Kırmızı Pabuçlar

Halil Yılmaz

Admin
Yönetici
Katılım
May 19, 2010
Mesajlar
14,522
Tepkime Puanı
193
Puanları
63
Yaş
50
Birileri acıların dar geldiğini düşünüyor, genişletme eğiliminde…

İşte tam yedi yıl oluyordu, tam da yedi yıl. Ne de çabuk geçmişti. Son yıllarda hazırlamıştı kendini buna. Bu günlerin geleceğini biliyordu, biliyordu ama… Okula gitmek için durakta bekliyordu, kızını elinden tutup götüreceği okula… Elindeki şeffaf dosyadaki kâğıtları çıkardı, tekrar baktı: yüzde seksen, bedensel-zihinsel, okula devam edemez. Tek tek inceledi, bir eksik var mı diye. Dilekçeye baktı. Her şey tamamdı. Neden bu kadar içi eziliyordu ki. Bunun böyle olacağını, bu günün geleceğini bal gibi bilmiyor muydu? Yeni önlüğüyle annesinin elinden tutmuş bir çocuk geçti yanından. Sıkı sıkı tutmuştu annesinin ellerini, beni bırakma dercesine…

Durakta hep bir çocuk iki kadın mı bekler…

Bir çocuk ağlamasıyla irkildi. Bir kadın bir eliyle küçük bir kızın saçını tutmuş, diğer eliyle de ardı ardına tokat indiriyordu küçük kızın suratına. Çocuk canının yanmasıyla feryat ediyor:

-Anne yapma diye yalvarıyordu. Asabiyetten kendinden geçmiş olan kadın çocuğun yalvarmasına aldırmayıp her geçen saniye şiddetin dozunu artırıyor bir taraftan da:
- Aptaaal, sana kaç kere söyleyeceğim! Diye söyleniyordu.
Müdahale etmek istedi, ama kadın haklılığına ve bahtsızlığına o kadar inanmıştı ki… Onları durakta bırakarak gelen dolmuşa yöneldi.

Dolmuşlar her zaman kısa mesafeler arası gidip gelmez…

Yahu nasıl geçmişti bunca zaman. Tam yedi yıl… Sahi en son ne zaman mutlu olmuştu. Bahar ayının son günleriydi. Üzerinden tam yedi bahar geçmişti. Beklenen gün… Çift yataklı, öğle sonrası güneşi alan bir hastane odasında, rüyalarında hep bir çift kırmızı pabuç giyen kızının ağlamasıyla açmıştı gözlerini; hayata, aşka, mutluluğa… Nur topu gibi maşallah, eli ayağı da düzgün elhamdülillah… Ve o duygu ikinci defa. ilk sütü vermenin damarlarda yarattığı o duygu. O müthiş bağ. Yine o İlahi gücü hissetmişti kendinde, sadece annelere mahsus o gücü. Evet, en son mutlu olduğu an bu andı.

Ardından ateşten bir gömlekti giydiği. Dünya susmuştu… Topluma aykırı ahlaksız bir şey mi yapmıştı. Gizli bir karantina…
İlk zamanlar geleni gideni eksik olmamıştı. Sonrası ise yoğun bir yalnızlık… Çok üzülüyorlardı zahir. Dayanamadıklarından olsa gerek. Arada bir gelenlerin de ya üzüntüden yüzleri çöküyor ya da… Nurgül mü anlatmıştı o hikâyeyi. Hani kahrından hayatına son veren o babayı. Sonra dolmuşta çocuğundan dolayı şoförden azar işiten anneyi Berrin anlatmamış mıydı sinir harbi içinde. Tanıdığı biri için ‘Lanet adamın biriydi, Allah vermiş işte belasını.’ diyen işyerindeki Mehmet’e ne demeli. Böyle bir çocuğa sahip olmak Tanrı’nın kullarına bir cezası mıydı ki?

Bir keresinde Sabahat: Daha beş yaşında ama şimdiden okumayı söktü, çok zeki olması beni korkutuyor, dememiş miydi kızı Naz için. Canını mı yakmak istemişti. Yok yok gelmesinler daha iyiydi.

Mutfak tezgâhını dakikalarca sildiği konusunda uyarmıştı eşi. Farkında değildi. İyi geliyordu bir şeylerle uğraşmak. Yataktan kalkarken bir yerlere tutunma ihtiyacı hissettiğini de sonradan fark etmişti. Empati kurma ihtiyacı mıydı?

