Sessizliğin Rengi

Halil Yılmaz

Admin
Yönetici
Katılım
May 19, 2010
Mesajlar
14,522
Tepkime Puanı
193
Puanları
63
Yaş
50
Saat sabahın beşiydi. Bu gece üçüncü uyanışımdı. Yine Aslı ağlıyordu. Birinin sesi diğerini uyandırmasın diye hızlıca kalkıp yatmaktan tutulmuş sırtımla resmen sürünerek gitmiştim odalarına. Neyse ki bu defa Kaan uyanmadı diye sevinmiştim. Aslı'yı alıp hemen başka bir odaya gidiyordum kimse rahatsız olmasın diye. Yarım saat sürüyordu yatışması, emmesi ve yeniden uyuması. Belki diyordum yanıma alırsam uyanmaz bir daha....Usulca aramıza yatırıyordum. Yorgun bedenimse saniyeler içinde uykuya teslim oluyordu. Sadece kırk beş dakika sürüyordu bu rahatlama...Kaan için fırlıyordum bu defa yataktan ve her şey yeniden başlıyordu...

İkizlerimizin olacağını öğrendiğimizde Emre de ben de hem şaşırmış hem de sevinmiştik...Çok şanslı hissediyorduk kendimizi; çünkü biri kız diğeri erkekti ve bu her ebeveynin sahip olmak istediği bir durumdu nihayetinde. Dokuz ay boyunca heyecanla hazırlandık ve sabırsızlıkla doğumu bekledik. Öyle minik ve öyle tatlılardı ki… Yuvamız şenlenmişti sesleriyle. Gerçek bir aile olduğumuzu hissetmiştik. Dört kişilik kocaman bir aile. Fakat ne yazık ki zaman geçtikçe pembe bulutlar dağılmış ve gerçekler ortaya çıkmıştı. Neredeyse üç haftalık olmuştu çocuklar ve bu süre boyunca günde en fazla üç dört saat uyuyabiliyorduk. Biz diyorum çünkü ikisi birden ağladığında mecburen Emre de kalkıyordu. Ben gündüzleri evde idare edebiliyordum ama o, bütün gün işteydi. Giderek uyanmak, konuşmak, dışarı çıkmak gibi normal aktivitelerin hepsi bize çok zor gelmeye başlamıştı. Birbirimizin yüzüne bile bakmaz olmuştuk. Birer robota dönüşmüştük. Tam da gerçek bir aile olduğumuzu düşünürken ailemiz parçalanma noktasına gelmişti resmen. Kendimize, birbirimize ve çocuklara dayanamıyorduk. Üstelik çok basit bir şey neden olmuştu bütün bunlara, o da uykusuzluk...

Yine bir gün çok bunalmıştım. Annem gelmişti bana yardımcı olmak için. Nefes alamadığımı hissediyordum. Kendimi zor bela dışarı attım. Nereye gideceğimi düşünmeden sadece yürüdüm, yürüdüm, yürüdüm... Anneliği hayal etmekle yaşamak arasında ne kadar da büyük fark varmış diye umutsuzca düşünürken bir park gördüm ve sakinleşmek için bir banka oturdum. Kimse yoktu. Öylece gözümü taşlara dikip neredeyse yarım saat kıpırdamadan durdum. Sonra birden bir ses duydum. Birisi hem konuşuyor hem de ağlıyordu. Sessizce, içine içine ağlıyordu sanki... Biraz kulak kesilince daha net duydum sözlerini. Birisiyle konuşur gibiydi... "Canım, kuzum, güzel gözlüm... Üzülme sen sakın. Annen ve baban seni çok seviyor. Nasıl anlatayım sana? Öyle küçüksün ki..."

Merak etmeden duramadım ve hafifçe arkama döndüm. Elli beş altmış yaşlarında bir kadın, kucağında uyuyan dünya tatlısı bir bebekle konuşuyordu. Öyle yorgun ve üzgün görünüyordu ki kendi derdimi çoktan unutmuştum. Aslında çok girişken biri değildim. Hele tanımadığım insanlarla sohbet etmek gibi huylarım hiç olmamıştı. Ama o an hem kendimi unutmak hem de tanımadığım birine biraz olsun yardım edebilmek istemiştim. Yerimden kalktım ve yavaş yavaş o tarafa doğru yürüdüm. Kadın beni fark edince kısa bir duraksama anı sonrası "Gel yavrum, burada boş yer var." diyerek yanını gösterdi. Bu çok kısa cümle, içinde ne kadar çokluğu barındırıyordu, birazdan öğrenecektim.

