Zihnimde başkalarına ait yaşamları canlandırmayı seviyorum. Bu bana tuhaf bir şekilde haz verirken bir yandan da kendimi bir romanın kahramanlarını yaratan yazar gibi hissetmeme neden olur. Gerçek yaşamların, gerçekçi hayallerle ete kemiğe bürünmesi. Derler ki; Roman yazarları, karakter yaratma, ona şekil vermeleri nedeniyle “kendilerinde tanrısal” bir güç görürmüş. Forster ‘de yazarı bir yaratıcı olarak görmüş ve “Eğer Tanrı evrenin öyküsünü anlatabilseydi, o zaman evren bir romana dönüşürdü.” demiş. Belki iyi bir yazar değilim ama hayal gücümün çoğu yazara göre daha gelişmiş olduğunu iddia edebilirim. Duyduğum, gördüğüm ve hatta izlediğim haberlerden yola çıkar, habere konu olan kişilerin yaşamlarının en derin noktasına kadar inmeye çalışırım. Bu özelliğim (veya yeteneğim) sayesinde insanları ve olayları daha iyi anladığımı düşünüyorum.
Benim yarattığım hikâyelerde hikâyenin başkarakteri büyük bir trajedi yaşar. Hikâyelerimde, aşk, mutluluk şaşalı yaşamlar genellikle yer almaz. Çoğu yazar gibi kalemim acı, hüzün ve trajediden beslenir. Yaşanan trajediyi neden sonuç ilişkisiyle kendimce açıklar taşları yerli yerine oturturum. Böylece kafamda cevabı verilmemiş soru kalmamış olur. Ve fakat bu her zaman böyle olmuyor. Benimde cevapsız sorularım bitmemiş hikâyelerim var.
Bir yazar için bitmemiş hikâye yaşanmamış bir hayat gibidir. Bir elimde sigaram, diğer elimde ince belli bardakta yudumladığım çayımla TV karşısında haberleri izlerken ekrana düşen bir haber bu keyif anını yarı transa dönüştürerek zihnimde bir hikâye daha kurgulamama neden oldu. Bu hikâyenin sonu henüz yazılmadı. Zavallı zihnimin acizliği ve fakirliği bitmemiş bu hikâyenin sonunu belki siz dostlarım tamamlar diye bu satırları kaleme almamı emretti. Gelin bu hikâyenin sonunu birlikte yazalım… Umulur ki cevapsız kalan sorularım bir cevap bulur.
Hikâyemiz şudur…
Soğuk bir kasım ayında, istanbul’da bilinmeyen bir semtte ismi bilinmeyen, belden aşağısı ve bir kolu olmayan bir engelli akülü sandalyesiyle sahilde geziniyor. Kalabalık ve yaşamın koşuşturmacası içinde insanlar karıncalar misale sağa sola gidip gelirken akülü sandalye kullanan yaşı ilerlemiş engelli sırtını denize dönerek insanlara bağırmaya başlıyor. (Ben hikâyemde bu bağrışın nedenlerini kendimce yazdım. Sizlere onlara uzun uzun anlatacak değilim.)
Etraftan insanların anlamsız bakışları yaşlı engelliye doğrululurken, bir kısım insanlardan umursamaz bir tavırla yoluna devam ediyor. Sırtı denize dönük engelli aracını biraz daha geriye, denize doğru sürüyor. Yine öfkeyle bağrışması devam ederken kullanabildiği tek elini aracının joistiğine doğru götürüp ani bir hareketle kendine denizi atıyor. (yoksa kendini denizin kollarına mı bırakıyor demeliydim? ) Onu yaşamdan bıktıran sebepleri uzun uzadıya anlatmaya gerek yok. Herkesin az çok tahmin edeceği belki de yaşayarak gördükleri nedenler. Yaşı geçkin engellinin kendini denize attığını gören insan kalabalığında bir panik hali. Bağrışlar, çığırışlar. Kalabalık içerisinden bir genç çevik bir hareketle üzerindekileri çıkararak yaşlı engelliyi kurtarmak için denize atlıyor. Havanın soğukluğundan olsa gerek yaşlı engelliyi kurtarmak için gücü yetmiyor. Sıtmaya yakalanmış gibi tir tir titrerken, bir yandan da sahildeki kalabalığa sesleniyor. Ben bittim! Genç adamın soğuktan titrediğini görünce elimdeki çay bardağını daha bi sıkı kavrıyorum. Sanki ellerim üşümüştü. Bir can kurtarma telaşıyla gücünü son noktasına kadar kullanan genç yeniden bağırıyor. Ben bittim! Biri yardım etsin.