Sisler içindeki o sabahı düşündü. Battaniye içinde bir bebek… Mezarlıkta bir adam ve orta yaşta bir kadın… Ne yapsındı peki. Koskoca proflar bir yol göstermemişlerdi ki. O kadın, elinde yıldız name olan kadın. İnanmamıştı ama bir ümitti işte. Güneş doğmadan bir mezara bıraksın babası ve hemen ardından bir başkası alsın, Allah’ın izniyle bir şeyciği kalmaz demişti. Ortalık sis içindeydi. Evde korku içinde beklemişti onları… Şimdi ne büyük delilik yaptığını düşündükçe kızıyordu kendine. Mezarlıkta bir adam, bir kadın ve bir bebek. Ya yakalansalardı, nasıl anlatacaklardı dertlerini. Ya onları mezarlıkta öylece gören o adamın akıl sağlığı yerinde miydi hala?

İlk zaman kabuslar, sonraları iyi rüyalar, bir süre ne iyi ne kötü hiçbir rüya görmemişti. Şimdilerde ise kızını mavi okul önlüğü ve ayaklarında kırmızı pabuçlarıyla bir okulun önünde ağlarken görüyordu hep. Elinden tutup okulun kapısından içeri giriyorlardı birlikte ama yine de dışarı çıkmış oluyorlardı. Bu sürekli böyle devam edip gidiyordu.

Okul yolu her zaman düz mü gider?

Durakta inecek var sesiyle irkildi, dolmuş parasını vermiş miydi? Cüzdanını çıkarıp, parayı uzattı. Bir sonraki durakta indi ve hayatında ilk defa bu derece isteksizce adımladı bir okul yolunu. Her adımda ayakları geri gidiyor, her adımda hedefinden uzaklaşıyordu.

Okul boşalmıştı. Orta yaşta, beyaz atletti bir adam elinde bir fırça, duvarı boyuyordu. Boya maviydi. Sahi mavi umuttu değil mi? Yüreğini hep mavi tutmuştu ama şimdi…
Kapısında müdür yardımcısı yazan odaya girdi. Oda küçüktü. Masada oturmuş kalınca bir kitap okuyan adam onun geldiğini anladığı halde neden sonra kaldırdı okuduğu kitaptan başını. Hoş geldiniz. Dedi. Gençtendi, biraz kiloluydu. Lacivert ceketini sandalyesine iliştirmişti. Masanın üstünde listeler ve boş bir çay bardağı vardı. Ayracını özenle yerleştirdi ve isteksizce kapattı kitabı. Tam da zamanında geldin der gibiydi. Kapağında İstanbul Hatırası yazan kitabın ayracından bitmek üzere olduğu anlaşılıyordu.

Dilekçesini ve raporu uzattı. Genç idareci listeleri kontrol etti. Bir yere yetişmek zorundaymış gibi yan tarafındaki bilgisayara raporu işledi.
-Tamamdır, okula gelmesine gerek yok. Güle güle! dedi ve elini kitaba uzattı.
Sesi ne kadar da duygusuzdu. Gelemez ki zaten… Diyecekti ama demedi derin bir nefes alarak yutkundu. Sadece dudaklarının titremesine engel olamadı. Bunu yapanlardan nefret ederdi ama bu sefer kendi yapacaktı hem de bile bile, isteyerek:

- Yekta ve Ömer.
-Pardon anlayamadım. Dedi adam.
-Katiller diyorum. Baş Komiser Nevzat’ın en yakın arkadaşları. Genç idarecinin suratında önce şaşkın bir ifade belirdi. Sonra yüzü kızardı. Öfkelenmişti.

Zaman insanı çok mu acıtır?

Okuldan çıktı. Eve doğru yollandı. İşte yine başlamıştı. Boğazına sanki birileri yumrukla bastırıyor, nefes alamıyordu. Büyük bir gürlemenin ardından yağan yağmur gibi boşandı gözyaşları. Yaşananlara, en çok da yaşanamayanlara… Rüzgâr önce suratına çarpıyor sonra saçlarının arasından geçip gidiyordu. Tıpkı zaman gibi. Söyledikleri gibi zaman her şeyin ilacı mıydı? Her geçen an onu ümitlerinden biraz daha uzaklaştırmıyor mu? O zaman dursundu zaman.

