Olmasına İzin Vermek

Halil Yılmaz

Admin
Yönetici
Katılım
May 19, 2010
Mesajlar
14,524
Tepkime Puanı
196
Puanları
63
Yaş
50
Havanın soğuk ve sakin olduğu bir sonbahar gününde hastane kapısından dışarı çıktığında sinirden yüzü pancar kırmızısına dönmüştü. Sert adımlarla evine doğru yürüyordu. Gökyüzü kadar kararmıştı içi. Bir öfke yangınından kalan küllerin bıraktığı karartıydı içini acıtan… Az önceye kadar hayatında neredeyse hiç yalnız başına hastane deneyimi yaşamamıştı. Hastane personeline ve doktora derdini anlatmak deveye hendek atlatmak kadar zor bir işti. Çünkü hastanede bulunan hiçbir kimse işaret dili konusunda bilgili değildi ve tek yaptıkları bağırarak konuşmaktı çaresizce. Deniz uzun süredir yaşadığı bel ağrısını doktora kâğıt üzerinde tam olarak anlatmakta pek başarılı olamadı. Çünkü doğuştan duyamadığı için kurduğu cümleler de bozuk oluyordu. Doktordan anladığı ve onu deliye döndüren tek cevap duyup konuşabilen bir yakınıyla gelmesi tavsiyesiydi. Küçükken yanında yardım etmek için bulunan, konuşup duyabilen insanlar olduğundan güçlük çekmezdi. Fakat çocukluk zamanları geride kalmıştı. Büyüdükçe inatçı kişiliğiyle ve kimsenin yardımına muhtaç olmadığını göstermeye çalışan gururuyla bir işitme engelli olarak her türlü kamusal alanda kendi işini kendi halletmeyi hedefliyordu.

23 yaşında uzun boyu, kumral teni, uzun kıvırcık saçları ve görenleri hayran bırakan ceylan gözleriyle görenleri mest eden, bebek yaşta geçirdiği menenjit rahatsızlığı sonucu işitme engelli bir kızdı. İstanbul’un küçük bir mahallesindeki müstakil bir evde iş kazası sonucu yatalak olan ve sürekli bakıma muhtaç olan babasıyla yaşıyordu. Annesini birkaç yıl önce kaybettiğinden ve başka hiç kimseleri olmadığından babasına şefkat ve ilgisini hiç eksik etmezdi. Bu yüzden liseden sonra başarılı bir öğrenci olduğu için verilen özel bir vakfın bursunu reddetmişti. Babası sessiz dünyasında onun her şeyiydi. Tek geçim kaynakları babasının emekli maaşıydı. Kendisi gibi işitme engelli olan arkadaşları yok değildi o küçük şehirde. Fakat ona göre aynı engele sahip olmak çok yakın arkadaş olmak için bir sebep olamazdı. Aynı alanlara ilgi duymak önemliydi onun için ve boş insanlardan hiç mi hiç haz etmezdi. Kitap okumayı çok severdi. Tanıdığı bir kitapçı ona anlayabileceği sadelikte kitapları indirimli verirdi hep. Anlamakta güçlük çektiği yerler olurdu tabii fakat çok azimliydi ve hisleri o kadar kuvvetliydi ki yazarın anlatmak istediği şeyleri önceden tahmin ederek kafasında çözüverirdi hemen. Bir aralar resim yapmak da çok hoşuna gider sürekli resim yapardı. Fakat son birkaç yıldır babasının yakalandığı hastalık, resim yapmaya odaklanmasına pek fırsat vermemişti.

O gün eve geldiğinde babası durumu anlamıştı, zaten bunu önceden tahmin etmişti. El hareketlerinden ne kadar öfkeli olduğu ve bir kaşık suda doktoru boğmak istediği açıktı:
“… Danışmadaki adama “İşitemiyorum.” diyorum kâğıda yazarak, bana bağırarak yavaşça konuşuyor! Neyse ki, bekle Allah bekle, buldum doğru doktoru. Derdimi anlattım, yazdım bir güzel; ama sorduğu sorulara verdiğim cevapları anlamadı. Kimse bilmiyor ki işaret dilini! Bir de orada duran kadın memur bize bakıp gülmüyor mu? Nasıl çıldırdım bir bilsen…” Babasının takındığı yüz ifadesi hüzün ile karışık “Ben sana demiştim, kaçıncıya oluyor bu.” ifadesiydi.

