Özürlü Olgusuna Felsefeyle Bakmak ...

İskender Durgun

Üye
Üye
Katılım
Eyl 4, 2010
Mesajlar
599
Tepkime Puanı
0
Puanları
16
Yaş
57
Özürlü Olgusuna Felsefeyle Bakmak Prof. Dr. Uluğ NUTKU ile bir söyleşi


Aziz ŞEKER: Bize kendinizi tanıtır mısınız?

Uluğ NUTKU: Kimilerinin filozof, kimilerinin felsefeci dediği birisiyim. 1968’de İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümünde göreve başladım. 22 yıl sonra Çukurova Üniversitesi Eğitim Fakültesine geçtim. Felsefe Grubu Eğitimi Bölümünün oluşumuna katkıda bulundum. 1994’te yeni kurulmuş olan Mersin Üniversitesine Felsefe Bölümünü oluşturmak için geçtim. 2000’de aynı görevi Cumhuriyet Üniversitesinde edindim. İki yıl önce yaş sınırından emekli oldum ama burada da geleceğine güvendiğim bir Felsefe Bölümü var. Dışarıdan dersler vererek öğretime destek olmaya çalışıyorum.

Aziz ŞEKER: İnsanlık, özürlülüğü yaşam alanlarında bir engel olarak görme eğilimini kıramadı henüz. Eğitim olanakları, hayat algılayış biçimleri değişse bile bu olumsuz durum hep sürdü. İnsanlık, özürlüleri bir ‘ötekileştirme’ eğilimine düşerek algıladı. Yani bu toplumsal kesimi ayrımcılığa tabi tuttu… Özce ‘Ayrımcılığın olmamasının temelinde birbirinden ayrılmaz onur ve eşitlik ilkeleri yatmaktadır.’ Ancak, var olan ve süren, özürlülere dönük ayrımcılık uygulamaları ise insan yaşamına, felsefi değerlerine önemli zararlar vermektedir. Ayrımcılığın zararlarını bu şekilde temellendirdiğimizde; ayrımcılığı önlemeye karşı nasıl bir yol bir eylem planı önerebiliriz? Ya da ayrımcılığa karşı savaşımı nasıl bir ‘bilimsel-felsefi temel’ üzerine oturtabiliriz?

Uluğ NUTKU: Ayrımcılıklara düşmemek için önce, sizin de pek yerinde olarak sözü başlattığınız asıl konuyu, insan onurunu doğru anlamamız lazım. Ayrımsız herkes kişidir. Kişi, devletin yurttaşından ve toplumun bireyinden daha üstün bir değerdir. Kişi bütün insanlığı temsil eder; bölünemez, değiş tokuş edilemez olan temel değerdir. Haklar bakımından her kişi mutlakça eşittir. Herhangi bir organını herhangi bir sakatlanma yahut hastalık nedeniyle tam kullanamayan bir insan, kişi değerinden hiçbir şey kaybetmiş olmaz. Böyle birisi için toplumsal ilişkilerinin sakatlanmaması daha önemlidir; kimseye himmet duymadan hayatını sürdürmelidir ve nasıl bir iş yapmak istiyorsa, o iş sağlanmalıdır. Bu uğurda çalışan kurumlar / örgütler gittikçe daha iyi düzenleniyorlar.

Aziz ŞEKER: Özürlü sorunsalının felsefeye yansımaları hakkındaki düşüncelerinizi öğrenebilir miyiz?

Uluğ NUTKU: Felsefi ethik insana yukarıda söz ettiğim temelden hareketle bakar. Üstün başarıları olan insanları ayrı bir sınıfmış gibi görmek ne kadar yanlışsa, anatomik-fizyolojik bir sınırlanmışlık yüzünden bazı insanların hareket alanlarını sınırlamak ve onları farklı bir kategoriye yerleştirmek o kadar, hatta daha büyük bir yanlıştır. Bu nedenle, şimdilik en makul terim olan “özürlü” terimi bile durumu tam karşılamıyor. Özür, bir kabahati telafi için kullanılır. Bir organı diğer organlarıyla tam uyumlu çalışmayan bir insan hiç kimseye toplumsal mazeret sunmak zorunda değildir. Özürlü, sakat gibi kelimelerin çağrıştırdığı acıma duygusunu içermeyen bir kelime bulmalı. Şefkat zaten herkesin herkes için asli insani duygusudur.