Kapıyı Fatoş açtı. Suratı solgundu Fatoş’un. Susuştular. Yine ağır bir nöbet... Yine çırpınışlar… Bu anları o kadar çok yaşamışlardı ki artık konuşmuyorlardı. Çünkü konuşmanın duyulan ıstırabı iki kat artırdığını ikisi de çok iyi biliyordu. Herkes gibi onlar da öğrenmişlerdi susmayı. Fatoş çıkmak için hırkasını ve çantasını aldı. Fatoş’un çıkmasını beklemeden odaya yöneldi endişeyle. Her nöbette onu yitirip yitirip buluyordu ve her defasında onu geri verdiği için şükrediyordu Tanrısına… Onu yine sağ salim görmenin sevinciyle yüzü aydınlandı. Yanına diz çöktü kızının.

Geçmiş zaman olur ki…

Öylece yerde yatmış fersiz gözlerle bakıyordu annesine… Geçirdiği nöbet onu halsiz bırakmıştı. Yandaki oyuncağa ulaşmaya çalışıyor ama bir türlü ulaşamıyordu. Oyuncağı aldı kızına verdi. Kızının ayaklarına takıldı gözleri. Küçücük ayaklarını ellerinin içine aldı, sımsıkı tuttu ve öptü. Bir hayal görmüştü yıllar önce işte tam da onun yaşındaydı… Bir ağustos günüydü. Bir bahçedeydi. Bahçenin arasından akan berrak bir dere, derenin kenarında büyük bir ceviz ağacı… İnsanın elini kına gibi yapardı ham cevizin yeşil kabukları ağustos ayında. Kınalanan ellerini derenin berrak sularında yıkardı. Sonra dedesinin yaptığı tahta oluktan akan o su… Ve o ses… Bütün dağa karışan, babasının biraz da meyhane havasında söylediği o nağmeler yankılandı kulaklarında: Bu ne sevgi ah bu ne ıstırap… İşte tam da o anda kurmuştu vitrinde gördüğü kırmızı pabuçların hayalini. Babası ona bir çift kırmızı pabuç alacaktı hem de parlak olanından. Fındık dallarının arasından güneş ışıkları yansıyor; ot, yaprak kokusu, cırcır böceklerinin cırlaması, kertenkelelerin kuru yapraklar arasından geçerken çıkardığı insanı ürperti veren çıtırtı, derenin şırıltısı, şarkı nağmeleri, ceviz ağacı, insanın içine serinlik veren karpuzun tadı, ağzı oluğa dayayarak içilen buz gibi su ve kırmızı pabuçlar… Her şey ne kadar da güzeldi o yaz… Hâlbuki sonra… Yüz hatları gerildi…

Yıllar önceki çocuk yüreğinden daha büyük bir acıyla sarsıldı anne yüreği. Göğsü kalkıp kalkıp iniyordu. Aradan bunca yıl geçmesine rağmen aynı acıyı nasıl da bu kadar derin yaşayabiliyordu. Hayata başladığı yerdeydi yine, bir çift kırmızı pabucun olduğu yerde. Bir kez daha hayalleri büyük bir şıngırtıyla kırılmıştı işte. Eğildi kızının ellerini ellerinin içine aldı, öptü, kokladı. Bir çift göz ona bakıyordu şimdi. Gülümsedi o gözlerin sahibi olan kızına. O da gülümsedi annesine. Sarıldı, öptü; kucağına aldı ve balkona çıkardı kızını, açık hava iyi gelir demişti doktorları. Güneş daha ufuktan ayrılmamıştı, kırmızı bir renk cümbüşüyle aydınlanıyordu ufuk. Yazdan kalma son demlerdi ve tabiat büyük bir kış uykusuna hazırlanmaktaydı. Geçen baharda ne de güzel çiçek açmıştı saksıdaki nergisleri. Bu kış da unutmamalıydı içinde nergis soğanı olan saksılarını sulamayı. Kapı zilinin sesiyle içeri yöneldi, oğlu gelmiş olmalıydı…

Yasemin Kocabaş, 1975 yılında Giresun Espiye’de doğdu. İlk-orta ve liseyi Espiye’de tamamladı. Atatürk Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmenliği Bölümünden mezun oldu. Evli ve bir kız bir oğlan annesidir. Halen Edirne Keşan’da edebiyat öğretmenliği görevini sürdürmektedir.
 
Tekerlekli Sandalye
Üst