Kırmızı: Öykü

Halil Yılmaz

Admin
Yönetici
Katılım
May 19, 2010
Mesajlar
14,522
Tepkime Puanı
193
Puanları
63
Yaş
50
Yazın sıcağından bunalıp olması gerekenden tam iki ay önce yollara düştüm. Anacığımı kan ter içinde bırakan, beni de vaktinden önce bu dünyaya getiren yollar… Minik bir bebekten daha minikmişim. Babam dalga geçer hep, cebime koyup gezdirsem olurdu hani, diye. Babamın ceketinin cebini ölçtüm, tam bir karış. Şimdi daha büyüktüm. Tam sayamasam da bir sürü karıştan oluşuyordum. Ama boyum uzamasaydı, hep bir karış kalsaydım bile beni sevgiyle saran kollara, evimizin mutlulukla eş değer tuttuğum kokusuna, dünyanın en güzel yemek yapan annesine ve onunla biraz ilgilenmediğimde benimle kavga edermiş gibi öten yaygaracı bir papağana sahiptim. İnsan bundan başka ne isteyebilirdi ki?

Yaz mevsiminde doğduğumdan mıdır bilinmez, bir yaz akşamı kadar güzel bir şey yoktu benim için. Komşularımızın oğulları vazoları kıradursun-ki bunu da anneme güne gelen komşularımızdan duymuştum- ben annemin benim için yaptığı muzlu sütümü içer, onun o yumuşacık saçlarının kokusunu içime çeker, babamın anneme tatlı tatlı sataşmasını dinlerdim. Böyle akşamlarda hep kıkır kıkır gülerdim. Öyle ki uykumda bile gülesim gelirdi.

Annemin komşuları çağırıp dedikodu yaptığı günlerde de hiç vazo kırmadığım için bütün övgüleri toplardım. Komşular: “Ay, maaşalaah! Büyümüş de küçülmüş.” derlerdi. İnsanın nasıl önce büyüyüp sonra tekrar küçüleceğine akıl erdiremesem de, sesleri bana güzel bir söz söylediklerinin ipucunu verir, utangaç bir şekilde gülümsememe neden olurdu.

Okuldan önceki yaşantım neredeyse evimizin bahçesinde geçti diyebilirim. Diğer çocukların seslerini duyuyordum fakat içimden bir türlü annemi ya da babamı bırakıp onlarla oynamak gelmiyordu. Hem annem de, haydi git oyna, dememişti hiç. Ben de sormamıştım.

Yedi yaşına geldiğimde annemle babam, okula gitmek isteyip istemediğimi sordular. Bu ne biçim soruydu böyle? Elbette gitmek istiyordum. Bunun üzerine rahatsız fısıltılar başlamıştı evde. Nereye gitsem daha iyi olurdu, orası uzaktı, burasına paramız yetmiyordu. Halbuki tüm mahallenin çocukları evimizden biraz uzakta olan okula gidiyorlardı. Hatta o okulun tenefüs zili bile duyuluyordu evden. Ben Andımız’ı ve İstiklal Marşı’nı okula gitmeden ezberlemiştim bile. Babama bunu söylediğimde o okulun eğitimini beğenmediğini söyledi. Annem de daha iyi bir yer duyduklarını, oraya gitmemi istediklerini söyledi. Peki, dedim anlam veremesem de. Rahatsız fısıltılar bir süre sonra kayboldu. Okul bulunmuştu. Tabi ben anne ve babamı karar verdikleri anda duyduğum için her şeyi öğrenmiştim. Ama onlar bana bu haberi verdiklerinde ilk defa duyuyormuş gibi şaşırmayı unutmadım. Sevinmek zaten bu haberi duyduğumdan beri yaptığım tek şey olduğundan onda hiç ama hiç zorlanmadım.

Okula başladım başlayalı bir sürü arkadaşım olmuştu. Mutluluk o kadar hissedilebilir bir hal almıştı ki sanki o da dokunabildiğim ve konuşabildiğim bir arkadaşımdı. Artık boyumun kaç karış olduğunu biliyordum, tam dokuz karıştım. Öğretmenimin verdiği ödevleri hiç aksatmıyordum. Öğretmenim de benden çok memnundu. Yine de en çok istediğim şey akıcı okuyabilmekti. Çünkü ancak o zaman annemle babamın bana okudukları gibi ben de onlara masallar okuyabilecektim. Benim uykuya dalamadığım zamanlarda onları da uykusuz bıraktığım olmuştu. Bu sefer ben onlar uyuyana kadar başlarında bekleyip masal okuyacaktım.

Yavaş yavaş okumayı ve yazmayı öğreniyordum. Yeni yıl tatiline girerken öğretmenimiz bizden bir hikaye düşünmemizi ve bunu henüz biz yazma bilmediğimiz için bunu büyüklerimize yazdırmamızı veya aklımızda tutup anlatmamızı istedi. Kimi arkadaşlarım haftasonuyla beraber 3 gün olan tatilde benim gibi evde oturacaklardı ama evde oturmayanlarvakit bulamayacağız diye sızlanmaya başladılar. Öğretmenimiz bunun üzerine yılbaşıyla ilgili bize bilgi vermek için anlatmaya başladı: “hepimiz, noel babayı kocaman göbeği olan, kırmızı giysileri içinde…” Kırmızı mı? O da neydi? Öğretmenimiz anlatmaya devam ediyordu ama ben kırmızının ne olduğunu o kadar merak ediyordum ki onu düşünmekten dinleyemedim. Ben tüm giysilerimi mevsime veya yumuşaklığına göre seçiyordum. Yoksa benim giysilerim de kırmızı mıydı, bilmiyordum. Soramadım da. Herkes dinliyordu. Kırmızı ne demek diye soran olmamıştı. Demek ki herkes kırmızının ne demek olduğunu biliyordu. O an benim dışımda herkes bunu biliyor diye bütün arkadaşlarımdan nefret ettim. Ben çok çalışıyordum, öğretmenimin verdiği ödevleri yapıyordum ama kırmızının ne demek olduğunu bilmiyordum, bilemiyordum. Ben bu düşüncelerle boğuşurken öğretmenimiz anlatıyordu. Sesini duyuyordum sadece. Ne demek istediği ise tam bir muammaydı. Sadece,ders bitti arkadaşlar iyi tatiller dediğini anlayabildim ve kafamda kırmızı, hiçbir arkadaşıma tek söz söyleyemeden servise bindim. Kimseye kırmızı ne demek diye sormak, rezil olmak istemiyordum. Sustum.

