Koşar Adım

Halil Yılmaz

Admin
Yönetici
Katılım
May 19, 2010
Mesajlar
14,522
Tepkime Puanı
193
Puanları
63
Yaş
50
Birini öldürmek zor zannederdim, kolaymış. İnsan sahip oldukları için birçok şeyi göze alabiliyor. Hele ki bu şey, âşık olduğu kadınsa, kendi hayatı için göze alamayacağı şeyler bile artık değersiz birer engel hâline geliyor. Yaşadıklarımı nasıl anlatacağımı, neresinden başlayacağımı bilmiyorum. Bildiğim tek şey; aşk her yürekte başka bir notaya temas ediyormuş, öğrendim. Çalınan şarkılar bazen oldukça yumuşak, bazense oldukça kanlı bir seremoniye dönüşebiliyor. Ama her şey insanlar için. Aşk da öyle, ölüm de. Fakat sizden bir parça farklı olmam nedeniyle başıma gelen şeylerin vahameti de aynı oranda farklı sonuçlara neden oldu. Şimdi, kanlar içinde yerde yatan bir cesedin başında, kollarıma ağır gelen, gövdesi ve parlak namlusuyla elimde tutmaya çalıştığım bu biçimsiz silah ile evimizin bana ait olan köşesinde öylece duruyorum. Daha birkaç saat öncesine kadar yatıştırıcı sözlerim ile sakinleşmeye çalışan sevgilim, hayretler ve gözyaşları içinde benden uzak bir köşede, az biraz korkmuş bir hâlde sineye çekilmiş, öylece duruyor. Aklından geçenleri hepten tahmin edemesem de, zannımca polisi arayıp aramamayı, buradan bir an evvel kaçıp kaçmamayı ve benzeri düşünceleri geçiriyordur. Fakat az evvel tanıklık ettiği şeylerin cılız bedeninde yarattığı korku, cesaretini kırmış olsa gerek, kaçmak ya da telefona sarılmak için gerekli adımı atamıyor. Henüz birkaç saat önce bir sarhoşa yaraşır, ama bir yetişkine yaraşmayan bir öfke ile evimizin kapısına dayanan babası, sevdiğim kadını ağır küfürler ve tehditler eşliğinde yeniden eve götürmek istedi. Sarhoş olduğunu anladığım için başlarda olayın büyümemesi için alttan aldım, fakat işler benim bile kontrolümden çıktı. Ve şimdi, evimizin bir köşesinde, bana ait olan bu odada, sevdiğim kadının korku yüklü bedeninden az ötede, babasının cesedi başında, elimde ağır bir silahla öylece duruyorum.

Bir bahar ayında, eski ve eşya yüklü bir kamyonet ile gelmişlerdi bu mahalleye. Üzerinden onca zaman geçmesine karşın, hâlâ dün gibi hatırlıyorum o tatlı sabahı. Eski kamyonetin kasasına yığılmış eşyalar arasından, bir yandan başındaki küçük ve kırmızı bandajı düzeltmeye çalışırken, bir yandan taşıyabileceği eşyalara göz gezdirirken görmüştüm onu. Bizim mahalleli çocukların arka mahalle ile yaptıkları mahalle maçını bir köşeden imrenerek izlemiş, attıkları golleri sanki büyük bir müsabakanın elle tutulur başarılarıymış gibi karşılamıştım. Sağ bacağım yüzünden hiç top oynayamadım. Küçüklükten hatırlıyorum; kas ve sinir dokularının gelişmemesi nedeniyle kontrol etmemin imkânsız olduğunu söyleyen doktor, bunu çok basit ve önemsiz bir şeyi anlatırmış gibi anlatmıştı babama. Babamın yüzünü dün gibi hatırlarım. Sanki kangren olmuş ayağını keseceklermiş gibi bir yüz ifadesiyle bakmıştı bana. Bir babanın çaresizliğini, ancak oğluna baktığınızda anlarsınız. Ben çok küçük yaşta görmüştüm babamın çaresizliğini. Belki bir umut, belki yurtdışında bir ameliyat umudu vardır, diye gezmedik doktor bırakmamıştı benden habersiz. Fakat onca uğraşın sonu her defasında olduğu gibi, yine hüsranla sonuçlanmıştı. Hayatta karşına çıkacak her zorluk seni biraz daha güçlü kılmak içindir. Üstesinden gelemediğin şey olursa, başa dön ve üstesinden gelmek için tüm kapıları aşındır demişti babam, ölmeden evvel. İnsanın önüne çıkan engeller, kendi hayatıyla ilgili olunca yalnızca hayal kırıklıklarına neden oluyor. Ama söz konusu şey aşk olunca, her yolun sonunda büyük bir hüsran ve hayatın boyunca etine yapışıp kalan bir hastalık gibi peşini bırakmıyor. Hayatla ilgili atmanız gereken adımlar, seçenekleri ile birlikte gelirken, söz konusu şey aşk olunca, her zaman tek bir çıkış yolunuz oluyormuş; ya elinizdeki tek şansı değerlendirip sevdanızı yeşerteceksiniz, ya da imkânsızlıklara boyun eğecek ve hayatınızın sonuna kadar göze aldığınız acıyı iliklerinize kadar hissedeceksiniz. Bense, babama kulak verdim. Hayatta aksak adımlarla ilerlerken, sevdamı koşar adım yaşadım.

