Selma: Öykü

Halil Yılmaz

Admin
Yönetici
Katılım
May 19, 2010
Mesajlar
14,522
Tepkime Puanı
193
Puanları
63
Yaş
50
“Bu öykü, hayatta bir ses bırakmak isteyen, kalp gözleri açık tüm güzel insanlara armağanımdır…”

-Bizlere bu imkanı veren tüm proje çalışanlarına sonsuz teşekkürler…-
Erhan KARATAŞ​

SELMA
Kayseri’nin kışını bilir misiniz? O kadar soğuktur ki iliklerine kadar dondurur insanı. Parmaklarınızı hissetmezsiniz bazen. Âdem Bey ve Latife Hanım, Kayseri’de sıradan bir mahallede sıradan bir evde yaşarlar. Âdem Bey’in ara sokaklarda küçük bir bakkal dükkânı vardır. İşler pek iyi değildir ama mecburdur çalışmaya. Evde hamile eşi Latife Hanım ve görme engelli iki çocuğu akşama kadar onun yolunu gözlerler. Büyük olanı beş yaşındaki Hasibe, küçük olan üç yaşındaki Mehmet… Âdem Bey sabahtan akşama kadar maddi sıkıntılarla güreşir. Çocuklarının geleceğini kara kara düşünür. Ne yapacaklar bu çocuklar? Allah korusun, Âdem Bey’in başına bir hal gelse kim bakar, kim sahiplenir onlara? Bazen komşuların vicdanı sızlar, yardım etmeye gelir, yemek yaparlar. Olmaz olsunlar; gelirler de yardımlarından çok zararları dokunur Latife Hanıma. “Ne diye doğurdun bunları” derler. “Zaman kötü, iki kör çocuk… Sana bir şey olsa kim bakar bunlara? Hadi biri oğlan, yuvaya gönderirsin onlar bakar. Öbür kızın hali ne olacak? Kötü yola mı düşürürler, kaçırıp dilendirirler mi bilemezsin. Keşke ölü doğsalardı da kör doğmasalardı.” Bir anne yüreği nasıl yanar böyle laflara? Zaten sıkıntısı kendine yeter de artar bile. Birde komşuların boş lakırdıları acı üstüne tuz biber olur. Öyle üzülür ki, bir yardıma ihtiyacın var mı diyenleri bile geri çevirir de bin bir zorluk içinde yakar sobayı.
Aradan aylar geçer. Doğum yaklaşmıştır artık. Âdem Bey her gün işe gitmeden yakar sobayı. İşe gider de aklı hep evdedir. Zaten dükkân sinek avlar. Bazen olur, akşama kadar tek siftah etmez. Gün gelmiştir. Komşular, Latife Hanım’ı yalnız bırakmazlar. Nihayet Allah vermiştir iznini. Sancılar başlar. Bir kız bebekti yeni misafirleri. Âdem Bey heyecanla eve koşturur. Acıların olgunlaştırdığı dev bedene bir küçük yük daha eklenmişti. Her şeye rağmen Anadolu insanı mütevekkildir. Canı veren Allah, rızkı da verir elbet. “Selam olsun âlemlerin sahibine” der. Bir an tüm düşüncelerden sıyrılmak ister ve vefakâr, fedakâr eşine güç vermek ister. “Bak hanım” der. Ne kadar güzel bir bebek değil mi? Kanatsız bir melek sanki. Bu bebek bize Allah’tan selam getirmeye geldi. Adı “Selma” olsun.

