Müsait Bir Yerde

Halil Yılmaz

Admin
Yönetici
Katılım
May 19, 2010
Mesajlar
14,505
Tepkime Puanı
189
Puanları
63
Yaş
50
Üniversite hayatım bir Anadolu şehrinde geçti. Baharda yemyeşil olan, yazın her yerin sarardığı küçük bir kentti. Ev kiralarının pahalı olmasından dolayı üniversite öğrencileri kolay kolay şehir merkezinde ev bulamazdı. Merkeze nispeten uzak kenar semtlerden ev bulabilirdik. Haliyle üniversiteye ulaşım da sorun olurdu. En gözde ulaşım aracımız belediye otobüsleriydi. Arkadaşlarımla birlikte kaldığımız evden okula gitmek için iki araç değiştirmemiz gerekirdi. İlk önce bir dolmuşa biner, onunla şehir merkezine gelirdik. Merkezden kampüse ise belediye otobüsüyle giderdik. Sabah evden üç arkadaş birlikte çıkardık. Akşam dönüşlerimde ise hep tek başıma olurdum. Tıp fakültesi öğrencisiydim. Derslere devam mecburiyetinden dolayı akşamları ev arkadaşlarımdan çok daha geç eve gelebiliyordum. Gelebiliyordum diyorum; çünkü çoğu zaman eve gelmem daha da gecikiyor, tam bir işkenceye dönüyordu.

Bazı haller için kilit cümle ya da kelimeler vardır. Kullanıldığı muhitte herkes bilir onun ne anlama geldiğini. Mesela; “Müsait bir yerde lütfen!” Bu cümle, dolmuş kültürüne aşina kişilerin duymaya alışık oldukları bir kalıptır. Dolmuşta yolculuk ederken, ineceğiniz yere yaklaştığınızda şoföre bir uyarı ya da rica cümlesidir. Şoför genelde ilk kelimesinde anlar ne demek istediğinizi. Cümlenin tamamını söylemenize bile gerek kalmaz. Minibüs usulca durur, otomatik kapı açılır ve yolcu iner.
Yaşadığımız bu hayatta keşke her şey bizim elimizde olsaydı. Ama ne yazık ki öyle değil. Bazılarımız farklı yaratılmışız ve öyle yaşıyoruz hayatı. İçimizden geçenle başımıza gelen arasında uçurumlar olabiliyor. Çoğu zaman başkalarının bu farklılığı algılamalarının hiç önemi yoktur. Önemli olan bizim kendimizi nasıl algıladığımızdır. Kendisiyle barışık olmak değildir asıl olan. İçinde yaşadığımız toplumun, sivil aklın bizimle barışık olmasıdır. Belediye hizmetlerinden, trafik ışıklarının zamanlamasına, kaldırım taşlarının seçimine kadar bir duyarlılıktır beklenen.

Akşam eve dönüşlerimde, mümkünse şoförün hemen arkasındaki koltuğa oturmak isterdim. Bunun sebebi, ne önde gitmeyi istemem ne de yer kapma telaşımdır. Bunun tek bir sebebi vardı; şoföre yakın olmak ve ineceğim yere vardığımda doğrudan onunla muhatap olabilmekti. Çünkü ineceğim yere yaklaşırken defalarca içimden geçirmeye başlarım o meşhur cümleyi; “müsait bir yerde inecek var, müsait bir yerde inecek var...”

O mahallede ilk üç ay, akşam eve dönüşlerimde neredeyse hiçbir zaman tam istediğim yerde inemedim. Üç ayın sonunda şoförler beni tanıdılar da eve yakın yerlerde inmeye başladım. Bizim evin güzergâhında çalışan dolmuşların sabit sürücüleri olmadığı için hemen her gün başka biri olurdu direksiyonda. Bu yüzden şoförlerin beni tanıması uzun zaman aldı. Tanıdıktan sonra da benim koltuktan kalkıp ayaklanmamla o akşam nerede ineceğimi sezmeye başladılar.