Ama tüm bu olanların beni ve sevdiğim kadını, babasının kanlı cesedi başında böyle çaresiz ve korku içinde bir odaya hapsedeceğini düşünememiştim. Oysa çok değil, daha birkaç saat öncesine kadar tık nefes dayandığı evimizin kapısında, babasının eve yine sarhoş geldiğini, annesi ve kendisine küfürler, tehditler savuşturarak dövmeye çalıştığını anlatıyordu. Sakinleşmesi için verdiğim suyu, titreyen ellerinde oyun oynamaktan yorulmuş, yüzü gözü kir pas içinde bir sokak çocuğu gibi aceleyle içmeye çalışıyor, fakat her defasında düzenli bir ritme oturtmaya çalıştığı nefesi az evvel olanları anlatmasına imkân tanımıyordu. Bir müddet öylece çaresiz bakışlar eşliğinde sakinleşmesini bekledim. O heyecan ve korku içinde anlatmaya çalıştığı şeyler, neredeyse her gün aile içinde yaşadıkları kavgalardan farksız gibi gelmişti bana. Ama bu kez daha çok korkmasına neden olan şeyin, aramızdaki ilişkiyi babasının bir şekilde öğrenmiş olmasıydı. Bunu öğrendiği için öfkesini yalnızca annesine değil, kendisine de kusmuş, uydurduğu türlü bahaneler ile hır gür çıkarmıştı.

“Elin topalına verecek kızım yok benim, diye bağırınca, ben de tutamadım kendimi, senin gibi bir sarhoşla mı evleneyim, dedim. Sonra olanlar oldu. Annem kavganın büyüyeceğini anlayınca bana gitmemi söyledi. Ben de sana geldim.”

“İyi etmişsin,” dedim su bardağını sehpaya bırakırken.

Elin topalı… Çocukluktan bu yana birçok lakabım olduğunu söylemem gerek. Yengeç Rıza, çekirge, topal, bozuk saat, ağır aksak ve daha niceleri. İnsanoğlu acımasızdır, derdi babam. Herkes zanneder ki en büyük felaketler kendi başına geliyor. Bu yüzdendir herkesin herkese olan öfkesi. Çünkü herkes suçludur. Ve herkes birbirini suçlar. Sen aldırma onlara, derdi gözyaşlarını içine akıtırken. Ölmeden önce demişti babam; her şeye karşı dimdik durmam ve hayatımı koşar adım yaşamam gerektiğini. Aksayan görüntümün kim için önemli olursa olsun, aklıma takmam gereken bir kusur olmadığını söylemişti. Bilmezler bir yanı eksik olanlar, hayat nasıl yakar insanın canını. Nasıl engel olur attığınız adımlarda. Şiir yazdım, yazma dediler. Resim yaptım, yapma dediler. Hayalini kurdum, büsbütün sağlıklı bir çocuk olarak dünyaya geldiğimin, yasak dediler. Çocuktum daha. Çok dayak yedim, dışlandım, örselendim, ıslandım, ağladım. Yalnız kaldım hep. Âşık oldum sonra. Çocuktum daha. Kimse söylemedi bana, âşık olamazsın demedi. Hayatta önüme türlü engelleri koymak için sıraya giren insanlar, konu aşk olunca, hep bir ağızdan sustular. On beş yaşındaydım, çocuktum, çok sevmiştim. Hem öyle sevmiştim ki, ne çocukluk gördü gözüm, ne insanların aksi öğütlerini. Çocuktum. Sakattım. Ama sevmiştim.