Âdem Bey; ilkokulu bile zor bitiren bir adam… Ama tam bir filozof, tam bir psikologdur sanki. Belki de öyle görünmek zorundadır. Hayat bu, sıkıntılarla doludur, şekilden şekle sokar insanı… Yeni gün daha bir farklı başlar. Her şey daha bir farklıdır. Güneş yeni doğmuştur ama odunlar kırılmıştır, soba yanmıştır bile. Kayseri kışı soğuktur ama ateş gibi yanan yüreğe Kayseri soğuğu işler mi hiç? Bakkal dükkânı o gün daha bir farklı açılır. Ya nasip!.. Daha bir azimle çalışmak gerek. Rabbin rızık kapısını daha bir kuvvetle çalmak gerek. Hayatın zorluklarına karşı daha dik durmak lazım. Karabulutlar arasında bir güneş doğdurmak lazım… Latife hanım evdedir. Lohusa kadın kalkmamalıdır yataktan, ama evde iki çocuk daha vardır, ilgi beklerler. Bir Mehmet’e bakar, bir Hasibe ’ye. Sonra küçük Selma’ya bakar… İçi burulur bir an. Acaba psikoloji denilen duygudan bihaber o komşular haklılar mı? Ya Selma’nın gözleri nasıl olacak? Ya o da göremezse? Akraba evliliğinden iki çocuk ta doğuştan görmüyor zaten. Peki ya Selma ne olacak?. Ümitsiz biz hayatta geleceğe umutla bakmak kolay değil. Tutamaz kendini, ağlamaya başlar. Olan bitenden bihaber Mehmet ve Hasibe de anneleri ile beraber ağlamaya başlarlar. Kim bilir, o küçücük yüreklerinde bilinmezlikler içinde ne fırtınalar kopmaktadır.

Uykusuz geceler haftalar aylar birbirini kovalar. Ne yazıktır ki korkulan olmuştur. Küçük Selma’nın gözlerinde hiçbir ifade belirmemektedir. Onun kaderi de diğer iki kardeşi gibi olmuştur. Küçük Selma karanlık bir dünyada yaşamaktadır. Durumun kesinleşmesinin ardından Âdem Bey, sanki sırtındaki yükün biraz daha arttığını hissetmiştir. Latife hanımın durumunu sormaya gerek yoktur zaten. Beynindeki düşünceler sayfasında bir soru işareti kadar yer kalmıştı ki o da tamamlanmıştır artık. Kendini bilmez komşular akrabalar yine yardıma gelir, yine söylenirler. Zavallı kadın kime laf anlatacağını şaşırmış bir şekilde zorla gülümsemeye çalışır hayata. O da eşinin maddi sıkıntılarının farkındadır. Akşam evine yorgun argın gelen adamı mümkün oldukça üzgün bir suratla karşılamamaya gayret eder hep. Her ne kadar karı koca birbirine mutluluk oyunu oynamaya çalışsalar da aslında ikisinin de ruh âlemlerine her an bir damla kezzap damlamaktadır. Çocuklarının gelecek korkusu bir rahat uyku uyutmamaktadır ikisine de. Günler hep daha da zor geçmeye başlar. Acıya mukavemetleri gittikçe azalır. O, içi yanan, dışı cesur görünen küçük dev adam bir gün dayanamaz ve “ne olacak bu çocukların hali hanım” der. “Hadi şimdi biz varız, ayaklarımız tutuyor. Üç beş kuruş bile olsa rızkımızı kazanıp onlara bakıyoruz ama ne zamana kadar beraber olacağız? Peki ya gün gelir, hak vaki olur da ölür gidersek kim bakacak bunlara” Latife hanım bir anda cevap veremez. Eşinin sıkıntısını giderecek bir cümle kurmak ister ama ne mümkün. Tek bir kelime bile gelmez dilinin ucuna. Derin bir sessizlik içindedir. O derin sessizlik içinde aslında ne uzun cümleler vardır ki ikisinden başkası anlayamaz. “Büyükşehir’e gidelim hanım” der birden. Orada imkânlar daha ehvendir. Bunun da bir çaresi vardır. Belki okulları vardır. Rabbim bize şimdiye kadar hiç isyan ettirmedi. Sıkıntıyı veren çaresini de verir”. Bu kararla Latife hanımın düşünce âleminde bir ışık yanar, bir ümit doğar. Hemen kabul eder. Âdem Bey birkaç gün içinde Ankara’da yaşayan amcaoğluna düşüncesini anlatır. Kısa zamanda taşınma karar verilir. Alelacele şeklinden bir ev tutulur ve eşyalarını toplarlar. Artık bundan sonra kendilerine kötü düşünceler verecek her şeyi Kayseri’de bırakmak isterler. Ankara’nın ismi kötüdür ama onlar, o kadar beklenti içindedirler ki onlar için Ankara’nın karası yoktur. Her şey beyazdır, her şey umut doludur. Anne babalarının bu düşünceleri çocukları bile etkilemiştir. “Mehmet, ablası Hasibe ‘ye Ankara’nın nasıl bir yer olduğunu sorar. Küçük Hasibe’nin hiçbir hayat tecrübesi yoktur ama abla olmanın getirdiği sorumluluk içinde heyecanla cevaplamaya başlar kardeşinin sorusunu. “Ankara o kadar güzel bir yerdir ki” diye başlar sözüne. “Her tarafı çiçeklerle doludur. Sokakları mis gibi kokar. Minicik kuşlar neşe içinde öterler. Her yerde ´şelaleler akar” diye anlatır durur. Hayatları boyunca ne bir kuş ne bir şelale görmemiş olsalar bile bazen annelerinin anlattıkları masallardan akıllarında kalan bu tabirler, hep güzel olan yerleri tarif eder. Cennet de öyledir ya. Her tarafından şelaleler akar. Kuşlar neşe içinde uçuşurlar, öterler. Ankara da aynen öyle Cennet gibi bir yer olmalıdır. Nihayet beklenen zaman gelir, Ankara’ya taşınırlar. Gri şehir Ankara’nın ara bir mahallesinde küçük bir gecekonduya... Ankara’ya taşınmak onlar için daha iyi mi oldu bilinmez ama hani “güzel gören güzel düşünür derler” ya onlar da öyle yaparlar ve Ankara’yı hep güzel görmek isterler. Belki de buna mecburdurlar. Hasibe her akşam kardeşine sürekli Ankara masalları anlatır. Ne kadar güzel bir şehirde yaşadıklarını anlata anlata bitiremez. Sokak arasında bir işyeri tutarlar ve bakkal dükkânı açarlar.