Aziz ŞEKER: Hitler, örgütlü kıyım yıllarında milyonlarca Yahudi’nin yanı sıra yaşlıları, özürlüleri… işe yaramaz oldukları gerekçesiyle yakmıştır, öldürtmüştür. Hitler, en somut haliyle bu insanların hayatlarını sonlandırıyordu. Günümüz toplumlarının birçoğunda düşünsel düzeyde; özürlülerin yetersizliğini, toplum dışına sürüklenmesini, ayrımcılığı besleyici düzenlemeleri sürdürmek, insana verilen ‘değer’ açısından Hitler’e yakınlaştırmıyor mu insanlığı?

Uluğ NUTKU: Hitlercilik elbette en uçtaki olumsuz örnek. Uçlara gitmeden günlük ilişkilerimize bakalım. “Benim çocuğum daha akıllı” yargısı bile bir ayrımcılığın zeminini hazırlar. İnsanların bundan kurtulması zor görünüyor ama ben gene de “insanlar, kendilerinin bile sandıkları kadar bencil değildirler” diyorum.

Aziz ŞEKER: Özürlülerimizi ilgilendiren sorunların başında: plansız kentleşme, kentsel hayata adaptasyon, özürlülerin öznel yaşam sıkıntısı, yetersiz toplumsal konumlanışları, yaşadıkları toplumsal sorunlar, anayasal korumadaki yetersizlikler, eğitimde fırsat eşitsizlikleri, sosyal güvencesi olmayan özürlülerin sayısı, ekonomik özgürlük vbg iç içe geçmiş çok sayıda sorun kümeleri geliyor. Birleşmiş Milletler Kararı, Sakat Kişilerin Hakları Bildirgesi, Avrupa Sosyal Şartı, Zihinsel Özürlü Kişilerin Hakları Bildirgesi vbg. mevzuatların olmasına rağmen toplum hayatında süregelen bir ayrımcılık (yer yer gizli de olsa) var. Bütün bunlar yaşanırken; felsefi bakış açısıyla, ayrımcılığa karşı değer yaratmada felsefeden nasıl yararlanabiliriz?

Uluğ NUTKU: Sorunuzun cevabı, ördüğünüz kavramlarda apaçık. Felsefe, geneli güncelleştirir, günceli de genelleştirir. Sorunlara çözüm önerilerini ancak bu dayanakta bir söylemle sunabilir. Ama asıl iş iki başka uğraşındır: 1. Tıbbın iyileştirme yöntemlerinin; 2. Sosyal psikolojinin / pedagojinin daha insani örgütlenmeler için araştırmalarının. Avrupa’da “sosyal işçi” denilen bir meslek var. Bu işçilik, öncelikle sorunlu ailelere yardım için yapılıyor. Sosyal işçi gerekli görürse, bakımdan ve şefkatten yoksun çocukları ailelerinden alıp daha iyi bir ortama yerleştirme hakkına sahip. Böylece çocuğun maddi ve manevi sakatlanmasına engel olunuyor. Hiçbir toplum tertemiz değildir, ama toplumsal kirlenmenin zamanında teşhisi ve tedaviye geçiş gereklidir. Bizim toplumumuzun büyük çoğunluğu faziletlerle bezenmiştir. Gene de pek yadırganacak bozukluklar var. Hırsızlığı, yankesiciliği, dilenciliği meslek edinmiş aileler var. Geçenlerde bir haberde, yankesicilik yaparken yakalanan bir çocuğun bu duruma nasıl sürüklendiği anlatılıyordu. Bence “özürlü” kavramı o çocuk için tam yerinde. Ama mademki toplumda böyle bir şey var ve süregidiyor, o halde biz de özürlüyüz, kendimizi bu olgunun dışına koyamayız, kolayca yargılayamayız.