Mahalleye taşınalı neredeyse on seneye yakın oluyor. On dört yaşında küçük bir kız çocuğuydu ilk geldiklerinde. Utangaçlığından pek konuşmazdı benimle. Bense, sakat ayağımın aksak görüntüsü yüzünden anlatamazdım içimde fısıldaşan sözcükleri. Sonra ne oldu, bilmiyorum. Sevdim. Çok âşık oldum. O da beni sevdi. O da bana âşık oldu. Kimseye aldırmadı. Sakat dediler, duymazlıktan geldi. Anlaşamazsınız dediler, oralı olmadı. Babam gibi sevdi beni. Bir babanın evladını sever gibi şefkatle. Bir annenin çocuğunun arkasında durup, “Ben yanındayım,” der gibi baktı hep bana. Ama insanlar sürekli konuştu, dedikodu yaptılar. Yakıştıramadılar sevdamızı. Ama o hep yanımda oldu. Sakat ayağımın hayatım boyunca önüme koyduğu engelleri aşmam için hep yardımcı oldu. Ne zaman sekteye uğrasam hayatın aksak ritminde, sevdasıyla, bir gülüşüyle iyileştirdi beni. Ama hayat bu; her şey insanoğlunun istediği gibi gitmiyor. Oysa biz insanlar, dünyanın ve etrafımızdaki her şeyin bize ait olduğunu sanıyoruz. Bu yüzden de her şeye sahip olduğumuzu, her şeyi başarabileceğimize inanıyoruz. Belki size güzel şeylerden bahsedebilirdim. Mutlu olduğumu, sahip olduğum aşkın beni ayakta tuttuğunu, çok iyi aile ve ahbaplara sahip olduğumu söyleyebilirdim. Ama bir cesedin başında, sevdiğim kadından az ötede, sakat bir ayağa sahip biri olarak size bunları söylemem gülünç olur.

“Şimdi ne yapacağız peki?” dedi, ürkek bakışlarını bana çevirerek.
“Bilmiyorum,” dedim.

Bilmiyordum. Ne yapabilirdim ki? Sakat olduğum için bana ceza vermeyecekler miydi sanki? Madem yasalar herkes için eşit, madem her suçlu aynı cezayı görüyor, madem adalet herkes için aynı kuralları gözetiyor, neden hayat adaletin kendisi kadar adil olmuyor? Şiir yazdığı için bir adamı asabiliyorken bu adalet denen şey, ya da fikrini beyan ettiği için kapatılıyorken karanlık ve soğuk bir hücreye, neden diğerleri ve normal olarak kabul edilenler gibi olağan bir hayat yaşayamıyor? Madem bir cinayet işlediğim için ben de tıpkı sizler gibi eşit muamele göreceğim, neden bu cinayeti işlemeden evvel eşit şartlara sahip değildim? Mesela gol atmanın sevinci nasıldır? Ya da koşmaktan yorulmanın? Arkadaşınızı kovalamanın? Oyun oynamanın? Hayat adalet konusunda eşit davranıyordu herkese. Ama bu adalet, kendi adalet anlayışıyla birlikte, bir insanlık suçunu da beraberinde getiriyordu. Evet, soruyorum size; madem sevdiğim kadını korumak adına, ya da herhangi bir nedenle bir adamı öldürdüm ve madem katil muamelesi göreceğim herkes gibi, o hâlde bir katil olmadan evvel hakkım olan şeyleri istiyorum sizden. Attığım o harikulade golün ardından doyasıya yaşamak istiyorum sevincimi. Koşmaktan yorulmak, arkadaşlarımı kovalamak, özgürce hareket etmek istiyorum. Madem sakat bir adamdım katil olmadan evvel, madem bazı sınırlarım vardı, o hâlde bir katilken de bu haklarımı kullanmak istiyorum. Şimdi suçluyu arıyor gözleriniz haklı olarak. Bu noktada elleri kanlı olarak bir cesedin başında bekleyen bana değil, kendi yüzlerinize bakmanızı istiyorum. Aynalara koşmanızı, yüksek duvarlara nakşettiğiniz adalet anlayışınızı sorgulamanızı istiyorum. Ama amacım, bir katil ya da suçlu yaratıp, onu size kabullendirmek değil. Hakkım olanı istiyorum. Sevdamı yaşadığım gibi, hayatımı da koşar adım yaşamak istiyorum.