Nihayet okul vakti gelir ve Hasibe ve Mehmet görme engelliler okuluna başlarlar. Görme engellilerin kullandığı Brail alfabesini öğrenirler. Hayal dünyaları her geçen gün biraz daha gelişmektedir ve iki kardeş her sohbetlerinde birbirlerine Ankara’yı överler ve burada yaşamakla ne kadar şanslı oldukları için Allah’a şükrederler. Günler aylar yıllar birbirini kovalar. Selma da büyür. O da abisi ve ablasının okuluna başlar. Mehmet ve Hasibe zamanla Brail yazılarını iyice öğrenir. Mehmet, pilot olmak ister; Hasibe, doktor olmak; Selma ise öğretmen olmak… Pilot olmak ne demektir? Pilotlar ne iş yapar? Nasıl bir şeydir? Pilotlar uçarmış. Pilot dedikleri muhtemelen kuş gibi bir şey olsa gerek. Nasıl bir kuş? Peki ya doktor? Doktorlarda hastalanan çocuklara tatlı öksürük şurubu veren kişilerdir. Yaramazlık yapan çocukların da popolarına iğne batırırlar ki yaramazlık yapmasınlar. Zaten çocukların çoğu ya doktor olmak isterler ya pilot. Nadiren de öğretmen olmak isterler. Zamanla büyürler, ayakları üzerinde durmayı öğrenir, farklı şeyler düşünürler.
Aradan yıllar geçer. Ankara’nın Cennet’ten bir köşe olmadığını üç kardeş te kabullenmişlerdi artık. Polyannacılık oyunu bitmişti. Büyümüşlerdi ve hayat oyununun bir yerlerinde rol almak istiyorlardı. Mehmet ve Hasibe, ilkokulu bitirdikten sonra okula devam etmek istemedi. Mehmet, babası ile bakkalda çalışmaya başladı. Para kazanmak istiyordu. Raflara ürün diziyor, camları siliyordu. Yavaş yavaş bozuk paraları tanımaya başlamıştı. Babası olmadığında kapıyı kilitleyebiliyor, bastonuyla yalnız başına eve de gidebiliyordu. Hasibe de zamanla örgü örmeyi öğrendi. O kadar iyi örüyordu ki, gözleri gören kadınlar bile hayran oluyorlardı. Selma ortaokula başladı. Ablası ve abisinin aksine Selma’nın hayat hedefinde hiç bir değişiklik olmadı. O, hep öğretmen olmak istedi. Bazen komşu ve akraba çocuklarına ders anlatıyor, öğretmenlik duygusunu tatmin etmeye çalışıyordu. Yükselmek istiyordu. Üniversitede rektör olmak istiyordu. Farklı bir üniversite açmak istiyordu. Görme engellilerin de rahatça okuyabileceği bir üniversite olmalıydı. Bahçesinden binasına her görme engellinin rahatlıkla girip çıkabileceği, yollarında düşmeden yürüyebileceği bir üniversite kurmalıydı. Sürekli sınıf arkadaşı o da kendisi gibi görme engelli olan Nazlı ile oturup heyecanlı heyecanlı gelecek planları kuruyorlardı. Bir gün evlerine gelen ve büyüyünce ne olmak istediğini soran bir akrabasına da bu idealinden bahsetti. Gülüştüler. Çocukça buldular. Görme engelli bir kız çocuğunun yüksek makamlı bir iş yapma ihtimalini çok kişi kabul etmez. Bazen gözler görür, hisler kör olur. Selma da sözlerinin ciddiye alınmayışına alışkındı. Biraz canı sıkıldı. Odasına, kitap okumaya gitti. Salondan gelen konuşma seslerini duyabiliyordu. Misafir gelen akraba bey ”Âdem abi“ dedi. “Niye okutuyorsun ki bunu. Başımıza vali olacak değil ya. Sokağın caddenin hali zor…” Aslında misafir akraba haksız da değildi. Çünkü Selma, okula giderken sürekli bir yerlere çarpıyordu, ayağı kayıyor, yere düşüyordu. Otobüs yazılarını okuyamadığı için ve gururundan kimseye sormak istemediği için okula çok zaman yürüyerek gidiyordu. Ama neden tüm arabalar kaldırıma park ediyordu ki? Neden çöp kutuları hep yürüme yollarının tam ortasına konuyordu? Neden o kaldırımdan bir görme engellinin de geçme ihtimali dikkate alınmıyordu. Her sene sökülüyor yeniden yapılıyordu. Sanki şehir değil tarla mübarek. Belki de bunları düzeltmek için belediye başkanı olmalıydı. İdealleri vardı, olmak zorundaydı.

