Sırdaş...

kartalreis

Üye
Üye
Katılım
Tem 26, 2011
Mesajlar
703
Tepkime Puanı
50
Puanları
28
Oktan Keleş ile Röportaj


2184.jpg


Oktan Keleş'in Yeni Aktüel Dergisi'nde yayınlanan röportajın tamamı. Yer sıkıntısı nedeniyle bazı bölümler yayınlanmamıştı. Şimdi TAMAMINI yayınlıyoruz.


“Hz. Hızır manevi bir istihbarat teşkilatının başıdır”



Kitaplarında metafizik alanda yaşanan mücadeleleri anlatan, kimi zaman önceden haber verdiği olaylarla adı manevi istihbaratçıya çıkan araştırmacı-yazar Oktan Keleş yakında yayınlayacağı yeni kitabında metafizik alandaki “manevi istihbarat ağı”nı ve manevi yapılanmayı ifşa edecek. Kitaplarıyla birçok olayın perde arkasını deşifre ederken, kimi kritik projelerde siyasetçi ve bürokratlara danışmanlık da yapan Oktan Keleş gördüğümüz olayların arkasında süren fizik ötesi mücadeleyi ve metafizik istihbaratı ve bu istihbaratın manevi yapılanmasını anlatıyor.


Siz kamuoyu tarafından sıra dışı ve mistik konular üzerine çalışan bir araştırmacı-yazar olarak tanınıyorsunuz ama işin ehlince etrafımızdaki gerçeklerin görünmeyen yüzüne dair bir takım sırları ifşa ettiğinize dair şeyler duyuyoruz. Gerçekte yaptığınız işin mahiyeti nedir, açıklayabilir misiniz?



Tasavvufi bir roman serisiyle başladım ki yediden yetmişe herkese hitap edebileceğim şekilde gerçek tasavvufu ve onun günümüzde yaşanan cephelerini ama bir yandan da o kategori içine giren görmediğimiz cephelerini anlatayım istedim. Dolayısıyla ben kendimi “Milenyum Dervişi” olarak niteliyorum. Çağımızda yaşıyorsak öğretileri de çağımıza uygun şekilde algılamamamız ve ya algıladığımız zamanı anlatmamız gerekiyor. Tasavvufi mistik meseleler ve biz farkında olmasak da bu çerçevede etrafımızda yaşananları 1001 Gece Masalları gibi anlatmak da mümkündü ancak bu tarz bizim çağımıza pek hitap etmiyor. Dolayısıyla ben doğrudan, yaşanan dünyada perde arkasında yaşanan metafizik gerçeklikleri roman şeklinde anlatmayı seçtim.

Bunun içinde İstanbul’u da merkez olarak alarak, İstanbul’da yaşananlar perspektifinde tasavvufun hırka, tac ve cübbeden ibaret olmadığını, işin içinde başka şeyler, mistik mücadeleler de olduğunu göstermek adına kitaplarımda bu hayatı yansıtmaya çalıştım. Tabii fıkhı ve itikadı konulara bağlı kalarak yapıyorum bunu. Okuyucuya evliyaların, Allah dostlarının, mana erlerinin, dervişlerin hâlâ aramızda bulunduğunu, bir takım işlevler gördüğünü, bazı hadiselere müdahale ettiğini göstermeye çalışıyorum bu şekilde. Bunların sadece geçmişte kalmadığını, günümüzde de aramızda bulunduklarını göstermeye çalışıyorum. Günümüzde derviş algılaması yırtık elbiseyle yaşayan, kendilerini açlığa, fakirliğe mahkûm edenler gibi algılanıyor. Onların aslında günümüzde yaşayan örneklerinin nasıl olduklarını, nelerle uğraştıklarını göstermeye çalışıyorum. Dervişlik Allah’ın yarattıklarına karşı gösterdikleri sabrın karşılığıdır. Yunus’un dediği gibi “ne varlığa sevinir, ne yokluğa üzülür”. Böyle bir sabrı gösterendir derviş.



Kitaplarınız her ne kadar roman, kurgu gibi görünse de içlerinde sadece teorik bilgiler olmadığını görüyoruz. Hatta sonradan bir kısmının gerçekleştiğini gördüğümüz ifşaatlar, olayları da haber veriyorsunuz o kurgu içinde. Hatta manevi işlerin ehilleri tarafından sizin yaptığınız işin aslında “Manevi istihbaratçılık” olduğu da söyleniyor. Nedir bu “Manevi istihbarat”.


Manevi istihbarat tasavvufun olmazsa olmazlarındandır ve çok önemlidir. İstihbarat geçmişte tekkelerde belli bir öğreti silsilesi çerçevesinde seçilmiş insanlara verilen bir ilim dalıydı. Bunun fiziki ve metafizik istihbarat gibi iki boyutu var. Biz bu öğretiyi de aldığımızdan dolayı, bu işi Türkiye’de yapmak bu fakire nasip oldu. Bu işi topluma açmak bizimle vücut buldu diyebilirim. Çünkü başka bir örneği yok. Böylelikle yazıp, çizdiklerimle, yaptığım danışmanlıklarla tasavvufun böyle farklı bir dalından da dem vurmuş oldum. Sadece kişinin kendi nefsini terbiye etmesi ve kendisini manen geliştirmesinin dışında topluma, milletine, vatanına, devletine, insanlığa olan sorumlulukları bulunduğundan dem vurdum. Hz. Muhammed (sav) ve Kuran’ın belirttiği gibi “Düşmanı takipte gevşeklik göstermeyiniz” ilkesince böyle bir uygulamanın var olduğunu göstermeye çalıştım. Peygamber Efendimiz de kendi sahabelerinden bazılarını diğer toplum ve ülkelere gönderiyor ve “Bakın bakalım, bizim hakkımızda neler düşünüyor, neler planlıyorlar, bilgi toplayın getirin” buyuruyor. Bu manada manevi istihbarat söz konusu olunca baş istihbaratçı Hz. Muhammed (sav)’dir. O’nun Allah’tan aldığı vahiy zaten doğrudan manevi istihbarattır ama sahabeleri gönderip bilgi toplatması da maddi istihbarata girer. Bu bir öğretidir, tasavvufun bir dalıdır ve Hz. Peygamber bunu bizzat uygulamıştır.

Kuran’daki Hz. Süleyman kıssalarında Hz. Süleyman’ın Hüdhüd adlı kuş olarak tanımlanan şeyi başka diyarlara gönderip, bilgi toplatması da bu manevi istihbarata girer. Dolayısıyla manevi alanlarda da istihbaratçılığın önemli bir yeri vardır. Bunlar dervişler arasında, tekkelerde uygulanmış ancak zaman içerisinde unutulmuş şeylerdir. Maddi ve manevi anlamda istihbaratçılık Adem Aleyhisselam’dan beri mevcuttur. Bunu millet olarak en fazla uygulayanlarsa Türk Milleti’dir. Örneğin Alparslan’ın istihbarat amaçlı Berid (Ulak) teşkilatı tarihi bir vakıadır. Yine benim yayınladığım bir makalede yer verdiğim Sultan Abdülhamit Han’ın bir grup istihbaratçıları da “Meczubîler”di. Fatih Sultan Mehmet’in ordusunda yine Delibozuklar diye biline teşkilatın içerisinde yine meczup istihbaratçılar bulunurdu. “Meczupların istihbaratla ne alakası var” diyeceksiniz ama bunlar derin konulardır. Bunlar eski tekkelerde tasavvuf dairesi içinde seçilmiş insanlara verilen ilimlerdi.


Yani bazı dervişler hem maddi ve hem manevi anlamda istihbarat mı yapıyorlar?


