Maske

Halil Yılmaz

Admin
Yönetici
Katılım
May 19, 2010
Mesajlar
14,522
Tepkime Puanı
193
Puanları
63
Yaş
50
Güneş insanlara tüm sıcak ışınlarını gönderiyor, “Haydi herkes dışarıya!” diye sesleniyordu sanki. Bu daveti duyanlar yeşil çimlere, parklara akın etmişti. Nasıl cesaret ettim, hala inanamıyorum ama bu kalabalığa ben de karışmıştım. Evimin yaklaşık elli metre ilerisindeki parkta buldum kendimi. Etrafta topun peşinden koşan çocukların neşesi gülümsemeyi unutmuş simamda tebessüm oluşturdu. Sonra bu gülümsemeyi birilerinin görmüş olabileceği aklıma gelerek “asık suratlı kız” oldum tekrardan. Evet, birinin görmesini istemiyordum. Zira insanlar önce ayağıma, ardından koltuk değneklerime ve sonra yüzüme bakıyorlardı. Eğer güldüğümü görürlerse “Şunun haline bak, bir de gülüyor.” demelerinden korkuyordum. Bu yüzden zaman zaman içimden sevinsem de, suratımdaki mutsuzluk maskesini hiç çıkarmıyordum.
Gözlerim oturabileceğim bir yer aradı. “Sağlam” insanların iki dakikada aldığı yol benim için dikenli yollardan geçmek gibiydi. Yorulmuştum haliyle. Dinlemek istiyordum biraz. Çocuk oyun alanındaki yerleri taradım, yol tarafındaki banklara baktım. Ne yazık ki boş yer bulamadım. Ben dinlenmek için yer bulmaya çalışırken insanlar işlerini bırakıp gözlerini bana dikmişlerdi. Koltuk değneklerime alışsam da onların bu tutumuna hala alışamamıştım. Sağ ayağımın olmayışı mıydı dikkatleri üzerime toplayan? Peki, bunu ben mi istemiştim? Ya da onlarda benim gibi olamazlar mıydı?

Ağaçların sıklaştığı tarafa çevirdim başımı. En sonunda boş bir yer gördüm. Biraz ilerledikten sonra bankın boş olmadığını fark ettim. Bir ucunda altmış ya da altmış beş yaşlarında bir bey oturuyordu. Adımlarım kararsızlaşmaya başladı. Başka bir yer bulmayı düşündüm fakat farklı bir seçeneğim yoktu. Oraya gitmek zorundaydım. Zira eğer biraz daha ayakta kalırsam yere yığılmaktan korkuyordum. Yavaşça banka doğru yürüdüm. Acaba o bey ister miydi beni? Bir engelli ile aynı bankta oturan birine insanlar ne derdi? Beni, tanıdığı zannedip ona da acıyan gözlerle bakarlardı büyük ihtimalle. Ne olursa olsun. Daha fazla ayakta duramazdım. Bedenimi taşımayı tek başına yüklenen sol ayağım pes ediyordu artık. Kendimi bankın diğer ucuna attım. Beyden homurdanmasını veya acıyan gözlerle bakmasını beklerdim. Ama yapmadı, kitabını okumaya devam etti. Hatta başını usulca kaldırıp kocaman gülümsedi. Kanım bu ihtiyara ısınmıştı. Ben de maskemi yırtarak daha çok tebessüm ettim ona. Her durumun istisnası olurdu. Sanırım bu bey de benim gördüğüm insanlar içinde bir istisnaydı.

Aniden “Kitabınız sizi sürüklemişe benziyor.” cümlesi döküldü ağzımdan. Bir gülümsemeden sonra fazla mı olmuştum, bilmiyorum. Belki de gülümsemelere alışık olmadığım için hoşuma gitmişti. Diğerlerine göre bu davranış sıradan olabilirdi fakat ben buna hasrettim. Ebru motifli ayracını kitabın arasına koyarak yavaşça bana döndü:
-Bizi sürükleyen kitaptır elbette, ama biz de onunla birlikte sürüklenmeye hazırsak manası olur bu zevkli işin.
-…?
-Kitabı hissederek, her kitaba “farklı” bir yapıt gözüyle bakarsak…

O, konuşuyordu ancak, aklım ebru motifli ayraçta kalmıştı. Çocukluğumdan beri evimizdeki misafir salonunda asılı duran tabloya imrenerek bakardım ve bir gün ben de teknenin başına geçmek isterdim. Bugün iyi günümdeydim. Çünkü yanımda otururken muhabbetiyle beni ferahlatan ihtiyar amcayla tanışmıştım ve muhtemelen onun da ebruya ilgisi vardı.
-Ebru demek, yansıma demektir değil mi?