Zaman su gibi akıp geçiyordu. Mehmet artık bakkallığı iyice öğrenmişti. Sadece kağıt paraları tanıyamıyordu. Gözleri görmeyince kandırmak isteyen de çoktu. Gözleri gören bir ev kızı bulup evlenmişti. Hasibe de becerikli bir ev hanımı olmuştu. Kadınlar arası altın günlerine katılıyor; oralarda, ördüğü dantelleri satıyordu. O da evlenmişti. Eşi hukuk fakültesi mezunudur ama resmi bir kurumda santral memurluğu yapmaktadır. Soranlara yüksek santralciyim diye cevap verir hep. Hukuk mezunu bile olsa görme engelliye daha iyi iş vermezler. Küçük Selma liseyi bitirmiştir. O dönemlerde ortalık karışıktır. Sağcı solcu kavgaları had safhadadır. İnsanlar neyi paylaşamaz, anlamak zordur. Üniversiteler savaş meydanı gibidir. Radyolarda her gün bir başka ölüm haberi duyulur. “Farklı düşünüyorsun, o zaman öl” diye bir anlayış akıl sahibi aydın insanlara yakışır mı? Gözleri görenler neden bunu anlayamamaktadır? Selma’nın üniversite okuma ideali yerini gittikçe ümitsizliğe bırakmaktadır. Çevresindeki insanların görme engellilere bakışıyla özgüvenini de büyük oranda kaybetmiştir. Üniversite olaylarının da bu derece ürkütücü seviyeye gelmesiyle kalan özgüveni de bitmiştir. Yenilgiyi kabul etmek kolay değildir ama başka çare de yoktur.