Örneğin ülkenin konumu, örfü, adeti vs. göre bunlar kahvelere, camilere, medreselere, her köşe başına dağılır, otururlar. Bunlar üzerlerindeki keşkül, teber gibi alametlerinden derviş oldukları bilinir. Dervişlik halk nazarında kutsal bir kavramdır, erenlik müessesesi içerisinde yer alır, dokunulmazlığı vardır. Halk nazarında çok derin bir bilgi olmamasına rağmen bunlara çoğun evliya gözüyle bakılır. Bunlar hakir görülse de bazı kitleler tarafından halkın geneli tarafından sorgulanmazlar. Abdülhamit Han bu yapıyı istihbari anlamda kullanmış. Bunlar toplumun çeşitli katmanlarına, şehrin çeşitli yerlerine dağılır. Bunların bir de başları vardır. Akşamüzeri bir yerde toplanır ve topladıkları istihbaratı başlarına bildirir. O başlar, gider kendi efendi hazretlerine bunları aktarır. Onlar da bunları ya doğrudan ya ulaklar vasıtasıyla bu bilgileri devlet erkânından birilerine ulaştırırlar. Bu işin maddi istihbarat yönünde; devlete, padişaha karşı kim ne düşünüyor, ne planlıyordan tutun, limanlara hangi mallar geliyor, kimler ne kaçakçılık yapıyor’a kadar pek çok bilgi ulaştırılır. Devlet erkânı bunları raporlar tasnif eder ve ona göre bir strateji planlar.

Bunun bir de manevi istihbarat yani metafizik istihbarat yönü vardır. Dünya kuruldu kurulalı hak ve batıl mücadelesi dediğimiz bir şey var. İnsan ve Şeytan “Birbirinize düşman olarak ininiz” beyanıyla cennetten kovulmuşlardır. Adem, Havva ve Şeytan bundan beri birbirine düşmandır ve bu bir ilkedir. Cennetten kovulan lanetli Şeytan boş durmayacaktır, kıyamete kadar mühlet almıştır. O günden bugüne süregelen bir hak-batıl mücadelesi söz konusudur. Bu Şeytan ve Şeytani olan cin ve insanlarla, hak erleri arasında geçen bir mücadeledir. Şeytan sihir ve büyüyü kullanan bir varlıktır. Bu konuda da oldukça mahirdir. Bunun alternatifi olan bir de manevi ilim söz konusudur. Bu öğretiler çerçevesinde metafizik istihbarata dayanarak görünen dünyanın, görülen olayların arkasında çok daha fazla şeylerin gerçekleşmekte, dönmekte olduğunu söyleyebiliriz. Bunların gerçekleştirildiği yere İslami tabirle mana ya da rüya âlemi, Melekût âlemi diyebiliriz. İnsanlar rüyalarında ekseriyetle kendileri ile ilgili sembolik şeyler görürler. Dolayısıyla birçok inançlı ya da inançsız insan bu tür bilgileri alabilmektedir. Bunda inanç ya da inançsızlık etken değildir. Melekût âleminin bölümleri vardır. Melekût âlemi de bir istihbarat kapısıdır. Rüyanın İslam’da dört şekli vardır. Bunun biri günlük hayattaki olayların bilinç ya da bilinçaltına işlemesiyle olanı, diğeri doğrudan hak olan ve olduğu gibi çıkan yoruma gerek duyulmayan rüyalardır. Bir diğeri meleklerden gelen istihbaratlar yani tarafından gösterilen, melekût âleminden gelen rüyalardır. Bunlar rüya tabircilerinin tabirine muhtaçtır. Burada sembollerle gösterilir ve bunları sadece ehli yorumlar. Bir de Şeytan’dan gelen, yanıltıcı, halüsinatif , abuk sabuk rüyalar vardır. Şeytan ve Şeytanilerin melekût âlemine girip hırsızlık yaparak aldıkları bazı bilgileri bizi yönlendirmek amacıyla sembollerle gösterdikleri, ama esasında bizi yoldan çıkarmaya yönelik rüyalardır. Bu konuda ehil olanlar bu rüyalarda görülen sembolleri seçerek istihbaratı doğrudan mana âleminde ararlar. Bu da melekûtun istihbaratıdır. Bunu sıradan insanlara bile manevi istihbaratın geldiğini göstermek için söylüyorum. Bunun yanında bir de evliyaullahın ve Allah dostlarının mana istihbaratı vardır ki bu da ayrı bir şeydir.


İyi de bu rüyaları istihbarat amacıyla nasıl kullanırlar ki?


Ben 2006 yılında bir tv programında da söyledim, bu konuyla ilgili yurt dışından da bir takım teklifler geldi ama ben itibar etmedim. Rüya istihbaratçıları ve rüya toplayıcıları vardır. Bunlar Anadolu’da köy köy kasaba kasaba dolaşır ve insanların gördükleri kayda değer rüyaları topluyorlar. Ben insanları yazılarımla uyardım. Rüyalarınızı böyle araştırmacı suretinde toplayanlara vermeyin. Zira böylelikle istihbarat topluyorlar. Eğer ben bir takım ilimlere ve sembollere vakıfsam, sizin rüyanızdan sizin karakteriniz, hayatınız hakkında istihbarat toplayabilirim. Bu konuda insanları uyardım. Nitekim bunun doğru olduğu bir süre sonra ortaya çıktı. Bir takım yabancıların grup grup dolaşıp bazen tercümanlar vasıtasıyla rüyaları derleyip topladıkları ortaya çıktı. İşte bu dediğim metafizik bölüme giren bir istihbarat. Bu rüyalardan insanların ortak ya da sıkı gördükleri sembolleri değerlendirip oranın psikolojisini çözebiliyorlar. Bu bilimsel olarak kullanılan ve gizli servislerin de yararlandığı bir metot. Bu gibi faaliyetlere karşı ciddi ülkeler karşı faaliyet ve önlemler geliştiriyorlar. Bu önlemler bazen dini öğeler içerisinde gazete, takvim gibi yerlerde topluma verilir. Bunlar vatandaşları koruma adına başvurulan manevi kalkanlardır. Ama tüm bunları kamufle etmek adına da her iki taraf da dezenformasyona başvurur. Mesela, manevi konuları suiistimal eden kimseler, sahtekârlar ön plana sıkça verilerek bu konuların gerçekliği ve ciddiyeti kamufle edilir. İşin bir boyutu da medyumluktur, sahtekârlık burada da devreye girer.

Bir de zikir hali söz konusudur. Ayetlerde mealen “Kim benim zikrimden yüz çevirirse ona arkadaş olarak bir Şeytan takarız”
buyruluyor. Yani zikrin olmamasının karşılığı Şeytandır. Zikir gibi ayinler sırasında da elde def eşliğinde yapılan bir takım hareketler sırasında vecd haline gelen dervişlerin kalbine bazı bilgiler, bazı duygular ilham olunur. Yani işin manevi istihbarat boyutu da vardır. Ama bugün avam denilen insanlar bunu bilmez ve maalesef günümüzde tekkelerde bunların öğretimi artık söz konusu değildir. Çoğunun bu meseleden haberi yoktur zaten.

Peki, bizim gördüğümüz toplumsal, siyasi pek çok olayın perde arkasında aslında Şeytani ve Rahmani güçlerin mücadelesi mi var diyorsunuz? Yani hem manevi istihbarat hem de bir savaş mı söz konusu?

İslam’da medyumluk, kâhinlik haramdır. Fakat dünyada kendilerine durugörü ya da arıgörü sahibi diyen bir takım kimseler istihbarat servisleriyle çalışmaktadır. Bunların aldığı bir takım vizyon ve ilhamlar değerlendirilir ve raporlandırılır. Mossad, CIA ya da eski KGB cinleri kullanıyor şeklinde bilgiler çalınmıştır kulağınıza. Bu işleri medyum denilen kişilerle yaparlar. Biz de bu işlerin kamuflesi cinci hoca denilen kişilerce yapılır. Bir takım kişiler medyum, cinci hoca diye medya tarafından üflenir. Bunlara sanatçısı, siyasetçisi, bürokratı, iş adamı her kesimden insanlar gelir. Annesine babasına, eşine söyleyemeyeceği sırlarını bunlara anlatır. Bu da istihbaratın ayrı bir boyutudur. O medyum ya da cinci hocadan da bu istihbaratı başka birileri alır. Bilmem anlatabiliyor muyum? Sonra bu cinci hocaların sahtekârlıkları afişe edilerek, “böyle manevi konulara aldanmayın, böyle şeyler yoktur” diye topluma telkinde bulunulur. Hakikatin üzeri böylece kamufle edilmiş olur. Bunların çoğu zaten cahil adamlardır. Kendini Mehdi ilan edenler gibileri bu gruba dahil etmiyorum. Onlar hasta insanlar kategorisinde yer alıyor.