Konuşma engelli biri için toplu bulunulan yerlerde, bırakın bir cümleyi, tek kelime konuşmak bile büyük bir heyecan, endişe kaynağı ve işkencedir. Üniversite hayatım boyunca sınıfta, hocalarıma herkesin içinde tek bir soru bile soramadım. Aklıma takılan soruya hiçbir yerde cevap bulamadı isem, soruyu bir ders arasında sorardım hocaya. Hocalarımın çoğu, sağ olsunlar, beni sözlü imtihanlardan muaf tuttular. Konuşmayla ilgili bütün aktivitelerden özenle kaçmaya çalıştım. Mesela seminer sunumlarımız gruplar halinde yapılırdı. Sunumda görev almamak için; yazım ve hazırlama ile ilgili bütün yükü çekmeye, sunumu derleyip toparlamaya herkesten önce ben hevesli olurdum. Yeter ki toplum içinde, gözümün içine bakılırken konuşmak durumunda kalmayayım...

İçinizden geçen bir şeyi sözcüklere döküp, dilinizden çıkaramamak patlamaya hazır bir volkanın üzerine soğuk beton dökmek gibi bir şeydir sanki. İçerdeki o ateş sizi yakmaya başlar. İnsanların çoğu da anlamaz neler hissettiğinizi. İnmek istediğiniz yere gelmeden önce derin derin nefes almaya başlarsınız, yakında ineceğinizi hissettirmek için altınızdaki koltuk sanki rahatsız ediyormuş gibi sağa-sola sallanmayı denersiniz. “Müsait” kelimesini söylemek için dudağınızı bükersiniz ama gerisi gelmez bir türlü. Başka kelime tercihleriniz olur. Bir onu, bir bunu denersiniz; bir daha, bir daha… Artık kaçıncı denemede bilinmez, birden çıkıverir cümlenin tamamı. “Müsait bir yerde…” Derin bir huzur ve mutluluk duyarsınız. Kalbiniz yerinden çıkacakmış gibi atmaya devam etmektedir. O an için bunu söyleyebilmek, eylem olarak inmekten bile çok değerlidir artık. Bir füzenin hedefi vurması sonrası, o füzeyi gönderen elin şaşkınlığı ve heyecanına benzer yaşadığınız. Başarıyı herkes başka tanımlasa da işte budur başarı sizin için. O an için inmeyi planladığınız yere varmış olup olmamanızın bir önemi yoktur artık. Önemli olan meramınızı anlatabilmiş olmanızdır. İki durak erken inmenin tek zahmeti eve varırken biraz yürümeniz olacaktır. Üstelik bu zahmete değer.

İşin asıl zor tarafı, hedefinizdeki yere yaklaşmanıza ve hatta geçmenize rağmen bir türlü bunu dile getirememenizdir. Bu durum endişe katsayısını artırır ve cümle kurma başarınızı iyice düşürür. Dolmuş sizin durağa gelmiştir ve geçmektedir, sizse dudağınızı şekilden şekle sokmaktasınızdır. Keşke, dersiniz bir şey olsa da, iyi bir şey, iniversem şuracıkta. Bir seferinde bu şekilde üç durak geçtiğimi hatırlıyorum. “Nasıl olsa son duraktan geri dönüyor minibüs, o zaman ineyim artık…” diye geçirdim içimden. Ama en güzeli, eğer şanslıysanız sizin durakta inecek başka birilerinin olmasıdır. Onların kontenjanından siz de inebilirsiniz usulca ve zahmetsizce.

