Komma komma, ayyya komma!

Halil Yılmaz

Admin
Yönetici
Katılım
May 19, 2010
Mesajlar
14,522
Tepkime Puanı
193
Puanları
63
Yaş
50
Tepside mercimek çorbası birkaç dilim ekmek, bolca da peçete vardı. Kısacıktı, saçları da. Oğlunun sağına oturdu. Anne, ekmek doğrarken çorbaya o; elleri, parmakları, bilekleri, kolları, dudakları ve kaşlarıyla boğuşuyordu. Herkes göz ucuyla onları izliyordu kendi dertlerini unutmak için. Onlarınsa kimselere aldırdıkları yoktu. Anne, evlerindeymişçesine oğluylaydı. Çorbasını soğutuyordu üfleye üfleye. Acıkmıştı delikanlı, bunu paylaştı annesiyle:

“Ooo… ohhh… mannn… yemmm… ooo!..

-Yaşasın yemek geldi, yaşasın!-”

Anne, doğradığı ekmekleri iyice yumuşatıp bir kaşık vermek istedi oğluna. O, iki kaşı alnının üstünde donarken alt dudağını ısırdı; bileklerini içe doğru çevirip kasıldı kaldı. Annesini uyarıyordu:

“Hayyala… la… lammm!

-Hayır anne, hayır; kendim yiyeceğim!-“

Yanağını okşadı oğlunun, boyu yetmediği için hafifçe kalkıp üç numara saçlarını birkaç kez geriye geriye sıvazladı. Gıdıklandı oğlu, koca sesini içine çeke çeke güldü. Anne, kaşığı onun sağ elinin hizasında kâseye bıraktı. “Hadi sen ye.” dedi başı ve kaşlarıyla. Oğlu tepkisiz kalınca eğilip mavi gözlerini oğlunun mavi gözlerine dikti. Şimdi kıkır kıkır gülüyordu bu başka dünyaların iki güzel ötesi insanı, kafalarını tokuştura tokuştura. Birbirini incitmeden, eski zamanlardan kalma bir ritimle öpüşüyordu alınlarındaki çizgiler. Eminim Tanrı, şu an bu çizgilerin en derin, en mevki bir yerine masasını kurmuş; yarattığı bu iki insanın kendisine yaşattığı mutluluğu yudumluyordur.

“Çıkı-namm çıkı-namm… nıhhh haaa…

-Başara-bilirim, başara-bilirim…-“ derken annesine ısrarla, bir taraftan da dudaklarından, kaşlarından, çenelerinden güç alıp sağ elini düzeltmeye çalışıyordu. Savaşı kazanıp kaşığı yavaş yavaş kaldırdı ağız hizasına kadar. Çorbanın yarısı, annenin kaşığın altına tuttuğu peçeteye döküldü. Hiç dokunmadı oğlunun eline. Kaşık, ağzı bulana kadar sürdü dökme silme işi. Genç, gayet mutlu, boş kaşığı yalıyordu. Annenin eli, yine oğlunun saçlardaydı; bu kez zevkten, sağ omzuna düştü o sarışın baş. Anne, ağzından kurtardı kaşığı, eline verdi oğlunun. Her yeri zangırdadı meleğinin. Sesini alçaltmaya çalışırken çok gururluydu:

“Komma, komma!

-Yedim, yedim!-”

Kalanı anne yedirdi. Ağzını, çenesini sile sile; her lokmada oğlunun yanaklarını okşaya okşaya.

Ayağa kalktıklarında anne, oğlunun omzuna gelebiliyordu ancak. Yumuşacık, bir kuş yavrusunu avuçlarına alır gibi kavuştu parmakları parmaklarına. Anne bir adım önde, yürüyüp gittiler… Hastane kantinindeki bütün yan gözler, yadırgayıcı alık sözler, masalarına rahatlamış olarak döndüler…

Aslında öykünün şu an bitmesi gerekiyor. Benim ise tam burada, bu an’ın sonsuzluğunda asılı kalmam da… Böyle olacağını umup kimbilir nerde keyif çatmakta olan Tanrı’dan bir işaret bekliyorum. O’na beni bulabilmesi için zaman tanıyıp- anlıyor muşum gibi- tahlil sonuçlarını inceliyorum.