Peki manevi istihbaratın başka yolları da var mı?


Mana istihbaratına devam edecek olursak, Hz. Süleyman ; “Belkıs’ın tahtını bana kim getirecek?” diye sorduğu zaman emrindeki cinlerden biri “Ben getirim” der ama huzurda bulunan bir başka zat onu cinlerden daha hızlı olarak göz açıp kapayana kadar getirir. Tasavvufta bu kişinin Hızır Aleyhisselam olduğu söylenir. Bir ayette o, “Allah katından güzel bir ilim verilmiş” zat olarak anılır. Kendine verilmiş “gayb ilmi”nin yanında Hz. Hızır’ın başında bulunduğu bir de manevi istihbarat teşkilatı vardır ki bu “Erenler” koludur. İşte bunlar nefislerini terbiye ve tezkiye yollarından, çeşitli eğitimlerden geçmiştir. Gerçek manevi istihbaratçılar bunlardır. Yoksa öyle sahtekâr medyum ve cinci hocalar değildir. Bu kişiler kabiliyet ve marifetleri ölçüsünde erenlerin seçtiği ve ilimlerinden verdikleri dervişleridir. Sanat ve ilimlerden tutun, entelektüel çevrelerde bile olmayan pek çok marifet bu şahıslara kazandırılır.

Bu manevi istihbarat sanatında yararlanılan araçlar arasında ebced ve cifiri de sayabiliriz. Bu ilimler sadece harf ve matematiksel ibarelere başvurur gibi görülseler de daha deruni halleri vardır. Var olan ama aşikâr olmayan bir hadiseyi Allah’ın izniyle bu ilimlere dayanarak keşfetmeye yarayan birer istihbarat sanatı araçlarıdır bunlar. Biz bunların hemen hemen hepsini kullandığımızdan dolayı takdir edersiniz ki çok şeyi Allah’ın yardımıyla önceden haber verdiğimiz oluyor. Hatta benim kitaplarımda bildirdiğim kimi şeyler gibi çok şey birebir zuhur ediyor. Dolayısıyla manevi istihbaratçılık Allah’ın var ettiği ve ehline bildirdiği bir ilim dalıdır.



Şeytanileri anladık diyelim ama bu olayların perde arkasında olumlu ya da rahmani manada kimler istihbari görev yapıyor ve mücadele ediyor?


Allah dostlarının en başta bulunduğu, Hazret-i Hızır’ın başkomutanlığını yaptığı, Pirler, Üçler, Yediler, Kırklar denilen Allah erlerinin sürdürdüğü bir mücadeledir bu. Eski mehter marşlarımızda “Yardımcıdır bize Kırklar, Yediler” denildiği gibi Kırklar Meclisi denilen Gayb Erenleri yeryüzündeki birçok olayın perde arkasında istihbaratını yapar ve savaşını verirler. Kuran-ı Kerim’de bir çok ayetler vardır ki görmediğimiz bir âlemde verilen nice savaşlara işaret eder. Manevi istihbaratçılar içinde Veliyullah yani evliyalar dediğimiz insanlar da bulunur. Hak evliyaları Allah’tan doğrudan ve yoruma muhtaç olunmadan melekut âleminden, levh-i mahfuz’dan bilgiler alır. İlke şudur: “Gayb-ı Allah’tan başka kimse bilmez, onun bildirdikleri müstesna…”. Onlar Allah’tan aldıkları bu safi ilhamlarla gayb yani bize bilinmeyen görünmeyen şeyleri bilirler. Bize gayb olan onlara değildir. Bu manada biz onlara Dabbe’t-ül Arş diyoruz. Dabbe’t-ül Arz bilinir de Dabbe’t-ül Arş yani gökte sürünenler yani gezinenler pek bilinmez. Fakat, her Allah Dostu mana istihbaratçısı değildir. Bireylere, gruplara, cemaatlere, ümmete istihbarat verenleri vardır. Mana istihbaratında vazife gören Allah velileri Hz. Hızır’ın komutanlığında, aralarında hiyerarşik bir yapıyla çalışırlar. Bunlar bazen bizim oturduğumuz şu kahve köşesine gelir ve öyle bir şey söyleyip gider ki kimi zaman o söylediği bütün dünyadaki istihbarat örgütlerinin peşinde olduğu bir bilgi olabilir. Onun bunu söylemesinin anlamı vardır: o da söylenen kişinin ehil olması anlamına gelir. Bazen bunu tüm kamuoyuna ulaşması sağlanacak şekilde ulaştırabilecek birilerine söylerler.


O zaman kitap ve makalelerinizde bildirdiklerinize bakılırsa size manevi istihbaratçı diyenler haklı çıkıyor sanırım?


Estağfurullah. Bunlar başkalarının yakıştırmaları. Ben böyle büyük laflardan kendimi beri görmek durumundayım. Ancak 2006’da yazdığımız kitabımızda bugün Suriye’de olanları yazdığımız gibi bir çok yazımızda böyle haberler verdik. Bizim kitaplarımızda haber verdiğimiz ve sonradan çıkan kimi bilgilere istinaden hakkımızda “Kâhin mi, yazar mı” gibi yazılar yazıldığı oldu. Bunlar kâhinlik falan değildir. Muhafazakâr kesimin yanı sıra, entelektüel ve laik çevrelerde bunlar üzerine bu işlere bir hayli ilgi duydular. Bu sebeple mana istihbaratçılığından bahsetmek biraz farz oldu.


Teşbihte hata olmaz derler; anlattıklarınıza dayanarak fiziki derin devletin yanı sıra bir de manevi derin devlet yapılanmasından söz edebilir miyiz?


Kesinlikle var. Yakında çıkacak olan beşinci kitabımda bunu olduğu gibi deşifre edeceğim. Tabii ifşa edebileceğim kadarını… Başıma bir hal gelmezse, bu manevi yapılanmayla ilgili hiç bilinmeyen bilgiler vereceğim kitabımda.


Peki, bu manevi istihbarat ve savaş alanında ne gibi mücadeleler yaşanıyor?

Rivayet odur ki, Kırklar denilen gayb erenlerinin yaptıkları hizmetlere talip olan ve bu uğurda dua eden bir adam varmış, onunda Kırklardan biri vefat etmiş ve onu onun yerine Kırklar meclisine almışlar ve görevlendirmişler. Sonra onu çağırıp neler yaptığı konusunda rapor istemişler. O da “Şu kimselerle savaştım, şu komploları engelledim, şeytanilerden şu kimseleri bertaraf ettim” diye raporunu vermiş. Kırklar cevap olarak ona şöyle demiş: “eyvah sen ne yaptın. Bu işleri engellemekle şu kadar kişinin gaziliğini, şehitliğini engellemiş oldun”. Bilmem bu menkıbeyle izah edebildim mi durumu. Bunun gibi etrafımızda dönen olayların perde arkasında böyle birçok hadiseler, yaşanan olaylar var. Bugün de bunlar hala oluyor. Kitabımda bunların bazılarını açıklıyorum zaten. Ama geçmişten, Osmanlı’dan bir örnek vereyim. Rus elçisi gelir ve yapacağı bir açıklamayla savaşı başlatacaktır. Ancak erenlerden biri onun yakınına gelir ve onu merdivenden iter. Bu kaza ile elçi ölür ve bu kadarcık müdahaleyle çıkacak olan bir savaş önlenmiş olur. Tıpkı “bir nal bir at kurtarır, bir at bir kumandan kurtarır, bir kumandan ordu, bir ordu devleti kurtarır” misali küçük görünen müdahalelerle bazı şeyler yönlendirilir. Bu manevi istihbarat savaşının etkinliğini anlatabilmek için sanırım bu örnek yeterli olur.


Peki ülkemizle ilgili olaylara bakarsak, ülkemizde yaşanan kimi olaylarda da perde arkasında şeytani ve rahmani güçlerin istibarat mücadelesi var mı? Ne gibi şeyler oluyor bu alanda?