Aziz ŞEKER: Sorumu sormadan önce izninizle tamamlayıcı bir bilgi vermek istiyorum. Avrupa’da ‘sosyal işçi’ olarak organize olan mesleğin bizdeki karşılığı ‘sosyal çalışmacı (social work)’ eş bir ifadeyle ‘sosyal hizmet uzmanı’ anlamında kullanılıyor ve bu meslek 1960’dan sonra Türkiye toplumuna bahsettiğiniz sosyal problem de dâhil olmak üzere birçok toplumsal sorun alanında, sorunların çözümü için yetişmiş insan gücü sunuyor…
Bildiğimiz gibi dünya belli başlı dönüşümler yaşadı: Fransız Devrimi, İngiliz Sanayi Devrimi gibi. Dünyada belli aralıklarla örgütlü kıyımlara girişildi. I. ve II. Dünya Savaşlarını yaşadı insanlık. Özellikle II. Dünya Savaşından sonra devlet aygıtı, sosyo-ekonomik hayatı düzenleyici bir güç olarak yeniden şekillendi. Sonra bir yanda Sovyetler Birliği var bir yanda Kapitalist Dünya. Refah devleti olgusu daha doğrusu sosyal devlet, sosyal hayata dönük sosyal hizmet uygulamalarıyla gündeme geliyor: özellikle yaşlılar, yoksullar, çocuklar, özürlüler daha adaletli bir dünya için bu uygulamalardan yararlandırılıyor. Günümüze bakıyoruz: Bu güçsüz nüfus gruplarına ayrılan sosyal hizmet payları ulusal hükümetlerin harcama kalemlerinden bir bir kısıtlanıyor. Evet, ‘büyük insanlık’ nereye gidiyor? Yaşadığımız dünyayı nasıl bir gelecek bekliyor? Küreselleşme ne getirecek insanlığa, korunmaya muhtaç toplum kesimlerine? Ve bu süreç yaşanırken, felsefenin tavrı ne olacaktır?

Uluğ NUTKU: Önce şunu söyleyeyim: Bizim özürlü dediğimiz insanlar çoğumuzdan daha sağlıklı zihinlere sahiptirler ve zihnen özürlü iseler, çoğumuzdan daha derin duygulara sahiptirler. Söz ettiğiniz “sosyal hizmet paylarının gittikçe azalması” sağlığı bozulan toplumun bir semptomudur. Çare için dünya ölçeğinde siyasal konulara girmeye gerek yok. Önce, örneğin, iş kazalarından mağdur olmuş kimselere nasıl muamele ettiğimizi gözden geçirelim. Bu konuda da çok eksiğimiz var. Bu gibi sorunların hükümetlere teslim edilmemesi gerekir. Toplumun hayati sorunlarını gene toplumun kendisi çözer, ‘sivil toplum kuruluşları’ dediğimiz örgütlerle. Bu örgütler mali özerkliklerine kavuşmak zorundadırlar, devlete ve hükümetlere el açar durumda kalmamak için. Bu toplumsal olgunluğa yeniden erişeceğimizden kuşkum yok.

Aziz ŞEKER: Sevgili Uluğ NUTKU hocam teşekkürler.
 
F

Fırtına

Guest
Ayrımsız herkes kişidir. Kişi, devletin yurttaşından ve toplumun bireyinden daha üstün bir değerdir. Kişi bütün insanlığı temsil eder; bölünemez, değiş tokuş edilemez olan temel değerdir. Haklar bakımından her kişi mutlakça eşittir. Herhangi bir organını herhangi bir sakatlanma yahut hastalık nedeniyle tam kullanamayan bir insan, kişi değerinden hiçbir şey kaybetmiş olmaz. Böyle birisi için toplumsal ilişkilerinin sakatlanmaması daha önemlidir; kimseye himmet duymadan hayatını sürdürmelidir ve nasıl bir iş yapmak istiyorsa, o iş sağlanmalıdır.


sindire sindire okuduğum her kelimesi ''doğruluk içeren'' çok hoş bir yazı..
 
Tekerlekli Sandalye
Üst