Eylül ayı gelmişti ve yeni eğitim dönemi açılmıştı. Selma’nın içi buruktu. Okulu bırakınca bir boşluğa düşmüştü sanki. Evde canı sıkıldığında bazen keman çalar, bazen radyodan sanat müziği dinlerdi. Ne yapsa onu tatmin etmiyordu. Kendini işe yaramaz gibi görmeye başladı. Bir gün bir komşu hanım Selma’ya evlilik için birini tavsiye eder. Doğuştan görme engelli bir öğretmen olan Mithat Bey temiz kibar bir beyefendidir. Selma tereddüt eder. Evlilik şimdiye kadar hiç aklına gelmemiştir. Bir gün Mehmet ve Hasibe, Selma’yı ziyarete gelir. Mehmet, “hatırlar mısın abla “der. “Daha dün gibi… Ankara’ya gelirken nasıl hayaller kuruyorduk. Ankara bizim tertemiz cennetimizdi. Peki ya şimdi?. Ankara cennetinde sabahtan akşama kadar kaç şeytanla uğraşıyoruz. Temiz dürüst insan bulmak ne kadar zorlaştı. Hayat, insanı zamanla olgunlaştırıyor. Tatlı rüyalarımızdan uyandırıyor. Dön birde Selma’ya bak. Tertemiz adamı bulmuşta burun kıvırıyor. Neymiş efendim. Üniversiteye profesör olacakmış. Biz düz yolda bile zor yürüyoruz. Gel biz bu kızın kulağını çekelim…” Selma abi ve ablasının da teşviki ile Mithat’la görüşmeye karar verir. Daha ilk tanışmada kalpler ısınır. Görme engelliler, hayatı kalp gözleriyle görürler. Kim bilir, belki kalp gözü etten gözden daha iyi görür hayatın hakikatini… Kalp gözünün kapağı da yoktur. Aynen onlar da aradıkları ruh ikizlerini bulduklarını farkedince bu hayırlı işi uzun sürdürmezler. Küçük Selma evinin hanımı olmuştur.

Gel zaman git zaman, yıllar geçer. Hayatın freni yok. Yıllar geçer. Küçük Selma anne olmuştu. Hayata annelik göreviyle bağlanmıştı. Sanki yolda yürüyüşü değişmişti. Artık daha emin adımlarla basmaktaydı hayat yoluna. Aslında hiçbir zaman vazgeçmediği ideallerini gerçekleştirecek bireyler yetiştirecekti. Anne, en değerli öğretmendir belki de. Toplumun değişmesi bireylerin değişmesiyle başlar. Selma o kadar değişmişti, o kadar huzurluydu ki artık evinin kapısından girerken bile bir hoca sınıfa giriyor edasıyla giriyordu. Selma’nın çocukluk arkadaşı Nazlı da memur olmuştu. Boş zamanlarında da görme engellilere destek olmak için dernek faaliyetlerinde koşturuyordu. Dernekte gözlerini sonradan kaybetmiş kişilere eğitim veriliyordu. Gözlerini sonradan kaybetmek daha zordur. O zaman sudan çıkmış balığa döner insan. Selma da ne zaman Nazlı’yı görse dernek faaliyetleriyle ilgili sorular soruyordu. Ev işleri yoğun olmasa Selma da Nazlı’ya yardım etmek isterdi. Bir gün Nazlı, artık çok zorlandığını söyledi Selma’ya. “Ben artık herkese yetişemiyorum” dedi. Herkesin “ben” dediği bir dünyada hayır işi yapmak hiç kolay değil. Acaba bu durum Selma için bir fırsatmıydı? Yıllardır hayalini kurduğu öğretmen olma hayalini gerçekleştirebilir miydi? Haftada bir gün… Bu düşüncesini, eşi Mithat ile paylaştı. Mithat bu duruma çok memnun oldu, hemen kabul etti. Zaten Mithat, Selma’ya her an kuvvetli bir destekti. Ertesi gün Nazlı ve Selma dernek eğitim merkezine gittiler. Selma çok heyecanlıydı, ama korkuyordu. Acaba yapabilecek miydi? Dernek müdüresi Serpil Hanımla tanıştılar. Heyecanını atlatmak için hemen lafa girdi Selma… “Brail okumayı biliyorum; ama öğrencilere bunu anlatamam. Peki, onlara neyi anlatacağım? Müdüre Serpil Hanım idealist bir insandı. Selma’nın içindeki azmi fark etti ve çok mutlu oldu. “Hayatı anlatacaksınız hocam, hayatı” dedi. Bu ne demektir? Hayat nasıl anlatılır ki?
Selma ilk defa derse girecekti. Dizleri titriyordu. Sınıfta kaç kişi var? Onlar da heyecanlı mı? Öğrenmek zordu. Müdüre Serpil Hanım’ın sınıfa gönderdiği, gözleri gören bir temizlik işçisinin de yardımıyla herkes birer birer kendini tanıttı. Her öğrenci farklı bir dünya, farklı bir hikâye, sanki farklı birer kitap gibi… Yaşları yirmi ile otuz arasında, çoğunluğu ev hanımı öğrenciler. İlk dersin konusu “yolda nasıl yürünür” oldu. “Bu konunun öneminin ne kadar büyük olduğundan kimsenin şüphesi yoktu tabi.” Sınıftaki herkesin yolda yürürken birkaç düşme tecrübesi vardı. O gün Selma, evine insanlara faydalı olmanın getirdiği büyük bir huzur içinde gitti. Bir hafta boyunca ertesi haftaki derste ne anlatacağını düşündü. Gece yatakta yatarken bile planlar kurdu. Son gün ders konusuna karar verdi. Dersin konusu “patates yemeği yapmak” oldu. Ders günü heyecanla sınıfa girdi. “Arkadaşlar dedi, Bilin bakalım bugün derste ne yapacağız?” Sınıfta herkeste yoğun bir heyecan vardı. Bugünkü konumuz “patates yemeği yapmak”. Öğrencilerin heyecanı yerini şaşkınlık almıştı. Sınıftaki temizlik görevlisi bile çok şaşırmıştı bu duruma. Selma, evden getirdiği patatesleri öğrencilere birer birer dağıttı. Az kesen meyve bıçağıyla her öğrenciyle birebir patates soydular. Uzun bir çabayla yemeği pişirdiler. Çalışmanın karşılığını almanın verdiği gurur, idealist bir öğretmen için tarif edilemez. Haftalar heyecanla geçiyordu. Selma, öğrencilerine kısa zamanda yemek ve ütü yapmasını, ev işlerinin kolay ve püf noktalarını öğretmişti. Her ders farklı bir ümit, hayatı kolaylaştıracak farklı birer aktiviteydi.