Zahiri alanda olduğu gibi Bâtıni yani manevi alanda da birçok hadiseler söz konusu oluyor. Örneğin düşman saldırdığı zaman sizin bu öğretilerinizin beynine yani inancınıza saldıracaktır. Fakat bunları sizden birileri vasıtasıyla yapar. İşte bu bile büyük savaşın aslında manevi bir parçasıdır. Bu Batıni mücadele zahire döküldüğü zaman ayrı bir şeymiş, büyük bir oyun gibi eğil, günlük olaylardan biri gibi görünür. Oysa ileride etkilerine baktığınız zaman inancından, manevi ve milli değerlerinden uzaklaşmış, örfi kaygılarından uzaklaşmış bir topluma yol açabilir. Burada global anlamdaki demokratikleşmeden bahsetmiyorum, yanlış anlaşılmasın. Bunun için de Allah-u Teala şöyle bir ayet indirmiş: “Sizin için neyin hayır, neyin şer olduğunu bilemezsiniz”. Ülkemizde de bugün İstanbul’u merkez alacak olursak, bu manevi savaş olabildiğince hızla sürmektedir. Doruğa çıkmaktadır. Görüyorsunuz etrafımızda yalancı Arap baharları, bir cenahın İran ve Suriye’ye karşı mücadelesine Türkiye’yi dahil etme çabaları söz konusudur. Mesela, televizyonlarımızda birileri sürekli olarak Suriye ve İran’ı kötüleyip duruyorlar. İşte bunlar hep bu perde arkasındaki manevi mücadelenin zahire dökülmüş yansımalarıdır. Birilerini sürekli kötüleyip, insanların insani ve dini duygularına da hitap ederek şeytanilerin planlarını uygulatmaya çalışıldığını görüyoruz. Bu konuda yazıp konuşanların temiz olmadığını söylemiyorum ama bunlar üzerinden şeytanilerin ve birilerinin planlarını Türkiye’ye uygulatmak için ciddi bir çaba sarf ediliyor. Bu alanlarda manevi bir savaş halen sürdürülüyor. Ancak şunu söyleyebilirim, birilerinin umduğu gibi Türkiye Suriye’ye müdahale etmeyecektir.


İstanbul’un bu manevi istihbarat savaşlarında özel bir konumu mu var?


İstanbul Mekke’nin kalkanıydı. İslam dünyası ve hatta dünyanın merkeziydi. Bu mahiyetiyle İstanbul bütün dünyanın rahmani merkeziydi. Eskiden İstanbul’un tarihini 2500 yıl öncesine götürürlerdi. Biz bunun 20 bin yıllık geçmişi olduğunu söylüyorduk. Marmaray kazılarında çıkan eserlerle, lahitlerle bu tarihin en az 10-15 bin yıl öncesine kadar uzandığı görüldü. Burası 10 bin sene öncesinde Rahmani ve Şeytani güçlerin savaşlarının sürdüğü bir merkezdi. Örneğin burası Kuran’daki “İki denizin birleştiği” yer ifadesine şaşılacak şekilde denk düşer. Ben Marmaray tünelinin geçtiği yolun adının “Hüdai Yolu” olmasını öneriyorum çünkü bu tünel tam da Aziz Mahmut Hüdai’nin fırtınalı bir günde keramet göstererek karşıya kazasız belasız geçtiği ve ondan sonra denizcilerin karşıya geçmek için asırlarca kullandığı yola denk düşmektedir. Marmaray projesi tam da bu güzergâha denk düşmektedir. Bu bile asırlar öncesinden bildirilmiş bir istihbarattır.

Bazen bu gibi istihbaratı kabir taşlarından, evliyaların bazı sözlerinden okursunuz. Yüzlerce sene sonra çıkacak hadiseleri bazen kabir taşlarındaki bir sembolden okuyabilirsiniz. Bunlar gelişigüzel söylenmiş sözler değildir. Dolayısıyla bunlar da bazen manevi istihbarat alma şekilleridir. Hüdai Yolu İstanbul için çok büyük bir manevi istihbarat projesidir. Bunun karşısında bulunan şeytani bir proje olarak nitelendirilecek şeyse Kanal İstanbul projesidir. Yanlış anlaşılmasın bunları yapan insanları itham etmiyorum. Anlatmak istediğim projenin getirecekleri. İstanbul’u pasta şeklinde bölmek, zaten doğal bir boğaz varken mantıksız bir şekilde Süveyş kanalı gibi suni bir ikincisini yapmak. Aslında kerametiyle Aziz Mahmut Hüdai manevi istihbaratı vermiş ve burada Hüdai Yolu denilen yerden bir su yolunun geçeceğini çok önceden işaret etmiş. Bu tünelde en korkulan şey yangın ve suda boğulma tehlikesi. Hüdai Hazretleri’nin “Kabrimize gelip bize dua edenlerin ölümü suda boğulmaktan ve ateşte yanmaktan olmasın” duası bile buna işaret ediyor.


Gerçi sizi tanıyanlar, sizin kitaplarınızda yer verdiğiniz olayların ve onların kahramanlarının kurgudan ibaret olmadığını, günümüzdeki gerçek perde arkası olaylarını ve yaşayan gerçek mana erlerini kahramanlar olarak yansıttığınızı söylüyorlar.


Allah’ın ayeti var: “Başıboş bırakılacağınızı mı zannetiniz?” diye. Allah dostları, veliler bizi başıboş bırakmıyor ve hissettirmeden etrafımızda olup bitenler üzerinde tasarrufta bulunmaya devam ediyorlar.


Yani bunlardan etrafımızda fark etmesek de birçoğu var mı diyorsunuz?


Bakmak var görmek var. Ama bizim kafamızda bir hak ereni, evliya şablonu var. Bu kalıpları kırarsak onlara ulaşabiliriz. Biz insanları kılığına kıyafetine, sakalına cübbesine sarığına göre değerlendirip kafamızda evliyalar üzerine oturtulmuş kalıplara göre değerlendiriyor ve “Bu evliyadır, bu değildir” diye kafamıza göre değerlendiriyoruz. Son model bir Land Rover jeep’e binen kimse neden evliya olamasın ki. Allah dostu olmanın ölçüsü kılık kıyafet, makam mevki, tekke şeyhlik değil yani. Biz kafamıza yerleştirilmiş kalıplarla imajlarla değerlendirirsek daha çok “Bu evliyalar, hak erenleri, dervişler nerede?” diye sorar dururuz.


Romanlarınıza dönecek olursak kahramanlarınızdan biri kayıkla denize açılarak bir Balıkçı Baba’dan düzenli manevi istihbarat alıyor. Bu Balıkçı Baba kimi zaman yakın tarihte gerçekleşecek olaylardan bahsediyor. Bunun Hz. Hızır olduğu söyleniyor kimilerince.


Doğrudur. Hızır, İlyas deniz ve karaların pirleridir, istihbarat sağlayanlarıdır derler. Ama Hızır Makamı denilen bir makam da vardır. Bazen Hızır makamına gelmiş evliyalar vardır. Onun makamında kalem müdürü gibi onun mührü ve yetkisiyle hareket etmeye salahiyetli kimselerdir bunlar. Hz. Hızır da bazen Balıkçı baba, bazen de Kaşıkçı baba kılığında, herhangi bir kılıkta görünür ve insanlara yardımcı olur. Bilmem anlatabiliyor muyum?


Resimler için: Oktan Keleş ile Röportaj / ON ALTI YILDIZ
 

kartalreis

Üye
Üye
Katılım
Tem 26, 2011
Mesajlar
703
Tepkime Puanı
50
Puanları
28
Peki, hadiselerin perde arkası derken yakın zamanlarda anlam vermekte güçlük çektiğimiz bir takım esrarlı olaylar oldu. Örneğin “Erke Dönergeci” denilen ve sınırsız bir enerji kaynağıyla çalıştığı iddiasıyla ortaya atılan ama acı şekilde alay konusu olan bir hadise vardı. Bunun aslını esasını bir türlü öğrenemedik, öylece kaldı. Örneğin bununla ilgili sizin bir manevi istihbaratınız var mı?