"Merhaba" dedim. Oturdum. Göz göze geldik. Kadının yüzük parmağıma baktığını fark ettim. "Evlisin demek." dedi. "Evet." dedim. "Çocuğun var mı?" diye sordu. Neredeyse beş dakika gibi bir zamanda çocukları ve sonrasında yaşadıklarımızın kısa bir özetini anlatıverdim. Birden kendimi rahatlamış hissettim. Hatta mutlu. Garip bir duyguydu. Uzun zamandır böyle hissetmemiştim. Demek psikologa gidince insan böyle hissediyor diye düşündüm. Bu rahatlık konuşmama da yansıdı ve lafı daha fazla uzatmadım. "Biraz önce istemeden ağladığınıza şahit oldum. Yapabileceğim bir şey varsa..." dedim ve sustum. Kadın kucağındaki çocuğa baktı ve anlatmaya başladı.

Nimet Hanım elli beş yaşındaydı. Kucağındaki torunuydu. Beş aylıktı. İsmi Ahmet'ti. Kızı, yani Ahmet'in annesi sekiz yaşındayken menenjit olmuştu. Sonrasında da işitme duyusunu ve hafızasını kaybetmişti. Büyürken çok zorluk çekmiş, kendi kendine dudak okumayı öğrenmişti. On sekiz yaşındayken kendisi gibi işitme ve konuşma engelli olan eşiyle tanışmış, kısa süre içinde de evlenmişlerdi. Evlendikten sonra her çift gibi çocuk sahibi olmak istemişlerdi. Acaba o da engelli olur mu diye endişelenmelerine rağmen bu isteklerini ertelememişlerdi. İlk çocukları bir kızdı. İsmi Aylin'di. Aylin çok sağlıklıydı ve bu onları çok mutlu etmişti. Hayatları değişmişti, artık gerçek bir aile olmuşlardı. Ama ne yazık ki ortada çok büyük bir sorun vardı. Geceleri ne annesi ne de babası minik Aylin'i duymuyorlardı. Bunun için bulabildikleri tek çözüm Aylin'in her daim annesiyle uyumasıydı. Böylece hareket edince emzirme vaktinin geldiğini anlayabilecekti. Çoğu kez kızı ve damadının yanında kalıyordu Nimet Hanım. Bir keresinde Aylin gündüz saatlerinde komşuların bile duyabileceği kadar çok ağlamış. Nimet Hanım’ın kızı ise her şeyden habersiz mutfakta yemek yapıyormuş. Birden içinden bir ses duymuş ve Aylin'in odasına koşmuş. Aylin'i ağlamaktan morarmış, nefessiz kalmış bir halde bulmuş. Hemen acile götürüp muhtemel bir faciayı önlemiş.

Aylin'den altı sene sonra Ahmet dünyaya gelmiş. Ahmet de Aylin gibi sağlıklıymış şükür. Bir hafta önce Ahmet beşiğinden yüzüstü yere düşmüş ve nefessiz kalmış. Annesi maalesef fark etmemiş yine. Neyse ki ablası Aylin o sırada evdeymiş ve hemen haber vermiş. Üç gündür hastanedeymiş Ahmet. Yeni çıkmış. Nimet Hanım’ın kızı bu son hadise sonrasında çok üzülmüş. On beş dakikada bir çocuklarına bakmasına, elinden geleni yapmasına rağmen engelli olduğu için çocuklarının başına bir şey gelecek diye çok korkuyormuş. Sessiz dünyasının tek rengi çocuklarıymış çünkü...

Ahmet hastaneden çıktığı günden beri Nimet Hanım sürekli olarak kızının evinde yaşamaya başlamış. Evladının üzülmesine dayanamamış o da her anne gibi. Bugün de kızının yanında hep çok güçlü durmaya çabaladığı için torununu gezdirmek bahanesiyle çıkıp biraz rahatlamak istemiş. Ahmet'e annesiyle babasının onu ne kadar sevdiğini anlatıyormuş. Ağladığında yanına gelmemelerinin tek sebebinin onu duymamaları olduğunu söylüyormuş.

Nimet Hanım kızını ve yaşadıklarını anlatırken gözyaşlarına hakim olamamıştı. Tabi ki ben de. Ağladığım için yüzümün kızarıklığı belli olmaz diye umut etmiştim. Öyle utanıyordum ki... Nimet Hanım kendi derdini anlatmadan önce anlattıklarım aklıma geldikçe yerin dibine girip girip çıkıyordum sanki. Ne sorun ama... Uykusuzlukmuş! Hayatta hiçbir şeyin tesadüf eseri olmadığına inanıyordum. İşte bu tanışma, bu konuşma da bunun kanıtı gibiydi. Yaşam bana öylesine bir ders vermiş, öyle sert bir tokat atmıştı ki bir anda kendime gelmiştim sanki.