Yine bir hafta, ders günüydü. Yeni bir öğrenci daha gelmişti. Herkes yeni öğrenciyle tanıştı. Adı Selime’ydi. Selime, çok sessizdi, pek konuşmak istemiyordu. Selma, ders anlatıyordu ama aklı hep Selime’deydi. Ders bitiminde Selime’nin yanına gitti ve onunla konuşmak istediğini söyledi. “Aramıza hoş geldin Selime” dedi. “Burada adaşım yoktu. Sen benim adaşım sayılırsın. İsimlerimiz çok benziyor. Biz seninle hem adaş hem arkadaş olalım. Bundan sonra benim bir derdim olduğu zaman ilk sana anlatacağım. Bu sınıfta hepimizin bir hayat hikâyesi vardır. Sende kendinden bahset” Selime’nin böyle sıcak bir yaklaşıma çok ihtiyacı vardı. Sıkıntıları onu çok yormuştu. Gözleri doldu. Ağlamamak için kendini zor tutuyordu. Konuşmaya başladı. “Hocam” dedi. “Ben otuz altı yaşındayım. Yedi yıllık bir evlilik hayatım oldu. Eşimden iki ay önce ayrıldım” Selime’nin konuşurken sık sık sesi titriyordu. Tüm engellemelerine rağmen gözyaşlarını tutamıyordu. Selma’nın gözleri, Selime’nin gözyaşlarını göremiyordu ama kalp gözü bazen gözden daha keskin görüyor, hissediyordu. Selime bir süre sustu.