“Ah be benim inatçı kızım! Kıramadın şu inadını gitti. Ne güzel mahallede sana yardımcı olmak isteyen komşular var onlarla gitseydin. Kaçıncıya orada burada aynı sorunla yüzleşiyorsun. Bu millet böyle gelmiş böyle gider. Sen kendini yıpratma ki aklını kaybetmeyesin.” Deniz, babasına her defasında yaptığı açıklamayı yapmaktan bıktığı için bitkin bir şekilde mutfağa geçip akşam yemeği hazırlamaya başladı. Aslında hep ifade etmek isteyip de tam olarak açıklayamadığı şey; engelinin toplumda en temel ihtiyaçlarını karşılamasına engel olunamayacağıydı. Bu düşüncesini temel alıp üzerine çok düşündüğünde aslında bir engelli olmadığı sonucuna varırdı. Bu konuyla ilgili başkalarına söylemeye usanmadığı şey: “Çözüm yolları varken neden hala engelli olayım?” cümlesiydi. O yüzden engelli derneklerinin aktivitelerine katılmak, engelli arkadaşlar bulmak onun için anlamsızdı. Doğru ya, onun babasına bakmaktan başka bir işi olamazdı. İnsanların bazen kendisine acıma duygusuyla yardım etmek istediğini düşünürdü, daha doğrusu hissederdi. Lisedeyken yazdığı uzunca bir deneme ile vermek istediği mesajı edebiyat öğretmeninin yardımıyla şu şekilde toparlamıştı:
“Bir toplum her türlü insan parçasıyla bir araya gelmiş yapboz gibidir. Farklı ebatlardaki toplumun yapboz parçaları olan ve engelli olarak adlandırılan insanların yardıma muhtaç olmaksızın bu bütüne uyabilmelerinin tek yolu, her türlü kesimin, her türlü ihtiyacına cevap veren toplumsal kontrol mekanizmasının var olmasıdır. Böylelikle engelli olarak adlandırılan birey her türlü kamusal alanda ihtiyaçlarını karşılamak için yardımı, inisiyatifi olan kişilerde aramak yerine toplumsal uyum mekanizması altında bunu görev olarak gerçekleştiren kişilerden aldığı hizmet ile bulabilir.”

Deniz, babasına yemeğini yedirirken bir hayli dalgındı. Babası dayanamayıp “Kızım bak çok dalgınsın böyle. Biliyorum çok sıkılıyorsun. Bak senin gibi insanların olduğu dernekler, kulüpler var. Hatırlatmakta fayda var. Ben burada televizyonun karşısında geçiriyorum bütün gün vaktimi zaten, beni düşünmene gerek yok. Ne dersin?” dedi.
Babasına aynı konuda laf anlatmaktan sıkıldığını belli edercesine yanaklarını şişiren Deniz biraz durakladıktan sonra donuk bir ifadeyle “Ben burada televizyon, kitap ve sen üçlüsüyle iyiyim sen düşünme beni.” dedi. Bir yandan bel ağrısı ile verdiği bu cevabındaki samimiyetini sorgularken bir yandan kanalları değiştiren Deniz, canlı olarak klasik müzik yayınlayan bir kanala denk geldi. Gerçekten çok şaşırıyordu bu tür programları izlerken. Neydi bu müzik dedikleri ki bir insanı bu kadar kendinden geçirebiliyor, değişik hareketlerde dans etmesini sağlıyordu. Kafasını çevirdiğinde babasının müzik karşısında büyülendiğini görünce hayreti ve merakı daha çok artmıştı. Küçükken duyma hevesiyle kendisine bin bir zorlukla alınan yüksek sesleri işitmesini sağlayan işitme cihazı aklına geldi. Fakat zamanla başına inanılmaz bir ağrı verdiğinden bırakmıştı kullanmayı. Annesi ne kadar da çok istemişti kızının duyabilmesini, hep en iyisini isterdi onun için…