Bu konu dezenformasyona uğramıştır. Nuh Peygamber’in tufan hadisesi vardır. Nuh’un gemisinin Ağrı ya da Cudi Dağı’na konduğuyla ilgili çok şey duymuşuzdur. Hatta bölgeye zamanında gelen bir astronot gibi pek çok araştırmacı gelmiş ve bazı parçalar kaçırdıkları şeklinde spekülasyonlar eşliğinde haber olmuşlardır. Cudi yüksek tepe, yüksek yer anlamına gelir. Ama aslında oldukça geniş bir bölgenin adıdır. Bu bölgede büyük bir enerji kaynağı maddeden söz edilir. Ben bu konuyu daha önce de yazdım. Burasıyla özellikle İsrail çok ilgileniyor. Bu bölge hakkında aldığımız manevi istihbarata göre burada çok büyük bir enerji olduğundan ve geleceğin enerjisi olarak tabir edilecek bu enerjinin petrolü ve bütün enerjileri sıfıra indirip insanlığın hayrına sunulacağından bahsediliyor. Eski metinlerden de buna dair işaretler çıkıyor. Orası şu anda yasak bir bölge… Araştırmacılar oralara gidebilmek için çeşitli kılıflarla bu yasağı delmeye çalışıyorlar. Dağda yolunu kaybedenler gibi çeşitli hikâyelere rastlıyoruz. Bugünkü terör olaylarına baktığımızda büyük ölçüde o bölgenin enerji potansiyeliyle alakalı olduğunu görüyorum. Neden İsrailliler vaat edilmiş toprakları istiyorlar. PKK vs. hep zurnanın son deliği… Bütün bu hadiseler geleceğin enerjisinin bizim topraklarımızda yatmasından kaynaklanıyor. Buradaki enerjiyle ilgili olarak ben devletimizin Erenler kolu vasıtasıyla bu projeyi koruma altına aldığını biliyorum. Bahsettiğimiz Erke Projesi sulandırıldı ama bu proje bundan daha da yüksek bir proje. Bu kendi kendine enerji üreten ve enerjisi bitmeyen bir maddeyle alakalı.



Bu nasıl bir enerji? Erke Dönergeci dediğimiz şey bir uydurma değildi o zaman. Bu bahsettiğimiz enerjiyle mi çalışıyordu?


Ben bu enerjiye Q enerjisi diyorum. Maksat isim vermemek. Ben zamanında volkanlar patlayacak, dünyada birçok yerde hayat olumsuz etkilenecek dediğimde bana gülmüşlerdi. Ama nitekim volkanlar patladı, bulutlar aylarca Avrupa’nın üzerinde dolaştı, uçaklar bir süre kalkamadı biliyorsunuz. O zaman “Bu maddi istihbarat olamaz, ancak manevi istihbaratla olabilir” dediler. Tıpkı bilim adamlarının “demir dünya elementlerinden değil, uzaydan geldi” demeleri gibi burada Allah’ın indirdiği bir madde ve enerji var bizim topraklarımızda. Erke Dönergeci ise kesinlikle palavra değildi. Kısmen bu enerjiye dayanıyordu. Ama çok fazla açılmaması gerekiyordu. Devletimiz onu kontrol altına aldı ve bu proje şimdilik uyutuldu. Şöyle düşünelim; sizin bir hazineniz var ama onu koruyacak gücünüz yok. Ne yaparsınız? Onu saklarsınız. Bunun için çok güçlü bir devlete ve orduya ihtiyaç var.


Böyle başka manevi istihbarat savaşlarının yaşandığı başka örnekler var mı?


Gemilerin batma hadisesinden tutun, volkan patlamalarına bazı konuları sitemiz onaltıyıldız.com’da gündeme getirdik. Örneğin iki ülkenin savaşın eşiğine geleceğini söylemiştik bir tv programında ve o televizyon hemen hacklenmişti . Böyle pek çok mesele var. Örneğin bugün Beşar Esad’ın yaptıklarını 2006 yılında “Bir Meczubun Rüyası” adlı kitapta aynen yazdım. O zaman “Ne alakası var” demişlerdi. Takip edenler biliyor. Son dönemlerde Esad’a suikast yapılabilir ve Türkiye’nin üzerine atılabilir diye yazdım, dikkat edilmesi için.


Yine İstanbul’a dönersek, siz yapılan gökdelenlerle İstanbul’un siluetinin değiştirilmesini de benzer şekilde manevi bazı savaşlara bağlıyorsunuz bildiğim kadarıyla. Bunu nasıl açıklıyorsunuz?


2006 yılında İstanbul’un siluetinin değiştirilmesi çalışmalarının başladığını yazdım. Camilerin kaybedilip, yerine gökdelenlerin yükseleceğini söyledim. O zaman da çok tepki aldım. Ama 6 yıl sonra benim o zaman çizdiğim resme uygun olarak aynı yerde iki bina şimdiden yükseltildi. Amaç İstanbul’un ruhunu yok etmek.
Bundan kasıt mimarisiyle İstanbul İstanbul’dur. Osmanlı ve Bizans’tan kalan yapılarını kaybettiğiniz zaman İstanbul’un bir New York’tan farkı kalmaz. Bu İstanbul’u sıradanlaştırmaya, ardından da çeşitli şekillerde kültür işgaline yol açar. Yerli kültürden bahsetmiyorum. Kimisi Ekümeniklik iddiasını, kimisi başka argümanları kullanan dış güçlerin işgaline. Tarihi yarımadanın korunması ve Galataport projelerini de yabana atmamak lazım. Bunlar şeytaniler dediğim güçlerin yaptığı global planlarla bağlantılı.


Siz aynı bağlamda Ayasofya ile de ilgili benzer projelerden bahsediyordunuz.


Ayasofya ile ilgili çok dezenformasyon yapıldı. Mesela hiç tadilat yapılmadığı söylendi durdu. Oysa Abdülmecid zamanında Fossati diye bir mimar geliyor ve burada bazı melek figürlerini sıvayla kapatıyor. Biz dedik ki “Zamanı gelince bu melek figürleri açılacak”. Geçen sene açıldı ve ortaya çıkarıldı bunlar. Bunların hepsi semboller savaşının bir parçası. Anlamı şu: “Ayasofya bizimdir, dolayısıyla İstanbul bizimdir” diyorlar. Bu “Bizans işgal olsa da iki melek gelecek ve işgal edenleri helak edecek. Bizans tekrar bizim olacak” inancına dayanıyor. Bu Hıristiyan teologlar açısından bir semboldür. Ayasofya fethin bir sembolüdür ve camiye dönüştürülmüştür. Eğer Ayasofya elimizden çıkarsa fethin bir anlamı kalmayacaktır. Ben Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın burayla ilgili olarak çok büyük bir hayır yapmış ve müzeye çevirerek güçlenene kadar buranın üstünü örtmüştür. Madem yeri geldi bunun da istihbaratını vereyim bari. Bunu temenni olarak değil bilerek söylüyorum: Ayasofya zamanı gelince tekrar cami olarak açılacaktır.


Siz kitap ve yazılarınızda Mekke üzerine oynana oyunlardan da bahsediyorsunuz? Açar mısınız?


Bakın, Mekke Emiri peygamberin torunu falan değildir, Yahudi asıllı biridir. Mekke yapılan oteller, yapılar, saat kuleleriyle adeta Las Vegas’a çevrilmiştir. Yapılan saat kulesi Babil Kulesi’ni andırmaktadır. Üzerindeki hilal çok büyüktür ve Allah yazısının üzerine yerleştirilmiştir. Oraya yerleştirilen güneş, yıldız ve hilal sembolleri Lat, Uzza ve Menat denilen batıl tanrıların simgesi gibidir ve bunlar eski tabletlerde de aynen yer almaktadır. Bunlar Kâbe’den bile görünmekte ve Kâbe’yi küçücük ve gölgede bırakmaktadır. Kabe’yi dev binalar ve iş makineleri kuşatmıştır. Eski Sin tapınağı böylece sembolik olarak Kâbe’ye sokulmuştur. Kâbe’ye açıkça bir hürmetsizlik vardır. O bölgeye maymunlar bile kralın dedesi tarafından getirilip üretilmiştir. Amaç Kâbe’yi yok etmektir. Ama Allah’ın da bir planı vardır. Çok büyük helakler olacaktır, Suudi hanedanlığı da zamanı gelince yok olacaktır. Bunu da tarihe not düşelim. Kesin ve net olarak söylüyorum.


Başka böyle planlar var mı?


