Leğende Yaşamak

Halil Yılmaz

Admin
Yönetici
Katılım
May 19, 2010
Mesajlar
14,522
Tepkime Puanı
193
Puanları
63
Yaş
50
LEĞENDE YAŞAMAK​

Onu ilk görme anım, yağmurlu bir mevsimin insanı titreten ayazına denk gelmişti. Dışarıdan dünyanın en güzel yeriymiş izlenimini veren bu kentin de makyajı silinip gittikten sonra çirkin bir kadını anımsatan sefil mahalleri vardı. Ama bu sefalet kokan mahalle aralarında düş bahçelerine rengarenk çiçekler eken çocukları da yok değildi.Bir kasım sabahı bıçak gibi keskin bir rüzgarın uğultusu uyandırmıştı saat yerine beni sıcacık uykumdan.Hiç bilmediğim, tadına varamadığım bu kente aslında işim dolayısıyla gelmiştim.Kısa misafirliğim süresince beni nelerin bekleyeceğini bilmiyor olmamın heyecanıyla attım kendimi sokaklarına, dalar gibi derinliğini bilmediğim bir suya.

Onunla karşılaştığım sokakta şahane parfümler, ıtırlar, lavanta çiçeği gibi mis kokular bekliyor olmasam da ter kokularıyla karışmış sidikli kaldırımlarını sığdıramıyordum bir türlü içimin baharına. Kıpır kıpır bir sevinç vardı aslında içimde. Ama yine de beni adeta bir ses çağırıyordu bu eski sokaklardan. Türküler, sözcükler, korna sesleri sürekli birbirine çarpışıp karışan yağmur tanelerinin çıkardığı ezgiler gibi kulaklarımda harika notalar misali çınlıyordu. Gri boyalarla boyanmış bir manzara resmi gibi duruyordu bu koskoca şehir karşımda. Herkes hızla bir yerlere yetişmenin telaşı içinde koşuşturup duruyordu. Her şey olağanüstü bir film karesi heyecanıyla sürüklerken beni, birden karşıma çıktı o küçücük bedeniyle Fırat. İsminin Fırat olduğunu öğrenmem için epeyce çaba sarf etmem gerekecekti; çünkü Fırat’ın o çekingen yüreği her ne kadar hayat ırmağının akışına kafa tutsa da dudakları bir o kadar sessiz geceler gibi kapalı ve karaydı. Sokağın tam da bittiği dönemeçte Fırat’ ı gördüğüm o an atamadım adımlarımı. Bükülen sanki onun ayakları değil, benimkilerdi. Bir yumruk yemiş gibi boğazıma karşımda gördüğüm eksik resmi anlamaya çalışıyordum. Asıl şimdi çarpışıyordu sözcükler kafamda. Hiçbir sıfat, hiçbir imla anlatamıyordu bana bu boncuk boncuk bakan küçücük çocuğun başına gelmiş olabilecekleri.

Nasıl yaşanırdı böyle, almıyordu aklım. Karşımda bedeninin yarısı olmadığı için ufacık, mavi, naylon bir leğenin içinde sürünerek ilerlemeye çalışan dünya tatlısı bir çocuk vardı. Bedenine adeta mezar olmuş o naylon leğende yaşayarak her gün adeta ölen Fırat vardı karşımda. O an zaman bir sis perdesi gibi kapattı gözlerimi. Hüzün, utanç, acı…Tüm bunlar kör bir bıçak olup saplanmıştı sineme.Gök bile yaşadığım hislere ortak olmuş gibi giderek arttırıyordu göz yaşlarını sanki.Fırat’ ın leğeni tutan o mahir, bereketli elleri küçük küçük sakızlar saklıyordu.Yağmur altında satmaya çalıştığı sakızlarıyla bana doğru yaklaştı ve “Sakız ister misiniz?” diye sordu o munis sesiyle. Mahçup bakan gözleri mavi bir atlasın göğünde parıldayan yıldızlar gibi gizemli ve umutlu bakıyordu. Ben de onun eline aynı umutla uzanıp, sakızlarından bir paket aldım.İçimin taşkın nehirleri bir an için durulmuş, yerini bu sevimli çocukla konuşmanın heyecanı almıştı.Uzattığı sakızı alırken “Günaydın.” diyebildim sadece.Kafasını kaldırıp bana derin, kadifemsi sesiyle “ Size de günaydın.” dedi. İçimi pamuksu, yumuşacık bir mutluluk kaplamıştı. İsmini taşıdığı Fırat Nehri ‘nin güçlü, azgın sularında hayata tutunmaya çalışan küçük Fırat o derin sularda boğulmamak pahasına naylondan salına binmiş; yüzer gibi, boğuşur gibi dalgalarla, sürünerek uzaklaştı yanımdan. Hayatın engellerinden birine takılmış, sürekli hızlı makamlarla inleyen bir nehirde, suda küçük bir balık misali çırpınıyordu. Dünya tam da böyle bir yerdi. Güneşli, güzel günler baki değildi tabi; fırtınalı, soğuk günler de aralardı kapımızı.Hiçbir nehrin kendi akacağı toprağı seçme şansının olmadığı bu döngüde Fırat’ ın leğende yaşadığı hayatı çoğu zaman yalnızca kendisini üşütüyordu.Hüzün sadece ona kalıyordu.Hayatının matlığı ellerine, leğenine, yağmur kokulu saçlarına yansıyordu.