Aradan birkaç gün geçtikten sonra semtin en büyük marketinde alışveriş yapan Deniz, dernekten işitme engelli arkadaşı civelek Melike ile karşılaştı. Melike görmeyeli epey değişmişti, turuncuya çalan saç rengi, sanki düğüne gidiyormuş gibi yüzüne yaptığı porselen makyaj, ergenler arasında moda olan ince derili tayt ve zevkten yoksun bir kazak ile resmen “Dikkat çekmek istiyorum!” diye bağırıyordu. Deniz’i görünce bir gömü bulmuş gibi asık suratı neşelendi. Deniz ne olduğunu anlayamadan üstüne atıldı adeta.
“Ah canım! Nasılsın, nerelerdesin bunca zaman. Hikmet amca nasıl evde keyfi yerinde mi? Hep size gelmeyi planlıyordum, ama kısmet olmadı bir türlü.” O an baygınlık hissi yaşayan Deniz’in konuşmasına hiç izin vermiyordu. “Dernekte seni çok özledik gelsen keşke yine. Hem değişti orası bak yeni kurslar açıldı. Artık eskisi gibi sadece bilgisayar, nakış yok…” konuşmasına devam ediyordu fakat Deniz artık daha fazla tahammül edemeyeceğini anlayıp “Çok sağ ol ben de özledim sizi ama şimdi gitmem gerek. Babam evde ilaç bekliyor. Eczaneye yetişsem iyi olur.” Tekrar birbirlerine sarıldıklarında Deniz garip bir duygu hissetti. Uzun süredir kimseye bu şekilde sarılmamıştı.
Akşam evde bu konu üzerinde düşünmeye başladı içinden. “Ya babama bir şey olursa bana ne olacak? Yok, canım ne olabilir ki? Fakat o da her canlı gibi bir gün… Geleceğim nasıl şekillenecek? Çalışacak mıyım? Peki, üniversiteye gider miyim? Yok artık…” diye düşündü ve babasını kontrol ettikten sonra uykuya daldı.

Ertesi gün çekingen adımlarla derneğe doğru yürürken “Ne yapıyorum ben böyle! Evde babamın başından ayrılmamam gerekirdi… Ama babam öyle istemişti.” Dernek binası çok sıkı bir tadilat geçirmişe benziyordu. Eski bir halden bozma, itici küçük binası gitmiş; yerine farklı dış cephe tasarımı ve tabelasıyla dikkat çeken bir bina gelmişti. Merdivenleri çıkarken tereddüdü iyice artsa da kendisine bu çekingenliği için kızmadan edemedi. Açık kapıdan içeri girdiğinde içeride kurs saatini beklemekte olan tanımadığı birçok insan gördü. Ve nihayet Emrah elinde yine sodasıyla aylakça dolaşıyordu işte orada. Emrah onu görünce çok şaşırdı:
“İnanmıyorum bu ne güzel sürpriz. Umarım iyisin, nerelerdesin bunca zaman, otursana…”
Uzunca muhabbet ettikten sonra diğer arkadaşları Selim, Aylin, Yeşim ve kurs hocaları da bir bir ortaya çıkmaya başladı. Hoş bir karşılama ile başlayan sosyal evrimini yeniden yaşamaya hazırdı…

Dernek müdürü Orhan, Deniz’e karşı her zamanki gibi sıcaktı. “Şanslısın tam da kursların yeni başladığı döneme geldin pek bir şey kaçırmazsın.” Dernek müdürü Deniz’e girebileceği birçok kursu sayarken ve bilgisayardan gösterirken müzik kursu olduğunu duyunca Deniz oldukça şaşırdı. “Nasıl yani işitme engellilere yönelik nasıl bir müzik kursu veriyorsunuz ki? Biliyorsunuz işitme engelim ileri derecede ve herhangi bir işitme cihazı da kullanmıyorum.” Orhan aynı soruyla yüzlerce kez karşılaştığının ifadesiyle gülümsedi. “Müzik teorisi üzerine işitme engelliler için oluşturulmuş müfredat ile ders alınıyor. Örneğin burada verilen derslerden biri de piyano. Senin gibi aynı hastalıktan işitemeyen küçük bir kızımız uzunca süren nota okuma eğitimi, azmi ve yeteneğiyle bazı parçaları piyanoda çalabiliyor. İşitme engelliler koromuzda var tabii. Piyano eşliğinde işaret dili ile ünlü parçaları seslendirmek için yılsonuna bir gösteri yetiştirmeye çalışıyoruz...” Daha birçok ayrıntıya girmişti. Televizyonda izlediği klasik müzik konseri aklına gelmişti. Aklına, ileride başına çok dert olacağını hissettiren bir soru takıldı. Müziği hissetmeden, seyirciye hissettirmek mümkün olabilir miydi? Bu soruyu önünde uzanan saatlere atmayı bir kaçış olarak görüyordu. Çocuksu bir hevesle kabul etti bu proje de yer almak istedi.

