Pembe Sıcaklık

Halil Yılmaz

Admin
Yönetici
Katılım
May 19, 2010
Mesajlar
14,522
Tepkime Puanı
193
Puanları
63
Yaş
50
PEMBE SICAKLIK​

Kıza usulca yanaşıp kulağına fısıldadı. Ona hikaye anlatmasını istemişti. Kız şaşkın bir vaziyette kafasını ona çevirip vereceği cevabı düşünmeden “Ben hikaye anlatmasını bilmem ki” dedi. Sigarasından bir nefes alıp düşündü. Hikaye bilmem demiyordu da sadece anlatmasını bilmem demişti. “O vakit sevdiğin bi hikayeden bahset” dedi. Canı hikaye duymak istiyordu. Dahası kulakları kendi sesinden başka insan sesi duymayalı çok olmuştu. Nicedir güneş ışığı almayan, loş bir oda da bir araya gelip, içkilerini yudumlayıp sadece sevişiyorlardı. Kız giderken ya da gelirken bile selamlaşmıyorlardı. Aralarındaki diyalog yalancı zevklerin iniltilerinden başka bişey değildi. Kız bi süre düşündü gözünün önüne izlediği film afişleri geliyordu. Çok fazla film izlemişti ama yalnızca afişleri aklındaydı. Zaten hikayeleri için değil, oynayan aktörlerin yüzlerini beğendiği için film izlerdi.

Fısıldaşarak konuşmaya devam ettiler. Kız “bilemiyorum düşünmem lazım” dedi. Adam sinirlendi bu cevaba. Bir süre kızı seyretti. Kızın, dalgalı kül rengi saçlarıyla oynamasını, dudaklarını ara sıra diliyle ıslatmasını seyretti. Suratında ifadesiz ve bir o kadar da düşüncesiz boş bakışlar barındıran kız fısıltıyla; “Neden bunu istedin benden” dedi. Adam bir süre kızın gözlerine baktı. O ifadesiz bakışlara uzun süre bakarsa içine düşeceğinden korktu. Kafasının içinden binbir türlü yanıt geçiyordu. Ama hangisini seçmesi gerektiğine karar veremedi. Sonunda korktuğu başına gelmişti o ifadesiz bakışlarda kör bir kuyuya düşer gibi saplanıp kaldı.

Oradaydı. Aklından bir jiletle kazımak istediği günün sabahında, banyoda aynanın karşısında, hayatında nefret ettiği her şeyi barındıran suratına uzun uzun bakıyordu kitlenmiş bakışlarla. Babasının sesiyle birlikte irkilerek uyanmıştı. Musluğun açık olan sesine dikkat kesilip panikle suyu kapattı. Banyonun kapısında kendisini bekleyen babasıyla karşı karşıya kalmıştı. Uzun süredir banyoda olduğu için babasından okkalı bir küfür yedi. Koşar adımlarla babasının ezici sözlerinden uzaklaşmıştı. Salona geçip duvara sırtını dayayıp, göğsünü doldurana kadar uzun uzun nefes aldı. Gözleri salondaki aynaya takılmıştı. Çaresizce merhamet dileyen bakışlarla kendisine bakıyordu. Tam o sırada kahvaltı masasının başında küçük kardeşinin çıkardığı seslere kulak kesildi.