Bu haykırış karşılığını buluyor. Kalabalık içinde başka bir yüreği güzel insan beline bağlanan iple denize sarkıtılıp yaşı geçkin engelliyi tutarak dışarı çıkarıyor. Kalabalık içinde bir sevinç hali. Bir can kurtarılmıştı. Herkes yaşı geçkin engellinin etrafında toplaşıyor. Tam bu sırada yaşı geçkin engellinin dudaklarından herkesin (en azından benim) kanını donduran şu cümleler dökülüyor: Beni neden kurtardınız?
Hikâyemde yaşı geçkin engelliyi intihara götüren haklı nedenleri tek tek yazdım. İş ölmek isteyen birini zorla yaşatma gibi sinir uçlarına dokunan keskin ve hassas bir noktaya gelince cevapsız soruların ardı arkası gelmedi.
Yaşamında ki zorluklar nedeniyle ölümü tercih eden bir insanı yaşatmak ona yapılan bir iyilik mi yoksa kötülük müydü?
Elbette ki buradan yola çıkarak “kendini denize atan bu adamı keşke kimse kurtarmasaydı” demek istemiyorum. Yapılan insani bir davranıştı. Bende olsam aynısını yapardım. Bu soru sıradan akıl tarafından sorulacak bir sorudur. Bizim meselemiz sıradanlıktan çıkıp insan ruhunun derinliklerine inmek.
Onursuz bir yaşam mı onurlu bir ölüm mü?
Namus, şeref, ülke menfaati (savaş vb. gibi) söz konusu olduğunda insanlar ölmeyi ve öldürmeyi göz önüne alır. Bu uğurda öldüklerinde arkalarından onlar için “kahraman” denir.
Söyleyin dostlarım, insan onuru, “namus, şeref, ülke menfaati” gibi kavramların hangisinden daha değersizdir? Savaşarak ölen birini kahraman ilan edip, ayaklar altına alınan onurunu kurtarmak için ölmeyi tercih eden birine “korkak, aciz, akıl hastası” demek hangi vicdanla bağdaşır?
Benim yarattığım hikâyelerde hikâyenin başkarakteri büyük bir trajedi yaşar. Hikâyelerimde, aşk, mutluluk şaşalı yaşamlar genellikle yer almaz. Çoğu yazar gibi kalemim acı, hüzün ve trajediden beslenir. Yaşanan trajediyi neden sonuç ilişkisiyle kendimce açıklar taşları yerli yerine oturturum. Böylece kafamda cevabı verilmemiş soru kalmamış olur. Ve fakat bu her zaman böyle olmuyor. Benimde cevapsız sorularım bitmemiş hikâyelerim var.
Bir yazar için bitmemiş hikâye yaşanmamış bir hayat gibidir. Bir elimde sigaram, diğer elimde ince belli bardakta yudumladığım çayımla TV karşısında haberleri izlerken ekrana düşen bir haber bu keyif anını yarı transa dönüştürerek zihnimde bir hikâye daha kurgulamama neden oldu. Bu hikâyenin sonu henüz yazılmadı. Zavallı zihnimin acizliği ve fakirliği bitmemiş bu hikâyenin sonunu belki siz dostlarım tamamlar diye bu satırları kaleme almamı emretti. Gelin bu hikâyenin sonunu birlikte yazalım… Umulur ki cevapsız kalan sorularım bir cevap bulur.