Sonra devam etti. “Eşimle mutlu bir evliliğimiz vardı. Uzun yıllar çocuk sahibi olmak istedik. Ama olamıyorduk. Sonunda dualarımız kabul oldu ve hamile oldum. Çok heyecanla aylarca hazırlıklar yaptık. Bebeğimiz için yeni kıyafetler aldık. Doğmamış bir bebek için oyuncaklar bile aldık. Sonra lanet olası bir hastalık başladı bende. Beyinde sanal bir tümör var dediler. Aslında bir tümör yokmuş ama beyin, sanki tümör var gibi algılıyormuş. Doktorlar doğum yapmamın sakıncalı olduğunu söylediler. Doğum yaparsam gözlerimi kaybedeceğimi söylediler. Eşim de bebeği aldırmamı istedi. Bu bebeği yıllardır bekliyorduk biz. Yeni oluşan bir cana kıyamazdım ve kıyamadımda. Gözlerimin yerine evladımı tercih ettim. Vakit geldi. Bir Mehmet’imiz oldu. Beni doğum sonrası yoğun bakıma aldılar. Allah canımı almadı ama söylenen oldu. Doğumda gözlerimi kaybettim. Eşim çok kızıyordu, çok suçluyordu beni. Çok üzgündüm ama pişman değildim. Herkes, Mehmet’in çok güzel bir bebek olduğunu söylüyordu. Keşke onu bir kez olsun görebilseydim. Eşim doğumdan bir hafta sonra evi terketti. Boşanma davası açmış. İki aydır annemle beraber yaşıyoruz. Perişan olduk” Selime kendini tutamadı ve ağlamaya başladı. Selma, ne diyeceğini şaşırmıştı ama eğitimli bir öğretmen olarak Selime’ye destek olmalıydı. “O bebek, bizim bebeğimiz artık. Ona beraber bakacağız. Yarın bize gel, çay içelim, muhabbet edelim” dedi. Selime, ertesi gün erkenden Selma’nın evine gitti. Çaylar içildi, kurabiyeler yendi. Dertleştiler, zaman zaman beraber ağladılar. Selime, “hocam” dedi. “İki aydan sonra ilk defa güldüm. Allah sizden razı olsun” dedi. Evden ayrılırken de başını Selma’nın omzuna koydu. Ağlamaya başladı. Ertesi hafta derse ilk giren öğrenci, Selime oldu. Selma, sınıfa girdi. “Arkadaşlar” dedi. “Bugünkü dersimizde bir bebeğin altını temizlemeyi öğreneceğiz.” Evden getirdiği oyuncak bebek ve kumaş parçalarıyla ile teker teker her öğrenciye bez değiştirmeyi anlattı. Tabii ki bu ders en çok Selime’nin hoşuna gitmişti. Selime o gün annesinin de yardımıyla ilk defa bebeğinin altını değiştirdi. Akşam yemek yapılırken annesine yardım etti. Bulaşıkları yıkadı. Bir dahaki haftayı sanki iple çekmek, hayata dair yeni şeyler öğrenmek istedi. Kısa zamanda diğer öğrencilerle kaynaştı, espriler yapmaya başladı. Boş zamanlarında Selma’nın evine gidip kısa zamanda Brail okumayı öğrendi.

Yıllar geçmişti. Aradan geçen yıllar Selma’nın azminden şevkinden hiçbir şey eksiltmemişti. Her hafta, sanki ilk derse girdiği gün gibi heyecanla gidiyordu hayat üniversitesi rektörlüğüne… Artık iki farklı gruba haftada iki gün derse gidiyordu. Diğer günlerde de pek boş vakti olmuyor, çoğu zaman dernekte engellilerle ilgili destek çalışmalarına katılıyordu. Bir akşam telefonu çaldı. Arayan, eski öğrencisi Selime’ydi. Kısa bir muhabbetten sonra Selime, “Selma hocam dedi. Benim üzerimde çok hakkınız var. Siz benim hayata tutunduğum kollarım, elim ayağım oldunuz. Sizden bir ricam var. Lütfen beni kırmayın” Selma meraklanmıştı. “Ben seni hiç kırar mıyım adaşım” dedi. “Gücümün yettiği her şeyi yaparım senin için”. Selime bu cevaba çok sevinmişti. “Hocam. Bu Cuma Mehmet’in ilkokul diploma töreni var. Mümkünse sizin de gelmenizi istiyorum” dedi. Selma, bu teklife çok duygulandı. Hemen kabul etti. Bazen hayat gözümüzün önünden bir film şeridi gibi akar gider ya. İşte o an zamanın ne kadar da çabuk geçtiğini anlarız. Selma da telefonu kapattı ve geçen yılları uzun uzun düşündü. Cuma günü ne yapacağı, hangi kıyafetlerini giyeceği, Mehmet’e ne hediye vereceğini planladı. Cuma günü geldi. Selma çok heyecanlıydı. Önceden kararlaştırdığı gibi en şık kıyafetlerini ve o gün için aldığı topuklu rugan ayakkabılarını giymişti. Mehmet’in okuduğu okulun yerini bilmiyordu. Adresi öğrendi. Mezuniyet töreninden birkaç saat önce evden çıktı. Okul çok uzaktı. İki otobüs değiştirerek gidiliyordu. Ankara Kızılay o gün her zamankinden daha kalabalıktı. Yine bir siyasi parti mitingi vardı. Yollar kapalıydı. Otobüsler Kızılay’a giremiyordu. Selma’nın telaştan eli ayağı birbirine dolaşmıştı. Topuklu ayakkabılarla da hızlı yürünmüyordu. Uzun bir yol yürüdükten sonra sora sora nihayet otobüs durağını buldu. Otobüse bindi. Kalbi çarpıyordu. Sürekli “ya yetişemezsem Selime bana çok kırılır mı” diye düşünüyordu. Okulun bulunduğu durakta indi. Tören başlamak üzereydi. Sadece birkaç dakika kalmıştı. Daha okulu bulacaktı, tören salonunu ve Selime’yi bulacaktı. “Ne diye şehrin göbeğinde miting yaparlar ki” diye kızıyordu içinden… Karşıdan karşıya geçecekti.