Ne kadar zamandır babasının kanlı cesediyle bu küçük odadaydık, bilmiyorum. Bildiğim tek şey; her şeyin sonuna geldiğimdi. Bana ne yapacaklarını az çok tahmin edebiliyorum. Ne ceza vereceklerini, beni nasıl bir hayatın beklediğini. Ama düşündüğüm şeyler bunlar değil. Tek düşündüğüm; sevdiğim kadın. Hayat bana vermediği adaleti ona verir mi? Mesela sağlıklı bir ayak borcu var bana. Ve ölmemiş iki baba. Atılmamış goller ve sevinçleri. Peşinden koşulan arkadaşlar. Koşmaktan yorulmanın tadı. Küçümseyici bakmayan gözler, hatta belki hayal bahçemde düşlemekten yorulmadığım, bütünüyle sağlıklı bulduğum bir yeniden doğuş. Olacakları az çok kestirsem de, kaybettiğimi kabullenmek oldukça güç geliyor. Belki normal olarak kabul edilen, aşağılanmayan, hor görülmeyen bir adam olsaydım, tüm bu şeyler yaşanmazdı. Sakat olmasaydım daha çok sever miydi beni? Kabullenir miydi babası? Annem daha çok sever miydi beni? Peki, babam yaşar mıydı, daha uzun yıllar? Ne bedel gerekiyor tüm bunlar için? Ödemeye hazırım. Şayet bana sağlam bir ayak verirseniz, karşılığında dilediğinizi alabilirsiniz benden. Seçimim olmayan sağlıksız bir ayak ile dünyaya gelmenin bedelini bu yaşıma kadar ödedim. Ve karşılığını, sevdiğim kadının kanlar içinde yerde yatan babasının cesedi başında öylece beklerken buldum. Peki, bedelini ödediğim hayat hangisi? Hiç görmediğim, bilmediğim bir adaletin yanlışıyla doğrultmaya çalıştığım hayatım, şimdi bir anlık yenik düştüğüm öfkemin pençesinde can veriyor. Peki, siz insanlar, normal olanlar, tamamıyla sağlıklı ve pırıl pırıl bir bedene sahip olan insanlar; sizin adaletinizden benim payıma ne düşüyor? Kanlı bir ceset mi, yoksa yaşanmamış, ötekileştirilmiş bir hayat mı? Siz hiç, cevapsız sorularla yaşadınız mı?


Ad Soyad : Sahir Turunç

Özgeçmiş: Çocukluğumdan bu yana kitaplara olan merakım nedeniyle sürekli olarak öykü yarışmalarını takip ettim. Çeşitli yarışmalara öyküler gönderdim. Öykülerin yanı sıra şiir denemelerim de mevcut. Bu yarışmaya denk geldim ve ardından hikâyeyi yazıp gönderdim. Yarışmadaki arkadaşlara başarılar.
 
Tekerlekli Sandalye
Üst