Hikâyemiz şudur…
Soğuk bir kasım ayında, istanbul’da bilinmeyen bir semtte ismi bilinmeyen, belden aşağısı ve bir kolu olmayan bir engelli akülü sandalyesiyle sahilde geziniyor. Kalabalık ve yaşamın koşuşturmacası içinde insanlar karıncalar misale sağa sola gidip gelirken akülü sandalye kullanan yaşı ilerlemiş engelli sırtını denize dönerek insanlara bağırmaya başlıyor. (Ben hikâyemde bu bağrışın nedenlerini kendimce yazdım. Sizlere onlara uzun uzun anlatacak değilim.)
Etraftan insanların anlamsız bakışları yaşlı engelliye doğrululurken, bir kısım insanlardan umursamaz bir tavırla yoluna devam ediyor. Sırtı denize dönük engelli aracını biraz daha geriye, denize doğru sürüyor. Yine öfkeyle bağrışması devam ederken kullanabildiği tek elini aracının joistiğine doğru götürüp ani bir hareketle kendine denizi atıyor. (yoksa kendini denizin kollarına mı bırakıyor demeliydim? ) Onu yaşamdan bıktıran sebepleri uzun uzadıya anlatmaya gerek yok. Herkesin az çok tahmin edeceği belki de yaşayarak gördükleri nedenler. Yaşı geçkin engellinin kendini denize attığını gören insan kalabalığında bir panik hali. Bağrışlar, çığırışlar. Kalabalık içerisinden bir genç çevik bir hareketle üzerindekileri çıkararak yaşlı engelliyi kurtarmak için denize atlıyor. Havanın soğukluğundan olsa gerek yaşlı engelliyi kurtarmak için gücü yetmiyor. Sıtmaya yakalanmış gibi tir tir titrerken, bir yandan da sahildeki kalabalığa sesleniyor. Ben bittim! Genç adamın soğuktan titrediğini görünce elimdeki çay bardağını daha bi sıkı kavrıyorum. Sanki ellerim üşümüştü. Bir can kurtarma telaşıyla gücünü son noktasına kadar kullanan genç yeniden bağırıyor. Ben bittim! Biri yardım etsin.
Bu haykırış karşılığını buluyor. Kalabalık içinde başka bir yüreği güzel insan beline bağlanan iple denize sarkıtılıp yaşı geçkin engelliyi tutarak dışarı çıkarıyor. Kalabalık içinde bir sevinç hali. Bir can kurtarılmıştı. Herkes yaşı geçkin engellinin etrafında toplaşıyor. Tam bu sırada yaşı geçkin engellinin dudaklarından herkesin (en azından benim) kanını donduran şu cümleler dökülüyor: Beni neden kurtardınız?
Hikâyemde yaşı geçkin engelliyi intihara götüren haklı nedenleri tek tek yazdım. İş ölmek isteyen birini zorla yaşatma gibi sinir uçlarına dokunan keskin ve hassas bir noktaya gelince cevapsız soruların ardı arkası gelmedi.
Yaşamında ki zorluklar nedeniyle ölümü tercih eden bir insanı yaşatmak ona yapılan bir iyilik mi yoksa kötülük müydü?
Elbette ki buradan yola çıkarak “kendini denize atan bu adamı keşke kimse kurtarmasaydı” demek istemiyorum. Yapılan insani bir davranıştı. Bende olsam aynısını yapardım. Bu soru sıradan akıl tarafından sorulacak bir sorudur. Bizim meselemiz sıradanlıktan çıkıp insan ruhunun derinliklerine inmek.
Onursuz bir yaşam mı onurlu bir ölüm mü?
Namus, şeref, ülke menfaati (savaş vb. gibi) söz konusu olduğunda insanlar ölmeyi ve öldürmeyi göz önüne alır. Bu uğurda öldüklerinde arkalarından onlar için “kahraman” denir.
Söyleyin dostlarım, insan onuru, “namus, şeref, ülke menfaati” gibi kavramların hangisinden daha değersizdir? Savaşarak ölen birini kahraman ilan edip, ayaklar altına alınan onurunu kurtarmak için ölmeyi tercih eden birine “korkak, aciz, akıl hastası” demek hangi vicdanla bağdaşır?