O an yaşanabilecek en acı olay gerçekleşti. Süratle yoldan geçen, akşamdan kalma sarhoş bir araba sürücüsü kırmızı ışığı bile fark etmemişti. Yoldan elinde beyaz bastonuyla yürüyen Selma’ya çarptı. Selma hızla yola savrulmuştu. Acı içindeydi. Bir an kendini toparlayıp kalkıp törene katılmak istedi ama bunun imkânsız olduğunu anladı. Ağır yaralıydı. Başı yere çarpmıştı. Etraftan görenler yardım etmek için koşuştular. Tören başlamıştı. Selime çok heyecanlıydı ve Selma’yı bekliyordu. “Selma öğretmen kesinlikle geleceğini söylemişti. Ne oldu da sözünü tutmadı” diye düşünüyordu. Şimdiye kadar çoktan gelmesi lazımdı. Yanına telaşla bir adam geldi. “Selime Aydoğan siz misiniz” diye sordu. Selime, “evet” dedi. Adam, “bende sizi arıyordum. Beni öğretmeniniz Selma Hanım gönderdi” dedi. “Bu çiçeği size vermemi istedi.” Selime çiçeğe sevinmişti ama neden Selma’nın gelmediğini merak ediyordu. “Peki, o nerede dedi? Kendisi neden gelmedi?” Adam başını öne eğdi. Bir süre sustu. Söyleyecek bir şey bulamadı. “Selma Hanım az önce okulun önünde bir kaza geçirdi. Maalesef kurtaramadık. Ölmeden önce bizden bu çiçeği size vermemizi, ayrıca sizi çok sevdiğini söylememizi istedi. Başınız sağ olsun...

***

“”BİR SES BIRAKMALIDIR İNSAN PEŞİNDE… BİR ŞARKI BIRAKMALIDIR... OLMUYORSA; BİR NAKARAT, EN AZINDAN BİR NOTA KALMALIDIR GERİYE BİR İZ OLARAK… BELKİ SONRADAN GELENLER DEVAM ETTİRİRLER BU NOTAYI, HOŞ BİR NAĞME YAPARLAR... VE INSAN, BAŞKA GÖZLERLE DE BAKMALIDIR HAYATA. BAŞKALARI İÇİN DE YAŞANMALIDIR BU HAYAT. BOŞ YERE GEÇMEMELİDİR ÖMÜR... BİR HOŞ SADA İLE VEDA EDİLMELİDİR. BÖYLE ULAŞMALIDIR MEVLA’YA…””

ERHAN KARATAŞ

Yazan Hakkında:
Erhan KARATAŞ, 1983 Ankara doğumludur. Konya Selçuk Üniversitesi İnşaat Mühendisliği mezunudur. Halen Ankara’da ikamet etmekte, T.C. Karayolları Genel Müdürlüğü’nde İnşaat Mühendisi olarak çalışmaktadır. Sosyal hayatta çok sayıda engelli tanıdığı olan, onlara hayatı kolay yaşanır bir hale getirmeye çalışan idealist biridir.
 
Tekerlekli Sandalye
Üst