Kardeşi tekerlekli sandalyesinde, bazen kaçamak gülücükler atarak onu seyrediyordu. Masaya yaklaşıp kardeşinin yanına oturmuştu. Babasının salondan içeri girmesiyle birlikte kafasını önüne eğip, derin derin nefes almaya devam etti. Babasının öfkeyle konuşmaya hazır olduğunu hissettiği anlarda nefes almayı unutup öleceğinden korkardı. O sırada annesi mutfaktan buharı tüten çaydanlığı alıp masaya gelmişti. Bardaklara çay koyup kendinden önce ilk lokmayı küçük oğluna vermişti. Bu her yemek vaktinde gerçekleşen sıradan bir olaydı. Annesi önce küçük kardeşini doyurur. En son kendisi yer sofradan en son yarım yamalak doyarak kalkardı. Annesinin kardeşini beslemesini her yemekte dikkatlice izlerdi. Babasıda her zaman olduğu gibi kafasının arkasına sertçe vurup “Ne bakıyosun lan yesene yemeğini” olurdu. İşte yine olmuştu. Sağ elini kafasının arkasına götürüp, az önce babasının vurduğu acıyan yeri sıvazlamaya başladı. Babasının iki oğlundan da nefret ettiğini küçük yaşına rağmen anlayabiliyordu. İkiside istenmeyen çocuktu. İkiside hasta ve sakattı. Yemek yerken kardeşinin çıkardığı sesleri dinlemekten haz etmezdi; ancak yinede pür dikkat kesilirdi. Bu kez kafasına ikinci bir tokat inmişti. Babasının ağzından dökülen sözcüklerin kendine olan azarlamalar olduğunu anlar anlamaz, sözcükler bitmeden oda dan kaçıvermişti. Kendini dışarı attığında nefes nefese kaldığını hissetti. Göğsünü doldurana dek nefes almaya devam etti. Bahçedeki ağaçların arasından süzülen güneşe bakakaldı bir süre. Gözleri tamamen sulanıp bakamayacak hale gelince, kafasını eğip ıslanan gözlerini kolunun kenarına sildi. O sırada gözlerini yakan aydınlıkla uyandı.
Oradaydı. Günlerdir kimseyle tek kelime konuşmadan oturduğu ve tek ziyaretçisi ile sadece sevişip sonra ayrıldığı loş odadaydı. Nihayet gözlerinin karanlığından kurtulmuştu kızın. Sigarasının sönmek üzere olduğunu farkedip yeni bir tane yaktı. Kız fısıltıyla karışık “sanırım ben hiç hikaye bilmiyorum” diyip durumu kabullendi. Adam sinirle kalktı yerinden kafasında, ona fısıltıyla bile söyleyemediği bi dünya söz vardı. Doğumu bile başlı başına bir olay örgüsü oluşturan insanoğlu, nasıl olurda ufacık bir hikaye bile bilmezdi. Ondan çok fazla bişey istememişti. Hikaye kurgulamasını ya da masallar uydurmasını istememişti. Sadece içinde canlılık belirtisi olan bir hikaye anlatmasını istemişti. Şarkı söylesede olurdu yeter ki allahın belası yerde yaptıkları sevişmelerin bi anlamı olsun, azıcıkta olsa birilerinin sesini duyabilsin.. Sokağa çıkmayı unutalı çok olmuştu zaten. Başka bir yüzü görmeyeli insan dediği sureti izlemeyeli epey olmuştu. Sonra biçimsiz elleriyle yüzüne dokundu. Sakallarının arasından kemikleşmiş hatlarında parmak uçlarıyla gezindi. Yüzünün simasını unutabilir mi insan? O unutmuştu. Aynaya bakmayalı yıllar olmuştu. Kulağındaki fısıltılarla, yüzünün hikayesini okumak istercesine parmaklarını gezdirdi sakallarının arasında. Belkide duymak istediği hikayeleri, unuttuğu yüzü anlatırdı ona. Çenesinin altındaki yarada derin bir çatlağa rastlar gibi gezindi. Unutmuştu ne zaman yaralandığını. Sonra kızın ince bir rüzgar gibi kulaklarına fısıldamasıyla uyandı. “Sen bi hikaye anlatsana”. Ne kadar olduğunu hatırlayamadığı bir süre düşündü. Sonra kahretsin demek geldi içinden. İşte yine oradaydı. Gözleri güneş ışığından ıslanmıştı. Bir süre açamadı gözlerini. Göz kapakları, pembe bir sıcaklıkla kavruluyordu. Babasının evden çıktığını duyunca saklandı. Sonra yavaş yavaş yürüyerek eve gitti. Annesi oğlunu görünce sarılıp kucağına almıştı. Kafasını okşayıp öperek fısıldıyordu, onu ne kadar çok sevdiğini. Silkinerek annesinin kucağından inmişti.

Annesinin elinden, oğlunun arkasından üzgün üzgün bakmaktan başka bir şey gelmiyordu. Bir süre annesinin kahvaltı masasını toplamasını izledi. Annesi mutfakla salon arasında mekik dokurken, gözleri salondaki aynaya takılmıştı yine. Kendini izlemeye başladı. Yüzü beceriksizce bir araya getirilmiş bozuk bir yapbozu andırıyordu. Sol elindeki şekil bozukluğu, vücuduna oranla şişkin kabarık göğsü ve en önemlisi omuzlarının hemen üzerinde bitiveren uzun köşeli çenesi ve uzun dar alınlı kafası. Kendini izleyen başka birisi var gibi garipseyerek baktı bir süre aynaya. Sonra annesinin sesini duydu. Annesi küçük bir alışveriş için dışarı çıkacaktı. Kardeşine göz kulak olmasını ve evden bi yere gitmemesini söylemişti. Annesi gidince salonda kardeşiyle başbaşa kalmışlardı. Kardeşinin yanına geçip aynada kendisini izlemeye başladı. Asla fotoğrafları olmamıştı. Zaten evde annesi ve babasının düğün fotoğrafları dışında başka bir fotoğraf yoktu. Aynada gördüğü kendi suretlerini bir fotoğrafa bakar gibi izliyordu. Kardeşide aynı şeyleri hissetmiş olmalı ki zevkle inlemeye başlamıştı. Bir süre kardeşine bakıp gülümsedi. Sonra dışarıdan gelen neşeli çocuk sesleri dikkatini çekmişti. Cama yöneldi. Dışarıda bisiklete binen bir grup çocuk vardı.