Zaman beli kırılmış bir sürüngen gibi ağır ağır ilerlerken bizler küçük dertlerimize mikroskopla bakma konusunda birer uzmandık.Kış boyu baharı iple çekerken sonbaharı özlüyordu bir yanımız.Ama her şey insanlar içindi. Aslında korkulacak kadar karanlık bir yer de değildi dünya. Rengarenk…Alabildiğine yeşil, pembe,beyaz…Yoksa Fırat nasıl yaşardı bu azgın sularda? Onun kendisi suydu. Düşlerindeki çiçekleri kendi yarattığı umutlarla suluyordu. Çölün ortasında gerçek yeşili arayan mavi bir çığlıktı Fırat. Mavi gülüşlü pusulalar fırlatıyordu denizini bulmak için. Hangi iklime sığınsa karla kaplı yollardan geçiyordu ama yılmıyordu. Bir tekerlekli sandalyeyle değil; mavi, naylon leğeniyle çıkmıştı bu uzun yolculuğuna. Tüm bu düşüncelerle boğuşurken o çoktan gitmişti yanımdan. Bense uzaktan uzağa izlemeye karar vermiştim bu minik ama güçlü yüreği. Çok erken yoruluyor, sık sık duruyordu. Uzun bir süre o önde ben arkada böyle devam ettik. Dar bir sokağa girdiğimizde önümüze dimdik, aşağı yukarı seksen- doksan basamaklı bir merdiven çıktı. Ama Fırat’ ın altındaki naylon leğenle bu basamakları çıkması mümkün olmadığı için dik bir yokuşu tırmanıp aynı kapıya çıkmayı hedeflediğini fark ettim. Hemen oracıkta kurduğum hayallerle Fırat’ ı merdivenlerden kendi başına çıkarıp sonra hop diye indiriyordum. Hem de deli taylar gibi sevinç naralarıyla koşarak inip çıkıyordu o dik merdivenleri. Zaten böyle şeyleri ya masallarda ya da düşlerimizde yakalayabiliyorduk ancak. Ama ben kendi uydurduğum bu masala inanmak istedim.Ya da eğer bu bir düş ise uyanmamak! Yoksa kendi gerçekliğimde bana her şey renksiz, zamansız gibi görünebilirdi o an.

O yüzden bu güzel düş hiç bitmesin istiyordum. Tüm bu fikirler gönül bulanıklığıyla sarhoş etmişti beni adeta .Bunca mücadeleyle sattığı sakızlardan çıkan fallardaki gibi hep mutlu sonla bitmiyordu hayat Fırat için.Bacaksız, yarım gövdesiyle, leğenden ,naylon bir evde yaşarken kurduğu elma şekerli düşler için her sabah yeni bir deftere başlıyormuş gibi duyarak yaşama sevincini öyle başlıyordu yeni güne.

Ben ise sinirden boyalarını yere çalan bir ressam gibi odaklanamıyordum hiçbir şeye son günlerde. Birkaç gün hiç çıkmadım otel odamdan. İş için çıktığım seyahatimin seyri çoktan değişmişti.Fırat’ı alıp götürmek; bu kente bir daha hiç dönmemek istiyordum.O anda ailesini,geçmişini,hayatını düşünmüyordum bile. Hiç bu kadar yakından hissetmemiştim soğukluğunu hayatın acımasızlığının.Üşümekle ilgisi olmayan titreme nöbetleri geçirip durdum bazı günler aklıma geldikçe Fırat ve o mavi leğeni.Ah Fırat! Ben yarımı vereyim sana; sen yaralarını ver bana. Son bir defa daha karşılaşmak için çıkıyorum bu sabah otel odamdan. Son bir defa daha sadece dönüp bakmak…O umutla ışıldayan yıldız gözlere…O minicik güzel yüreğine…İşte karşımda.Hayatın o güvensiz elini tutmuş,ilerlemeye çalışıyor yerde.Onu izlediğimden habersiz var gücüyle kürek yapmış ellerini; sürüyor salını umudun rüzgarına doğru. Gayrı fırlat düşlerini evrenin sonsuzluğuna; elbet bir karşılık bulacaktır sesin FIRAT!


Adı:Sinem
Soyadı: Aydın

Özgeçmiş: Tunceli ilinde yaklaşık 5 yıldır Türkçe öğretmeni olarak görev yapmaktayım.Çanakkale On Sekiz Mart üniversitesinden mezunum.iki yıldır evliyim.28 yaşındayım.
 
Tekerlekli Sandalye
Üst