Bu habere babası o kadar çok sevinmişti ki sevinçten ayaklanabileceğini hissetti bir an. Kursta önce piyano üzerinde nota eğitimi almaya başladı. Hocası ona bir notaya nerede, ne kadar süre basması gerektiğini öğretiyordu. Her bir tuşa basışında hocasının yüzüne onay almak için bakan masum bir yüz ifadesi vardı. Zamanla babasından arta kalan zamanda kursa gelerek birkaç parçayı doğru bir şekilde çalabilir hale gelmişti. Fakat kendisinin hep askıya aldığı bir sorun vardı: Müziği hissetmek. Çaldığı müzikten hiç zevk alamadığını kendine itiraf etmişti artık. Kendisi hissedemedikten sonra başkasının duymasında ne önem olabilirdi ki? Buna rağmen müziğin, kendini kaybolmuş olarak gördüğü hayatında bir çıkış yolu olduğunu hissediyordu. Çelişkilerden hiç hoşlanmazdı.

O sıralarda her sene konser veren işitme engelliler korosundan bir kişi çıktığı için birisine ihtiyaç olduğu duyurulmuştu. Deniz “Belki de el hareketlerimle bana müziği hissettirebilir!” diyerek müzik hocasıyla konuştu ve koroya katıldı. Koro haftada bir gün toplanıyordu. O sene için yapılan konser planında The Beatles, Rolling Stones, Queen gibi efsanevi grupların parçaları vardı. Koroyu çalıştıran birkaç idealist hoca vardı. Gerçekten büyük çaba sarf ediliyordu. Deniz, koro çalışmalarında kendilerine öğretilen hareketleri sürekli evde dolanarak tekrarlıyordu. Arada babasının ona gülümseyerek baktığını görünce hafifçe kızarıyordu her zaman olduğu gibi. Fakat Deniz koro çalışmasında da müziği hissedemediğini düşünüyordu. Parçaların anlamlarını anlamıştı fakat el hareketleriyle ne kadar uygun bir beste yaratmak istese de bu mümkün olmuyordu. Koro arkadaşları ise oldukça memnundular durumlarından. Deniz kendileriyle konuştuğunda önceki konserden oldukça zevk aldıklarını en samimi duygularıyla belirtmişlerdi. Deniz gerçekten anlamıyordu. Acaba kendisinde doğuştan eksik olan bir şey mi vardı? Bu düşünce Deniz’in üzerinde büyük bir isteksizlik yaratmıştı zamanla. Konsere gelmeyi çok isteyen babası için sürekli kendini motive ediyordu. Bu şekilde arkasında aylar uzanırken onlarca parçayı ezberlemişlerdi bile.

Konsere sadece bir gün kala son provadan sonra eve dalgın halde yürüyen Deniz’in içi yine o gün hastane çıkışındaki gibi kararmıştı ama bu sefer öfkenin izlerinden değil umutsuzluktan ve çaresizlikten… O anda arkasından bir el onu durdurdu. Önce irkilen Deniz, o elin koro sorumlusu Handan’a ait olduğunu anlamıştı. “Her şey yolunda mı Deniz? Uzun bir süredir seni pekiyi görmüyorum çalışmalarda özellikle bu son provada çok isteksiz gibiydin. Yardım edebileceğimiz bir şey var mı? Yarın her şey yolunda gitmeli… Anlıyorum tabii güçlü bir karakterin var ama derdini şimdi açmalısın geç olmadan.” Deniz tereddütte kaldı ama dürüst olmalıydı. “Benim derdimi çözebileceğinizi sanmıyorum. Maalesef ben korodaki diğer arkadaşlarım gibi hissedemiyorum, vermek istediğim mesajı ve bu yüzden zevk alamıyorum. Bu da performansımı çok etkiliyor.” Handan çok içten bir gülümsemeyle cevap vermeye başladı: “Bak Deniz, sahne çok sihirli ve değişik bir yer. Karşında sana hayran gözlerle bakmaya hazır olan seyirciler olacak. İnan o an birçok şey değişecek. Koro arkadaşlarının hepsi bunu, yaşadıkları bu duyguyu tekrar yaşamaya can atıyorlar. Belki de bu açıklamam seni rahatlatmaz. Sana konser için hayat kurtarıcı bir ipucu vereyim: Yarınki ilk parçamız Let It Be. Senden bu akşam bu sözlerin anlamı üzerine düşünmeni istiyorum.