Belediye otobüslerindeki ‘duracak’ düğmesinin kıymetini bilen kaç kişi vardır acaba? Görünürde küçük bir ayrıntı belki ama bu düğme kimler için tarif edilmez bir kolaylık olmuştur? Hayattaki engelleri neden sadece fiziksel engeller olarak kabul edelim ki? Kişinin şartlarını zorlayan, nefesini kesen ve elinden gelenin en iyisini yapsa bile alışılmışa ulaşmayan her durumu, eğer o kişi böyle tanımlıyorsa ‘engel’ olarak görmekten alıkoyan nedir bizi? Asıl engel zihinlerde, tabularda olmasın sakın?
İki yıl önce, bir tıp kongresine katılmak için yeniden o şehre gittim. Üniversite hastanesi yeni binaya taşınmış. Gezdim. Yüzlerce pırıl pırıl tıp ve hemşire öğrencisi yetişiyor. Öğrencileri görünce kendi geçmişimi hatırladım. Öğrencilik yıllarımı, o evi ve eski mahallemi… İçimde bir hasret kıpırdadı. Görmek istedim oraları. Belediye bizim mahalleye de otobüs seferi tanzim etmiş. Nasıl mutlu oldum! Her durakta anılarım canlandı, duygulandım. Sürücünün hemen arkasındaki koltuktaydım. Mahalle epeyce değişmiş, her yer çok katlı binalarla dolmuş. Bir tek bizim fırın ve cami değişmemiş. Caminin boyasını değiştirmişler, şadırvanı büyütmüşler biraz. Bizim fırın ise aynı, yerli yerinde duruyordu. Fırıncının camındaki kırmızı reklam yazısı bile değişmemiş. O an içimden tıpkı eski günlerdeki gibi şoföre seslenmek geldi. Dudağımı büktüm, koltuğumdan yana sarktım.
“Müsait bir yerde durur musunuz kaptan?”

Hayret! İlk denemede başarmıştım. Ortamın sakin olması mı etkiliydi bunda, yoksa duracak düğmesini kullanma şansımın olması mı? Geçmişe meydan okuma isteği miydi beni böyle özgüvenli yapan? Bilemedim. Şoför iç aynadan bakarak:
“Durak biraz ileride; orda indireyim ağabey, olur mu?” dedi.
Kafamı salladım gülümseyerek. Olur dedim; olmaz mı? Burada galiba hiçbir zaman istediğim yerde inemeyeceğim, diye geçirdim içimden. Şoför de bana gülümsedi aynadan.
Durağa ulaştık. İnerken elimdeki kasketi kaldırarak selamladım şoförü:
“Ha-ha-hadi iyi yolculuklar kaptan, yolunuz a-a-açık olsun!”

Kapı açıldı, yavaşça indim. Derin bir nefes çektim. İç çekmeyle, hasret nefesi arası karışık bir nefesti. Tanıdık, bildik yerlerin kokusu bile başka oluyor. Özlüyor insan; gençliğini, köşe başını, kaldırımları, hatta kuşları… Baharın ilk günleriydi. Güneş gökyüzünde parlıyordu. Giden otobüsün ardından gayriihtiyarî bakakalmışım. Otobüsün arkasına boydan boya, belediyenin bir afişi yapıştırmışlar. Tozun dumanın içinde zorla okuyabildim. Şöyle yazıyordu:
“Hizmette Engel Tanımıyoruz”

Hey gidi günler, hey! Kasketi başıma geçirip mahalleye doğru yöneldim. Belediye hoparlöründen bir taziye anonsu verilmekteydi. Kuşlar ötüyordu, güneş tepede pırıl pırıldı. Çocuk cıvıltısı geliyordu sokak aralarından. Yürüdüm hatıralara doğru…
Bakalım evimi bulabilecek miydim onca yıl sonra? Tanıdık kimse kalmış mıydı buralarda?
Kim bilir?

Hasan Erbay


1977 yılında Denizli’nin Güney ilçesinde doğdu.
İlk ve Orta öğrenimini Denizli’de tamamladı.
Malatya İnönü Üniversitesi Tıp Fakültesi’ni bitirdi.
2004 yılından beri hekimlik yapmaktadır.
Evli ve bir çocuk babasıdır.
 
Tekerlekli Sandalye
Üst