Camın arkasından film izler gibi izliyordu onları. Sonra çocuklar uzaklaşıp gittiler. Camın önünden ayrılıp, kendisiyle konuşmaya çalışır gibi sesler çıkaran kardeşine yöneldi. Onun tekerlekli sandalyesinin yanına gelip tekerleklere dokundu. Aklına çok güzel bir fikir gelmiş gibi güldü kardeşine. Parmağıyla sus işareti yapıp kardeşine gülümsemeye başladı. Sandalyenin arkasına geçip kardeşini iterek dışarı çıkardı. Güneş, bahçedeki ağaçların arasından olanca parlaklığıyla yüzlerine gülümsüyordu. Kardeşi güneşin sıcaklığında zevkle çığlıklı kahkahalar atıyordu. Sokağa çıktıklarında ikiside heyecanlanmıştı. Kardeşini yol boyunca itiyor, arada bir sandalyenin arkasındaki demir çubuğa basıp ayaklarını yerden kesiyordu. İkiside neşe ve heyecanla bağırıyordu. Farkında olmadıkları tek şey gittikçe kontrolsüzce hızlandıklarıydı. Sokak boyunca kendilerini yolun eğimine kaptırmış gidiyorlardı. Yanaklarını yalayan rüzgarı hissetmek ikisininde hoşuna gitmişti. Annelerinin uyurken başlarında hikaye anlatması gibi neşeli bir fısıltı oluştruyordu rüzgar kulaklarında. Kafasını gökyüzüne kaldırmıştı. Rüzgar ve güneşin sıcaklığını aynı anda hissetmek istiyordu. Göz kapakları tekrardan pembe bir sıcaklığa bürünmüştü. Kardeşinin neşeli çığlıkları ve rüzgarın fısıltısından başka bir şey duyduğu yoktu. Bu kez büyük bir istekle, nefes alarak dolduruyordu göğüs kafesini. Ancak ansızın şişkin göğsünün seret bir şekilde ezildiğini hissetti. Kulağına kardeşinin neşeli sesi ve rüzgarın fısıltısı dışında mekanik başka bir ses gelmişti. Gözlerini açmaya fırsat bile bulamamıştı. Havada süzüldüğünü hissetti korkuyla. Nefes almaya çalışıyordu; ancak zorlanıyordu. Yere düştüğü anda vücudunun her yerinde belli belirsiz sıcak bir acı hissetmeye başladı.

Gözleri güneşten o kadar çok ıslanmıştı ki açamıyordu. Islak gözleriyle belli belirsiz bir şeyler görmeye başladı. Kolunun kenarıyla sildi gözlerini. Az ilerisinde kendi bedenine göre oldukça büyük bir araba ve arabanın altında kardeşinin sandalyesini görüyordu. Sandalyenin tekerlerinden birisi yavaşça dönüyordu. Öteki tekerlek ise dönemeyecek halde parçalanmıştı. Üzerine doğan güneşi kapatan bir kalabalık sarmıştı etrafını. Kalabalıktan sıyrılıp kardeşini görmek için etrafa bakındı. Arabanın tekerlerinden birinin altında kardeşinin cılız elini gördü. Derin derin nefes almaya başladı. Ama beceremiyordu. Nefes alamıyordu. Fısıltıyla esen rüzgarı dolduramıyordu ciğerlerine. Ansızın yere düştü. Kafasını yola çarpmıştı. Babasının vurduğundan daha fazla acımıştı bu kez kafası. Babasını düşündü sonra. Kafasını güneşe kaldırıp inatla göz kapaklarını kapatmamaya çalışarak bakıyordu. Nemlenmiş gözlerine daha fazla dayanamadı. Göz kapakları kapanıvermişti. O pembe sıcaklık bu kez daha yakıcı bir hal almıştı.


Silkinerek uyanmıştı. Tekrardan loş odasındaydı. Yanındaki kız “Neyin var?” demişti fısıltıyla. Yok bir şeyim diyerek silkindi. Yeni bir sigara yakıp, cama yöneldi. Sokaktan geçen insanları, mutlu çiftleri, dükkanlardan yükselen müzik seslerini dinledi. Sokağın tam karşısında tekerlekli sandalyede bir adam piyango biletleri satıyordu. Uzun uzun seyretti adamı. Kendi gibi büyük bir şanssızlıkla doğmuş bir insan, nasıl olurda şans dağıtır diye düşündü. İnceden yağmur çiselemeye başlamıştı.