Ayraçtan bahsettiğimi anlamış olacak ki kitabın arasından çıkarıp bana uzattı.
-İstersen sende kalabilir. Seviyorsun anladığım kadarıyla.
-Her zaman yapmayı arzuladığım, bir türlü cesaret edemediklerimden, en çok istediklerimden.
-Bunu duyduğuma çok sevindim. Senin gibi genç birinden bunları işitmek ne hoş. Yarın, seni Ümraniye’deki atölyemde misafir etmek isterim. Belki aradığın cesareti orada bulursun. Adres ayraçta yazıyor.
Heybetle yerinden kalktı. Konuştuklarımızdan sonra onu gözümde bir hayli büyültmüştüm ve dünyadaki en iyi insan ilan etmiştim. Şaşırmıştım ama uzun bir süre sonra da olsa çok mutluydum.

Ertesi gün, ayracın arkasında yazan adrese gittim. İçerisi tahmin ettiğimden daha da güzeldi. Duvarlarda irili ufaklı ebru tabloları, masalarda tekneler, boyalar, fırçalar vardı. Bizler ve taraklar üzerindeki boya lekelerinden anlaşıldığı üzere tecrübeli görünüyorlardı. Dünkü ihtiyar da ahşap bir masanın önünde ebrusunu yapıyordu. Kendisini yaptığı işe öyle kaptırmıştı ki etrafında olan bitenden bihaberdi. Suyun üzerindeki mükemmelliği alıp kağıda geçirdi. Kağıdı gören gözlerim irileşti. Çünkü gördüğüm bir ebrudan fazlasıydı, tutkuyla yapılmış şaheserdi. Daha fazla dayanamadım, sormak istediğimi sordum:
-Ebru yapmak demek “tam olmak” demek mi?
İhtiyar demek istediğimi anlamış olacak ki elindekileri bırakıp bana döndü:

- İnsanda “Tamlık” yoktur kızım. Tam olmak, hiçbir şeyden yoksun olmamak sadece Yaradan’a yakışan kelimedir. Bak evladım, elin mahareti, gözlerin renklere isabeti, lakin hepsinden öte gönül şiirselliğiyle yapılan ebru, insanı anlatır aslında. Zira bir ebru bir defa yapılır. Birbirine benzeyebilirler ama aynısı olması mümkün değildir. İnsanlar da böyledir. Yapılan eserlerin tekliği hiç kimsenin birbirine benzemediğini anlatır bize. Su, ebru sanatı için mutlaktır. Su hep vardır ve aynıdır. İnsanlar da topraktan yaratılmıştır. Toprak hep vardır ve aynıdır. Nasıl ki ebruyu tek yapan sonsuz renkteki boyalar ve biçimlerse, insanları da tek yapan, farklı özellikleridir. Kiminin gözü yeşildir, kimi esmerdir. Kimi duygusal, kimi meraklıdır. Kimisinin yüreği tümdür, bedeni eksik olabilir. Yüreğin tüm olması da tamlığa yakındır. Kimileri bedenen tam olsa da kalplerinden parçaları eksik olabilir. Ki böyleleri en yararsız olanlarıdır. Bazıları iki yönden de bütünleşmiştir. Çeşitleri yıldızlar kadar çoğaltabilirsin. Ama şunu unutma ki çeşit sayısını artıran birbirimizden farklı olmamızdır. Farklı olmak demek insan olmak demektir ve “her insan” istedikten sonra her şeyi yapabilir. Ebruyu da.

Ağlıyordum. Kendime kızgınlığımdı ağlamama sebep olan. Bu zamana kadar farklılığımı fark edememiştim ve on yedi senemi karamsarlıkla, insanlardan kaçarak geçirmiştim. Artık ne derlerse desinler, ne düşünürlerse düşünsünlerdi.

Başarılarıma başarı kattığım her anda olduğu gibi yirmi dokuzuncu sergimi açarken de gözümün önüne gelmişti hayatımda en anlamlı olan bu kareler. Beni karanlık kuyunun içinden çekip kurtaran ihtiyar, yaşama döndürmüştü beni. O günden sonra mutsuzluk maskemi ayağımın altına alıp çiğnedim, paramparça olasıya kadar. Aynaya her baktığımda asık suratlı kızı görmüyorum artık. Kendine güvenen biri gülümsüyor aynadaki yansımamda.

ADI- SOYADI: Esengül GÜNAY


ÖZGEÇMİŞ

On yedi senelik bir geçmişi var yaşamının. 1997’de Osmanlı şehzadelerinin yetiştiği Manisa’da doğdu. Manisa Şehitler İlköğretim Okulu’ndan 2011 senesinde mezun oldu. Şu an Manisa Sosyal Bilimler Lisesi’nde öğrenimini sürdürmekte. Bu liseyi seçti çünkü bu ülkenin bilinçli yöneticilere ihtiyacı var, diye düşünüyor.
Okumayı öğrendiği andan itibaren yazmaya başladı ve kalemi elinden hiç bırakmadı. Çünkü yazmak demek bir tutkuydu onun için. Yazdıklarının neticesinde 2012’de bölgesel çaplı bir yarışmada ödül aldı. Fakat bununla yetinmiyor ve şu an kendini geliştirmekle meşgul. En büyük arzusu insanların bir gün gelip “Esengül Hanım, sizi yazdıklarınız için çok seviyorum.” demesi.
 
Tekerlekli Sandalye
Üst