Yakında çıkacak olan kitabımda bunlardan bazılarını ifşa edeceğim. Şunu söyleyeyim Da Vinci Şifresi şimdi İstanbul üzerine oynanmaktadır. Da Vinci’nin büyük bir sırrını nasip olursa belgeleriyle açıklayacağım. Şu kadarını söyleyeyim, Da Vinci’nin sırrı Halfeti ‘de yatmaktadır. İlluminati gibi örgütler zurnanın son deliğidir. En tepede Şeytan ve şeytaniler bulunmaktadır. Bunlar dünyayı yönettiği ileri sürülen örgütlerin de üzerinde bir yapılanmadır. Diğer örgütler, bu en üsttekilerin potansiyelini diri tutmak amaçlı olarak dünyaya serpiştirilmiş örgütlerdir.


Önümüzdeki günlerde dikkat edilmesi gerektiğini düşündüğünüz gelişmeler var mı?


Özellikle Suriye ve İran konusuna Türkiye’nin bulaşmaması gerekiyor. Çünkü Türkiye bir savaşa çekilmek isteniyor. Yine İran’da çok büyük bir deprem bekliyorum. Bunların da normal şekilde oluşturulduğuna inanmıyorum. Bir başka konu; örneğin yeni bir uzay dini çıkarılmaya çalışılacak. Üç dinin birleştirilmesi safsatasıyla; tanrılar ve tanrısızlar savaşı kapıda. Böyle tanrılılar ve tanrısızlar kutuplaştırması yaratılmaya çalışılacak. Bunun merkezi Amerika ama İsrail ve Vatikan’da bu işin içinde, kutsal bir ittifak oluşturmaya çalışıyorlar. Bir sonraki hamlede “Bu dinlerden bize hayır gelmedi, yeni ve global bir din oluşturalım” demeye getirecekler. Ufolarla ilgili yeni haberler ortaya çıkarılacak. Ben kısaca bunlara Hilaliler ve Melamiler savaşı diyorum.


BİROL BİÇER / birol.bicer@aktuel.com.tr

Fotoğraflar: GÜVEN POLAT

Oktan Keleş'in Aktüel Dergisi'ndeki Röportajı / ON ALTI YILDIZ


Resimler için: Oktan Keleş ile Röportaj / ON ALTI YILDIZ
 

kartalreis

Üye
Üye
Katılım
Tem 26, 2011
Mesajlar
703
Tepkime Puanı
50
Puanları
28
Gargat Projesi: Görünmezlik DNA'sı

Kulbak Bilge yeni sırlarla büyük projeyi deşifre ediyor...


4899.jpg


Oktan Keleş'in hazırlamış olduğu Kulbak Bilge çizgi romanında tarihi sırlar deşifre edilmeye devam ediliyor. 6. Bölümde Gargat Projesi, Yahudlilerin görünmezlik DNA'sı deşifre ediliyor...

Gazete büyüleri ve daha bilinmeyen pek çok konu...

Kulbak Bilge-6 / ON ALTI YILDIZ
 

kartalreis

Üye
Üye
Katılım
Tem 26, 2011
Mesajlar
703
Tepkime Puanı
50
Puanları
28
Oktan Keleş Karadeniz Tv'de


4901.jpg


Oktan Keleş, 8 Şubat Cumartesi günü saat 21.00'de Karadeniz Tv'de Gönül Mimarları Programında...

Ahmet Yesevi Sırlarına devam...


Not: Programı kaydedecek arkadaşlar linki bize gönderirlerse sitemizde de hemen yayınlama imkanı buluruz.


Oktan Keleş Karadeniz Tv'de / ON ALTI YILDIZ
 

kartalreis

Üye
Üye
Katılım
Tem 26, 2011
Mesajlar
703
Tepkime Puanı
50
Puanları
28
Abdülhamid Han

10 Şubat (dün) ABDÜLHAMİD HAN'IN 96. vefat yıldönümü idi...

4911.jpg



ABDÜLHAMİD HAN -1-


Bu yazı herkes için yazmakla beraber, özellikle genç kardeşlerimizin dikkatini çekmek için kaleme alındı. Çünkü bizim ne kadar güzel bir tarihimiz olduğunu ve ne büyük şahsiyetler yetiştirdiğimizi anlayacaklar ve bir kez daha atalarını rahmetle anacaklar. Belki bilenler öyle yapıyordur, ama biz bilmeyenlerin de olduğu varsayarak konumuza girelim.

II.Abdülhamid Han hakkında; ne kadar yazsak-çizsek yine de onu hakkıyla anlatamayız. N.Fazıl'ın "Ulu Hakan 2.Abdülhamid Han" isimli eserinde bir cümle şöyledir: "Abdülhamid'i anlamak, her şeyi anlamak olacaktır." Bu cümle aslında O'nun ve yaptıklarının özeti gibi. Geriye dönüp bakanlar şimdi O'nun yaptıkları önünde bir kez daha saygıyla eğiliyorlar.

O'nun bakış açısı bize bugün bile yol gösteriyor. Çünkü O, maddi bir dünyanın imkanları ile her alanda işler yaparken manevi alemin büyükleri ile de hasbıhal ediyordu…

Padişahım, seni bilenler derler ki; "abdestsiz yere ayak basmaz, hatta yatağının başucunda Kerbela toprağından imal edilmiş bir tuğla bulundur ve sabah kalkar kalkmaz, yere abdestsiz basmamak için, bu tuğla ile teyemmüm eder ve sonra abdest alırdı."

Seni bize hep vehimli olarak tanıtırlar Padişahım.Ama onlar, senin bugün dahi kulaklarımızda yankılanan şu seslenişini duymamışlar: "Beni evhamlı sanıyorlardı. Hayır! Ben, sadece gafil değilim, o kadar!"

Sen ki, 33 yıl başında bekleyen aç kurtları, yeri geldiği zaman tek başına defettin. O aç kurtların salyaları senden sonra vatanın her tarafına bulaştı. Senden sonra bir tespih tanesi gibi dağıldı koca Osmanlı İmparatorluğu Padişahım…. ( Ama çok şükür imamemiz elimizde kaldı…)

Padişahım, seni 24 Nisan 1909'da 31 Mart denilen düzmece bir olayı bahane ederek tahttan indirenler, aslında bu yüce milleti tarih sahnesinden silmeyi amaçlıyorlardı.

Padişahım; o dönemde sana yasakçı diyenler ne şartlar altında görev yaptığını bilmiyorlar mıydı? Aç kurtlar koca Osmanlı'yı bölmek için fırsatlar kollarlarken, seni nasıl yasakçı ilan ederler? Sana yasakçı diyenlere; Bir Osmanlı Gazetesi olan Gayret'i İngiltere tarafından dağıtımının neden yasaklandığını sorsan elbette bilemeyebilirler…

Seni en iyi anlayanlar, neden "İngiltere'yi baş düşman" ilan ettiğini artık gayet iyi biliyorlar…

Dünyanın her yerindeki mazlum milletlerin yardımına koştuğunu bilmiyorlar mı? Doğu Türkistan'a gönderdiğin ay-yıldızlı bayrağın, Kaşgar semalarından seni bugün bile selamlıyor Padişahım…

Pekin Hamidiye Üniversitesi'nden kaçımızın haberi var?

Şerif Hüseyin "ahh ben ne yaptım, ben ne yaptım…" diye dövünüyor mudur hala Padişahım…

Osmanlı Devleti'nin içinde bulunduğu ekonomik bunalımdan faydalanarak Filistin'i satın almaya çalışan Yahudi Herzl'e verdiğin cevap bütün idarecilerin cebinde bir muska gibi taşıması gereken bir cevap: "Ben bir karış dahi olsa toprak satmam. Zira bu vatan bana değil milletime emanettir. Milletim bu vatanı kanlarıyla mahsuldar kılmışlardır. O, bizden ayrılıp uzaklaşmadan tekrar kanlarımızla örteriz."