Nimet Hanım’la sıkıca sarıldık ayrılırken. "Teşekkür ederim kızım. Kendi derdini unutup beni dinledin. Umarım sıkılmamışsındır. Çocuklarını güle güle büyüt." demişti sarılırken. "Olur mu hiç, asıl ben teşekkür ederim. O kadar iyi geldi ki sizinle konuşmak. Siz de kızınıza selamımı iletin. Her şey güzel olacak. Lütfen üzmeyin artık kendinizi."dedim ve elini öperek ayrıldım Nimet Hanım’ın yanından. Eve dönerken neredeyse üç saattir dışarıda olduğumu fark ettim. Birden endişelendim. Çocuklardan hiç bu kadar uzun ayrı kalmamıştım.

Eve vardığımda hemen çocukların yanına koştum. İkisi de acıkmıştı. Hemen emzirdim. Kokuları mis gibiydi, elleri ne kadar küçüktü, yumuşacıktı saçları, yanakları ne tatlıydı...Ama bütün bunların ötesinde bir şey vardı. O da sesleri... Sesleri ne güzeldi, seslerini duyabilmek ne güzeldi... Ağlamaları, gülmeleri, aguları, çığlıkları... Hepsi ne kadar önemliydi. Uykusuzluk bütün bunların yanında ne kadar önemsiz kalmıştı.

Akşam Emre gelir gelmez olanları bir çırpıda anlattım. Duygularımıza hakim olamadık ve bir kez de beraber ağladık. Çocukları nasıl heyecanla beklediğimizi hatırladık. Biz onları sorun gibi görmeye başladıkça her şey nasıl değişmişti... Oysa sadece bize ihtiyaçları vardı ve tek yapmamız gereken sabretmekti. Nasıl olsa büyüyeceklerdi ve her şey yoluna girecekti. Oysa başka hayatlar vardı... Çocukları büyüse de değiştiremeyecekleri durumlara sahip olan ebeveynler vardı. Onlar için her şey gerçekten zordu. Bizim için sorun olan şey onlar için mucizeydi. Bizim yerimizde olmayı ne kadar isterlerdi kim bilir.

O gece çocuklarla birlikte uyuduk. Daha doğrusu onlar uyudu, biz sabaha kadar onları izledik. Yanımızda olduklarını hissettikleri için mi yoksa biz artık farklı insanlar olduğumuz için mi bilmem sadece bir kez uyandılar. Nimet Hanım sadece kendi kızının yuvasına değil bizim yuvamıza da sihirli bir değnekle dokunmuştu sanki. Anlattıkları öyle içime işlemişti ki kendimi bir şeyler yapmak zorunda hissetmiştim. Ertesi gün işitme engellilerin sorunları ile ilgilenen kurumlarla ilgili bir araştırma yaptım. Gönüllü olarak destek olmak için başvuruda bulundum. İşaret dilini öğrenmek için neler yapabileceğim hakkında bilgi aldım.

O günden sonra hayatımda hiçbir şey eskisi gibi olmadı. Bana fazla gelenler başkaları için eksikti, bana kolay gelenler başkaları için zordu, bana yanlış gelenler başkaları için doğruydu... Başkalarından haberdar olmadan da yaşayabilirdik. Ama haberdar olduktan sonra onları göz ardı edemezdik, etmemeliydik...

DENİZ KÖSEOĞLU

1979 Denizli doğumludur. Annesi ve babası emekli öğretmendir. İlkokul, ortaokul ve liseyi İzmir'de okumuştur. 2003 yılında Hacettepe Üniversitesi Fizik Mühendisliği bölümünden mezun olmuştur. 2005 yılında Yüksek İnşaat Mühendisi Onur Emre Köseoğlu ile evlenmiştir. Zeynep ve Ozan Emre adında, 5 yaşında ikizleri vardır. Edebiyat alanında birçok başarıya imza atmış ve kendisini her zaman destekleyen Sayın Ersin Köseoğlu ve Sayın Hüsamettin Köseoğlu’nun gelinidir. Amatör olarak şarkı sözü, şiir ve öykü denemelerinde bulunmuştur. Seyrek Anam Evi Çalışma Grubunun çalışmalarını takip etmektedir. Şu anda bir işitme teknolojisi firmasında ofis sorumlusu olarak çalışmaktadır.
 
Tekerlekli Sandalye
Üst