Cama vuran yağmur damlalarına bakıyordu. Kız sessizce yanına yaklaşıp fısıltıyla “Ben gidiyorum artık.” dedi. Camdan uzaklaşıp yatağın yanındaki komidinin çekmecesinden bir miktar para aldı. Parayı kıza uzattı. Kız “Bir daha ne zaman gelmemi istersin?” dedi. Kıza bakıp gür bir sesle “Ben sana haber veririm. Hem belli olmaz belki artık seni hiç çağırmam.” dedi. Kız fısıltıyla değil de, gür ve kararlı bir ses tonuyla işittiği bu cevaba tuhaf tuhaf bakıp “Sen bilirsin” dedi. Sessizce ayrıldı oradan. Adam kalkıp tekrar camın önüne gitti. Bir süre sokağı izledikten sonra banyoya geçip unuttuğu yüzünü izledi. Eline paslanmış ve en son ne zaman kullandığını unuttuğu jileti alıp, sabun ve su kullanmadan sakallarına daldırdı. Önemsiz bir kaç kesik oluşmuştu suratında. Suratını yıkayıp uzun uzun seyretti yüzünü kirli aynada. Ceketini alıp sokağa çıktı. Dış kapıdan adımını atar atmaz kafasını göğe kaldırdı. Göğsünü doldurana kadar çekti havayı içine. Yüzüne düşen yağmur damlaları huzur vermeye başlamıştı ona. Bir süre durduğu yerden sokağı, seyyar satıcıları, gelip geçen insanları seyretti. Sonra tekerlekli sandalyedeki adamın yanına gitti. “Bana bir bilet veriri misiniz?” dedi. Sandalyedeki adam gülümseyerek “Hay hay” dedi. Bilet koçanını uzattı kendisine. Karşı çıktı bu teklife. “Hayır ben sizin seçtiğiniz bir bilet istiyorum.” dedi. Adam parmaklarını diliyle ıslatıp bilet koçanının tam ortasından bir bilet çekti ve “Bol şanslar.” diyerek uzattı. Bilete bakmadan cebine koydu. Sandalyedeki adama kafasıyla küçük ve kararlı bir selam vererek uzaklaştı. Sokağın tam ortasından insanların arasına karışarak yürüyordu. Yanından geçip gidenler yağmurdan ıslanmamak için hızla yürüyordu. O ise yüzüne düşen yağmur damlalarından büyük bir mutluluk duyarak sakince tadını çıkarıyordu ıslanmanın. Hem en son ne zaman yağmurda ıslanmıştı ki. Özlemini çektiği şeyleri dolu dolu yaşamalıydı artık. Kaçmadan, saklanmadan sıcacık bir hayat yaşamalıydı. O allahın belası loş odaya, bir daha hiç dönmemeliydi. Sokağın köşesinde bir binanın önüne gelip, duvara yasladı sırtını.

Kafasını göğe kaldırıp yağmurun yüzüne düşerken ki çıkardığı sesleri dinlemeye başladı. Tıpkı annesinin fısıltılı masal anlatan sesi ibiydi. Tıpkı kardeşinin, mutluluktan attığı garip çığlıklı sesler gibiydi. Sonra aniden yağmurun seyrekleşip durduğunu hissetti. Gözlerini açtı. Yağmur durmuş ve hemen ardından güneş açmıştı. Neşeyle bir çığlık attı. Çevresindeki insanlar, kısa bir süreliğine ona dikkat kesildi. O aldırış etmedi buna. İnsanlarda gülümseyerek geçip gitti. Çevresine kocaman gülücükler atıyordu. Güneş bulutların arasından yeni yeni doğduğu için gözlerini kapatmadan bakıyordu ona. Sonra karşısında, göğü büyük bir hediye paketindeki süslü kurdeleler gibi sarmalayan gökkuşağını gördü. Hayata dair en güzel renkleri barındıran kocaman bir kuşak. Sevinçle izledi onu. Sonra, güneş etkisini sarı bir sıcaklıkla arttırınca kafasını kaldırıp, gözkapaklarını kapatarak o pembe sıcaklığa bıraktı kendisini, tıpkı tatlı bir uykunun kollarına atlar gibi. Gülümsüyordu. Kulağında fısıltılı rüzgar ve gözlerinde pembe sıcaklıkla...

YAZAR:
Ferhat Kaya

1987 istanbul doğumluyum. 2006 yılında Kütahya Dumlupınar Üniversitesi, Turizm ve Otecilik bölümüne yerleştim. 2009 yılında Dumlupınar Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi, Çizgi Film Animasyon bölümüne yerleştim. Eğitimime son sınıf öğrencisi olarak devam etmekteyim.
 
Tekerlekli Sandalye
Üst