Parayla toprak satın alma girişimleri, SENİN kararlı tutumunla sonuçsuz kalınca, "Siyonizmin amaçlarına ulaşabilmesi için Osmanlı'nın dağılmasını beklemeliyiz." "Bir tek plan aklıma geliyor. Sultan'a karşı bir kampanya açmalı, bu iş için de sürgün edilmiş prensler ve Jön Türklerle temas kurmalı." diyen Yahudiler bugün de yanı başımızdalar padişahım. Gözleri yine bizim topraklarımızda…

Japonya'ya gönderdiğin Ertuğrul Gemi'si ; Japonlarla bizim aramızda kurulan bir köprü oldu. 581 Şehidimize bizle beraber Japonlarda bugün hala ağlıyor Padişahım…

Yaptırdığın binlerce camii yanında, Santa Maria, San Gioacchino in Prati kiliseleri ve daha bir çoklarında hala senin adın yad edilir Padişahım…

Peygamber Efendimiz (S.A.V) aleyhine Avrupa'da oynanacak tiyatro oyunlarını Yıldız'dan, bütün büyük devletleri karşına alma pahasına nasıl engellediğinizi belki bugün pek çokları bilemez, sizin Resul'e olan sevginizi bizler gayet iyi biliyoruz ve bir kez daha seni rahmetle ve Fatihalarla anıyoruz…

Seninle o günlerde görüşen yabancı devlet adamı (Bagnam paşa) şöyle diyordu. "Bilmece gibi bir adam. Hem de çözülmesi çok çok çok zor olan bilmece." Bugün dahi senin sırlarının peşindeler Padişahım….

Seni nasıl gösterirseler göstersinler Padişahım; bu millet, senin yaralı askerine ellerinle baston yapıp, bizzat verdiğini, Harem'indeki kadınlarının cephedeki askerler için dikiş diktiklerini, unutmadı ki…

"Ha kendi evlatlarım, ha millet. Farkı yoktur." Sözünüz bile bize, sizin devlet anlayışınızın, millete olan sevginizin özeti gibi…

1919 yılındaki bir gazete şöyle yazıyordu senin ardından: "Sen sukût ettin, sukût etti siper!"

Padişahım, ülkemizin kalkınması ve gelişmesi yönünde yaptıklarını başkaları hayal bile edemezler.Ve gerçek reformcunun kim olduğunu bugün ilgili kişi ve kurumların hepsi gayet iyi biliyorlar…

Yıldız Arşivi gibi muhteşem bir koleksiyonu yağmalayanlar, biliyorlardı ki, arşivdeki belgeler onların maskelerini düşürecekti…Sanıyorlar ki maskeleri düşmeyecek!

Sen üzülme Padişahım, arşivlerin bir kısmını her ne kadar çalmışsalar da, biz onların maskelerini senin hatırın için düşüreceğiz. Bizim arşivimiz gönülden gönüle, gözden göze naklediliyor, onlar bunu bilmezler, anlamazlar, varsın inanmasınlar ama gerçekler ortaya çıkınca bir kez daha senin önünde saygıyla eğileceklerdir yüce Hakan'ım.

Karlı bir Şubat günü, seni ebedi aleme uğurlamıştık Padişahım… Bir Şubat günü senin sırlarını paylaşmak çok şükür bize nasip oldu….Mekanın Cennet olsun BÜYÜK DİRENİŞÇi...



Abdülhamid’i Anlayabilmek-2-


– Karlı bir Şubat günü Hakk’a yürüyen cihan Sultanı Abdülhamid Han’ı vefatının yıl dönümünde bir kez daha rahmetle anıyoruz…Bu yazıyı okuyan dostlarımızdan O’nun ruhuna Fatih’a okumalarını rica ediyoruz-



İç çeken bu coğrafyanın en masum katilleri kim? Bundan sonra alevden kelimelerle kimlerin yüreğinde yer bulacağız? Nedendir kanımızda gezinenlerin fazlalığı, nedendir dünyanın dengesini kaybetmesi ve bizim mütemadiyen huzuru arayışımız?

‘Kanımı helâl kılıyorum eğer alnına vurulacaksa’ kimlere diyeceğiz bundan sonra? Nefes nefeseyken bütün lobiler, dernekler, kuruluşlar, ülkeler….Biz nasıl direneceğiz, nasıl kendimizi bulacağız, nasılı titreyip kendimize geleceğiz?

Tarihimiz tetikte beklerken, biz nasıl hissetmeyiz ‘büyüklerimizin’ gözlerini sırtlarımızda? Biz dünyanın dengesiyiz, bundandır yükümüzün ağır oluşu, öyle mi? Ya ‘nişan-ı zişan’ göğsümüzden indirildi mi?

Dünyanın dört bir yanından gelen insanlar, Saray’a uzaylılar gibi bakıyorlar ve akıllarında binlerce sorularla ayrılıyorlar. ‘Nasıl olur, nasıl olur…’ Anlasaydılar ‘o büyük müjdeyi’, bilseydiler o sözün anlamını sorar mıydılar o kadar soruları? Yaşamın başka bir gayesi vardı, hayatın başka bir anlamı…

Padişahım yüreğini boğaza koyup, beş kıtayı besleyendi. Şimdi biz boğazın iki yakasını bir araya getirmeye uğraşıyoruz. Yetmiş iki milleti bir arada, tek vücut tutan sen değil miydin padişahım? Her biri vücudumuzdan bir parça gibi kopan bu milletlerin, şimdi hangi birinde huzur var? Hangi başbakan, kral, diktatör ülkesindeki kanamayı durdurabiliyor? Neden şimdi bu ülkelerdeki bu yoksulluk, bu ateş, bu kan…

Hangisi ülkelerinin geleceğini bir rüyada yaşayabiliyor? Şimdi neden o güzelim rüyalar uykularımızın arasından sıyrılıp kaçtı? Görülen kâbus yaşamın ta kendisi değil mi şimdi? Bir gün bitecek mi bütün bunlar? Gözlerimizi yerden kaldırıp; HAYDİN SEFERE! Diyecek miyiz yeniden? Yeniden bütün Türk Dünyası’nın başına geçip, İslam'ın SANCAKTARI olacak mıyız? ( İ n ş a a l l a h….)

Padişahım, bize ‘büyüklerimizin’ ellerini öpüyoruz, tarihe yüz sürüyoruz diye kızanlar; Rahibe Terasa’nın ayaklarını öpenleri soylu bir davranış gibi gösteriyorlar. İsveç Kraliçe’si bize ödül verirken, biz bu durumu ona çok yakıştırıyorduk. İspanya Kralı’nın futbol maçını izlemeye gelmesi bizi nasıl da gururlandırıyordu… Oysa onlar, Portsmouth Spor’un senin altınlarınla kurulduğunu bilmiyorlar herhalde.Ay-Yıldız’ı görmediler mi hala? Japon’ya, senin gönderdiğin robot ‘ALAMET’i hala sır gibi saklıyor. Hazırlattığın ‘petrol haritasını’ görenler, petrolün olduğu ülkeleri de, bin bir oyunla bizden çalmadılar mı….?

Hem hangi birine üzüleceksin padişahım; ceylanlar çoktan terk etti bizi, birbirimizin kapısını açmaz olduk, dünyaların kapısın açarken… Şimdi yüreğimizde korkular birikti, ölümler soylu bir ayrılışın çok ötesinde artık. Her yenilgide yeni hırızmalar takıyorlar bizlere. Biz dünyayı dolaştığımızı zannediyoruz, vücudumuzda dolaşanları bilmeden. Çağdaş ökselere yakalanıyoruz, yıllarca oralarda kaldığımızın farkına dahi varmıyoruz. Kendimizi unuttuk, nereden geldiğimizi, nereye gittiğimizi unuttuk…Ama bir gün, BİR GÜN uyanacağız inşallah…

Damarlarımdaki kan titriyor, düşüyor göz kapaklarım, cepheye çıkmadan yenildiğim ilân ediliyor canlı yayınlarda. ‘Ustam’, bu kargaşada ‘emin’leri nasıl bulacağım, kalbimi nasıl doğrultacağım? Ustam ölmüş… Ben bundan sonra çırak olarak mı yaşayacağım diyorum; hayır hayır diyor şair, ‘fıtrat değişir sanma, bu kan yine o kandır.’

Biliyorum Padişahım biliyorum… Gazi Paşa demişti: Muhtaç Olduğum Kudret Damarlarımdaki Asil Kanda Mevcuttur…

Haydin Sefere…Haydin 2023′e…



Erol Elmas

buulkem@gmail.com

Abdülhamid Han / ON ALTI YILDIZ
 

kartalreis

Üye
Üye
Katılım
Tem 26, 2011
Mesajlar
703
Tepkime Puanı
50
Puanları
28
SEÇİMLER

“Aldatan bizden değildir.”