Tanrı’ya verdiğim süre doldu. Bulamadı yine beni. Oysa o iki güzel ötesi insanla kendisini anımsamış, varlığından umutlanmıştım. O özürsüz ruhun konuşmalarını diğer masalardakiler “Ne diyor bu zavallıcık!” derken ben anlamıştım. Sözcüğü sözcüğüne hem de. Böyle sadece bebeklerle serçeler konuşup anlaşabilir sanıyordum, yanılmışım. Ben, anne ve o çocuk da dahilmişiz bu sırra. Şaşıyorum.

Biliyorum, söz bir hayli uzadı ama şu an da otobüsteyim. Hâlâ anneyle o çocuk takip ediyor beni. Ben ne yapayım! Her an yeni bir şey ekleniyor. İşte bakın, otobüsün giriş kapısının üstünde ne yazıyor: “Oturan otuz dört, ayakta altmış altı, toplam yüz yolcu”. Bir de toplama yapmış sahip! Sürüyüz ya, anlamayız diye herhalde. Şoförü adamdan saymamışlar yüz birinci olarak ama. Ne düzenli, ne mübarek memlekette yaşıyoruz azizim!.. Sağıma, deniz tarafına bakıyorum bir koltuk altından. Trafik kontrolü var Göztepe üstgeçidinin ayağının bitiminde. Şimdi Allah bilir, fazla yolcudan, arka koltuktakilerin emniyet kemeri takmamasından ceza yazıyordur devletin demir eli. İyi ki biz ayaktaki altmış sürü üyesinin kemerleri bağlı!...Yüz birinci, öyle bir gazlıyor koca körüklüyü sürü, rüzgâra tutulmuş ekin başakları gibi. Frene basmıyor öykü sürsün diye. Bu arada ben peşimdeki ana oğulla konuşuyorum onlara göz kırparak:

“Ooo…ohhh…mannn…yemmm…ooo…!

-Yaşasın, beş kişi indi otobüsten!-“

Sarışın çocuk, kaşlarını çatıp dudaklarını büzüyor. O büyülü dili bozduğumu fark edip susuyorum.

Eve geldim. Hanım yemeği hazırlamış. Kızıyor geciktim diye. Yemeyip beni beklemiş. Surat bir karış ama. Belli çok sıkılmış, kaşığı tencerenin kenarına vura vura sıyırıyor karıştırdıklarını. Kavgaya bileniyor. Birden, iki kişilik masamızın sığabildiği mutfak, otobüsten de kalabalıklaşıyor. Sıkış tepiş duygularım. Yemeğin ortalarına doğru patlıyor bizimki:

“Sözüm ona, izinlisin. Koca günü yedin hastanede. Nasıl bir insansın sen? Bir günden bir güne, hanım, kalk yemeğe gidelim, kalabalığa karışıp bir iki vitrin bakalım, dans kursuna yazılıp kurtlarımızı dökelim, bir tura katılıp yeni insanlar tanıyalım demek aklına bile gelmiyor.”

Yanıt vermiyorum. Tabağımı durulayıp bulaşık makinesine yerleştiriyorum. Çaydanlığın altını yakıyorum, akşamüstü çayını içerse şişkinliği iner belki. Yeni verilen iğnelerin ilaçların torbasını hışırdata hışırdata çekmeceye yerleştiriyorum ki “ Ne dedi doktor?” desin diye. Sormuyor. Durmadan eksikliklerimin dokümanını çıkarıp seriyor ortaya. Dinlemiyorum hiçbirini. Çay suyu kaynıyor. Aklım da yarım kalan romanda. Ana oğlu düşününce tazeleniyorum:

“Komma komma…ayyya komma…”

“Ne diyorsun sen be!”

“Hiiç!”

Gülümsüyorum.



YAZAR
: HÜSAMETTİN KÖSEOĞLU
Urla / 2012
 
Tekerlekli Sandalye
Üst