Akşam olduğunda saatler çok hızlı ilerliyordu, bir türlü şarkıyla kendi hayatı arasında bir bağ kuramıyordu, bu da yattığı rahatsız yatakta kıvranıp durmasına neden oluyordu. Yarın konsere babası da gelecekti akülü sandalyesi ve yanında birkaç komşuyla. Kendisini kaldıramayacağı bir yükün altında hissediyordu. Bu ağır yükün iyi tarafı ise, kısa süreliğine de olsa, her şeyi unutabileceği bir uykuya dalmasına yardım etmek oldu.

Ertesi gün konser salonu insan seliyle dolmuştu. Ücretsiz konserlere bu kadar rağbet olduğunu hiç bilmezdi Deniz. Perdenin arkasından bakarken çok heyecanlıydı. Yarım şişe kolonya heyecanına kurban olmuştu çoktan. Derneğin göz bebeği küçük piyanist Zehra, güzel siyah bir elbiseyle çıkmıştı sahneye. Koro parçalarından önce birkaç klasik parça çalacaktı. Kulisten büyük bir merakla izliyordu Deniz. “Acaba nasıl başarıyor?” diye sordu kendine. Yarım saat içerisinde sahne sırası artık onlardaydı. Sahneye çıktıklarında, gördüğü kalabalık karşısında heyecanlanan Deniz bir an için bütün parçaları unuttuğunu düşüncesiyle telaşlansa da tekerlekli sandalyede kendisine gururla bakan babası onu rahatlatıyordu. Let It Be ile başlayacaklardı.

Zehra girişi çalmayı başlayınca Deniz ne olduğunu şaşırdı. İnsanların sahneye yönelmiş bakışlarında, duruşlarında bir huzur oluşmuştu. Zehra’nın çaldığı müzik bunu sağlayabiliyordu. “When I find myself in times of troubles…” diye el hareketleriyle şarkıya girdiklerinde Deniz’in şaşkınlığı daha da artmıştı. İnsanların şarkı sırasında açık bir yüz ifadelerinde duyguyu görüyordu. O an ilk defa toplumun yarattığı, içine kök salmış ön yargılarının uçup gittiğini sezdi. Piyanodan çıkan titreşimlerle ve grubun her üyesiyle uyumlu olarak hareket eden elleri ve kolları kontrolü kendisinde toplamıştı. Kol kaslarının hareketinden hiç olmadığı kadar büyük bir zevk alıyordu. O an müziğin içine bir akarsu gibi aktığını hissediyordu...

Müziği yaratan elleriyle o anın olmasına izin veriyordu tüm kalbiyle…
Birkaç yıl sonra yayınladığı kitabının son sözüne şunları yazmıştı:
“Neden kendimi bardağın boş kısmına bakarmışçasına kısıtlanmış olarak görmeli ve toplumsal kalıplar haline gelmiş ön yargı dolu kısıtlamaları yaşam tarzım haline getirmeliyim? Neden işitememek bana verilmiş bir hediye olmasın? Ses olmadan müzik yapabiliyorum ve bunu hissedebiliyorum. Ben farklıyım…”

SON

Ad Soyad: Berke Aydoğan

23 Şubat 1996’da Balıkesir’in Bandırma ilçesinde doğdum. 17 senedir Bandırma’da yaşamaktayım. 2010 yılında Bandırma Marmara İlköğretim Okulu’ndan mezun oldum. Kemal Pireci Anadolu Lisesi’nde öğrenim görmeye başladım ve şuan 3. Sınıf yabancı dil öğrencisi olarak devam etmekteyim. Dil ve edebiyat alanında çalışmalarım oldu. Yerel veya ülke çapında düzenlenen bazı deneme ve çeviri yarışmalarına katıldım. Yerel birkaç yarışma da derecem oldu ve halen çalışmalarıma devam etmekteyim.
 
Tekerlekli Sandalye
Üst