Kapıda beni annem karşıladı. Daha merhaba demeden, anne kırmızı ne demek, diye sordum. Annem cevap vermedi. Yanaklarına dokundum. Islaktı, ağlıyordu. Ben de ağladım ve o gözyaşı nehrine kirpiğimden kayıkla binip gitmek istedim, olmadı. Biraz sakinleştikten sonra boğazını temizledi. Sanırım tekrar ağlamaktan korkuyordu. Kırmızı bir renk, dedi sonunda. Renk mi? Benim de bilmediğim amma çok şey varmış yahu, daha önce neden anlatmamış ki bunları bana kimse? Annem susuyordu. Peki renk ne demek, dedim. Boğazını temizlemeye çalıştı fakat bu sefer ağlamasını durduramamıştı. Rengin ne olduğunu ağlayarak anlattı. Ve renkten sonrakileri de…

Buna inanamıyordum. Ben göremiyordum. Renkleri de görmem imkansızdı. Renk koklanacak, tadılacak,duyulacak veya dokunulacak bir şey değildi. Anneme yalancı diyerek odama çıktım. Tek başıma ağladım. Bunca yıl ben de herkes gibi olduğumu düşünmüştüm. Ya da herkesin benim gibi olduğunu… Annem bana hep “Sen özel bir çocuksun.” derdi. Bunu mu kastediyordu acaba? Yani görememem mi beni özel yapıyordu? O akşam yemek yemeyi bile unutarak uykuya daldım.

Ertesi günlerde de ne annemle ne babamla konuşmak istedim. Onlarla konuşmayı her seferinde reddediyor hatta aynı masaya dahi oturmak istemiyordum. Bunca yıl böyle bir şeyi benden nasıl saklayabilmişlerdi ve neden saklamışlardı. Mutlu olduğumu sandığım minik dünyam büyümüştü fakat ben bu büyüklüğün altında ezilecek kadar küçüktüm. Ben çok kötü biri miydim acaba da bunlar benim başıma gelmişti? Herkese daha da iyi davransam her şey düzelir miydi? Bir kırmızı başıma ne işler açmıştı. Artık okula da gitmek istemiyordum. Hastaydım ben, o zaman yatmalıydım. Hem belki iyileşirdim.
Yine yataktan çıkmadığım bir gün annem odama geldi, bana sarıldı. Onu ittirmek istedim; izin vermedi daha da çok sarıldı. Yanağı yanağıma değdi. Ağlıyordu yine. “Ağlama anne ama…” diyecek oldum. Ben de ağlamaya başladım. Bir süre sonra sakinleştik. Annem hiçbir şey söylemeden oturuyordu. Bir süre sonra yanımıza babam geldi. Konuşmaya başladık. Daha önce nasıl söyleyeceklerini bilememişler ve söyleyememişler. Böyle olduğuna üzülmüşler. Ben üzülmelerini değil bana renkten bahsetmelerini istiyordum halbuki. Bunu söyleyince güldüler. Renklerle ilgili o kadar soru sormak istiyordum ki. Anlattıklarına göre bir sürü renk varmış. Saçım ne renk, diye sordum. Kahverengiymiş. Kahveyi o kadar severdim ki kahverenginin dünyadaki en güzel renk olabileceğine karar verdim. Benim için kahverengi dostluğun rengiydi. Çünkü annemle mutfakta sohbet ederken hep sütlü kahve içerdik. Gökyüzünün rengi de gece ve gündüz farklıymış. Ve daha bunun gibi bir sürü şey…

Peki üzüntünün rengi var mıydı ya da kızgınlığın? Bunu sormadım. Onun yerine hayal etmek istedim. Bütün ağaçların yeşil olmasını, sonbaharda yapraklarının sarıya dönüşerek dökülmesini reddettim. Benim ağaçlarımın sesleri renkliydi. Dokularının nasıl hissettirdiğinin, nasıl koktuklarının bile rengi vardı. Madem göremiyordum, dünyayı kendi algıladığım gibi anlatırdım. Kendi hayallerimle süslerdim resim kağıdımı… Belki de büyüyünce ressam olur, görmeyen insanların resmi hissetmesini sağlardım kim bilir.
Okula döndüğümde her şey aynıydı, ben hariç. İçimdeki anlatma isteği git gide büyüyordu. Artık bir hayalim vardı, ressam olmak. Pes etmeyi ise aklımın ucundan geçirmiyordum. Ama kırmızının nasıl göründüğünü hayatım boyunca merak edecektim.


İrem Kırbıyık

Yazar 1987 tarihinde İzmir’de doğdu. Okumayı ve yazmayı öğrendikten sonra günlük yazmaya başladı. Bu yazılar git gide gelişti ve şiir veya öykü formuna kavuştu. Selçuk Anadolu Lisesini bitirdikten sonra Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi Reklamcılık Bölümünü kazanan yazar, öğrenimine halen bu bölümde devam etmektedir.
 
Tekerlekli Sandalye
Üst