran duymalarını sağlayacağız: Çok şükür onlar gibi değilim. (Burada toplumun ikiyüzlü ve bencil tavrına açık bir göndermede bulunmaktayım.)
Dipnot: Kalemi az-çok oynatmayı bilen, bir odada kitaplar, ölü yazarlar, aksi şairler ve sigara izmariti dolu kül tablası ile bir şeyler yazabilen ben, epey zamandır yazdığım yazılara üzerinden bir zaman geçtikten sonra tekrar göz gezdirdiğimde, “aslında” anlatmak istediğim şeylerin okuyucunun zihninde temasa münasip bir hâle gelip, gelmediğini düşünürüm. Bu yazımda da benzer bir hisse kapıldığımdan olsa gerek, önceki yazılarımda olduğu gibi, huysuz ve üst perdeden konuşan bir ihtiyar gibi konuşmak yerine, ben gibi dertli insanların zihinlerinde yer eden fikirlere dokunacak, onları bu konu hakkında konuşturacak şeyleri yazmak istedim. Bazan, -evet, dürüst olmalıyım; çoğu zaman yazdığım yazılar yüzünden en çok ben nefret ederim kendimden- bu hisse kapıldığımda, çalışma masamdan uzaklaşır, o an düşünmekte olduğum fikirlerin yeryüzünde bir başkası tarafından da düşünülüp, düşünülmediğini merak ederim. Çok da önemli şeyler yapamadığımı, hatta hiçbir şeyi değiştiremediğimi fark ettiğimde ise, yalnızca meselenin etrafında dolaşır, o dâhice fikri kendime saklarım. Şimdi de öyle yapıyorum.