İnsanlar mutluluğu nerede arayacaklarını da, neyin mutluluk olduğunu da bu ilizyonlarla bilmiyorlardı:

* Televizyonlardaki adı pembe, hakikati kara olan sanal karakterleri gerçek hayata uyarlamaya kalkıyorlardı. Onların mesajlarını, hallerini, tavırlarını gerçek hayatta sergilemeye çalışıyorlardı.

* Dolayısıyla o sahteliği hayatlarında yaşatıyorlar; hayatı da sihirbazların istediği gibi sahteleştiriyorlardı.

* Medyanın sembolize ettiği diva diye -haşa- ilahileştirdiği zavallıların sözlerini hayat felsefesi yapıyorlar; esprilerini moda hâline getiriyorlardı: Light erkek, maço, taş fırın vs... vs...

İlizyondan çıkmak şarttı.

* Uluslararası sihirbazlar, tüm dünyada elemanları vasıtasıyla ülkelerin siyasetine de el atmışlardır.

* İlizyon tekniklerini sembollerle, bir aldatmaca sergileyerek insanların zihinlerine istediklerini sokarak planlarını uygularlar.

* Birçok ülkede imajcılar, politik slogan kampanyaları yürüten, bu işleri büyük paralarla yapan birimler vardır.

Örneğin:

* Hangi seçimlerde hangi müziğin kullanılacağından tutun hangi sloganın hangi renklerle, hangi vaadlerle süslenerek insan zihnine x partisinin liderini sokmasından;

* Onu iyi göstermeye, duygusal insan hislerine yapılan ilizyonlarla insanı aldatmaya;

* Rakip partinin liderini, sembollerini insanların zihnine bir canavar gibi göstermeye kadar büyü yapan merkezler vardır.

Bunlar Şeytan’ın aldatmacalarını insan üzerine kullanırlar. Bir düşün dünyadaki seçim kampanyalarını...

Ne kadar ahlakîdir? Yani ne kadar Rahmanîdir, ne kadar şeytanîdir? Küçük birkaç örnek verelim:

1- Seçim kampanyalarında birbirlerine hakaretler, entrikalar, iftiralar havalarda uçuşur.

Bu kimdendir? Şeytan’dan.

2- Milyonlarca dolar israf vardır. Bayraklar, dev afişler, balonlar insanların seçim kampanyalarında caddelerde ayaklarına dolaşır. Diğer israfları saymıyorum. Sen düşün:

Bu ahlak kimindir? Şeytan’ın.

Yüce Kur’an buyurur:

“İSRAF YAPANLAR ŞEYTANLARDIR, KARDEŞLERİDİR.”
diye.

3- Vaadlerle insanları aldatmak, ümitlendirmek...

Kimin ahlakıdır? Şeytan’ın.

Yüce Kur’an bizi buna da birçok ayetinde uyarıyor:

“O ŞEYTAN ONLARA VAAD EDER. OLMADIK KURUNTULARA SEVKEDER. FAKAT ŞEYTAN ONLARA KURU BİR ALDATMACADAN BAŞKA NE VAAD EDER Kİ?” Nisa / 120

Ya onların taktiğini uygulayan insanlar?.. Bunlar güzel sözlerle insanların zihinlerine girerler. Bakın hiçbir politikacı insanlara seçim kampanyalarında kötü söz söyler mi? Buna da bir ayetten örnek verelim:

“İNSANLAR İÇİNDE ÖYLELERİ VARDIR Kİ DÜNYA HAYATI İLE İLGİLİ SÖZLERİ SENİ İMRENDİRİR. BİR DE KALBİNDEKİNE ALLAH’I ŞAHİT TUTAR. HALBUKİ O İSLAM’A DÜŞMAN OLANIN EN YAMANIDIR.” Bakara / 204


Enam 112’de insan ve cin şeytanlarının aldatmak için birbirlerine sözün yaldızlılarını telkin ettiklerini ve Peygamberlere karşı da kullandıklarını açık açık yazar. Örnekler o kadar çoktur ki sen anla!

Bir anda düşündüm seçim zamanlarını: Sembollerle siyasetleri, vaadleri, iki anahtar verenleri, sloganları, televizyon programlarındaki tartışmaları… Haşa; bunlar Rahmanî olamazdı.

Yapılan her şey -istisnaî filler dışında- insan zihnine bir aldatmaca, vaad, ötekini düşman gösterme, israf üzerineydi ve bunlar Kur’an’da sayılan Şeytan’ın fiilleriydi. Veysel Dede Kur’an-ı Kerim’den bir ayet okudu ve arkasından hayli düşündürücü şu yorumu yaptı:

“HEM ONLARDAN GÜCÜN YETTİĞİNİ SESİNLE OYNAT. ATLILARINI, SÜVARİLERİNİ, PİYADELERİNİ ÜZERLERİNE YÜRÜMEN İÇİN KULLAN. MALLARINA, EVLATLARINA ORTAK OL VE ONLARA VAADLERDE BULUN. FAKAT ŞEYTAN ONLARA BİR ALDANIŞTAN BAŞKA NE VAAD EDEBİLİR Kİ?..” İsra / 64

Kur’an’da İblis’e

sesinle = seçim kampanyalarındaki dev hoparlörlerden,

atlılarınla = otobüslerinden,

piyadelerinle = konvoylarınla, taraftarlarınla vaad et. Bol bol aldat. Vaadlerde bulun. Böylelikle mallara, ihalelere, onların evlatlarına, nesillerine, istikballerine ortak olursun…

Şimdi bir de bu misali şöyle düşün: Dünyaya da bir seçim için geliyoruz. Oyumuzu Rahman’a mı, Şeytan’a mı vereceğiz? Aman ha… kampanyalara dikkat dedi ve şu Hadisi-i şerifi okudu:

“Aldatan bizden değildir.”

Çok düşündürücüydü. Yüce seçim asıl önemli olanıydı.
Aklıma şu ayet geldi:

“EY İMAN EDENLER! ŞEYTAN’IN İZİNDEN GİTMEYİN. HER KİM ŞEYTAN’IN ARDINDAN GİDERSE ŞÜPHE YOK Kİ O ŞEYTAN ÇİRKİN VE KÖTÜ ŞEYLER EMREDER...” Nur / 21

Asa Kitabı (sayfa 305-311)

Oktan KELEŞ

Seçimler / ON ALTI YILDIZ
 

kartalreis

Üye
Üye
Katılım
Tem 26, 2011
Mesajlar
703
Tepkime Puanı
50
Puanları
28
Kulbak Bilge Sırları Açıyor

4937.jpg


Kulbak Bilge yeni çağın sırlarını açmaya devam ediyor:

-Neden evlerin kapılarına koç boynuzu asılır?

-Zaman atlatıcılarının hedefi ne, neden takvimlerle oynuyorlar?

-Midas'ın sırrı ne?

-Neden Hristiyan keşişleri kafalarının (tepe kısmını) traş ediyorlar?

-Zamanın sahipleri nasıl Şeytan ile mücadele ediyor?

-Şeytan neden elektrik sisteminin tümünü ele geçirmeye uğraşıyor?



Kulbak Bilge 7. bölümü ile yine yüzyılların sırlarını açmaya devam ediyor...

Kulbak Bilge-7 / ON ALTI YILDIZ
 

kartalreis

Üye
Üye
Katılım
Tem 26, 2011
Mesajlar
703
Tepkime Puanı
50
Puanları
28
Kulbak Bilge TMT'ni Açıklıyor

Kulbak Bilge Türk Metafizik Timi'nin görevini açıklıyor...



4988.jpg



Kulbak Bilge, 8. Bölümde yine ilk defa açıklanan bilgilerle okuyucuları sarsmaya devam ediyor.

-Gölgesizler (Hortlak) Sırrı...

-Gözüm seçmedi, yüzünü karartı olarak gördüm vs. Kimi Gördün?

- Ayetlerle konunun izahı...

-Zaman Tüneli, Ashab-ı Kefh...

-Türk Metafizik Tim'inin görevi nedir? TMT'nin flaması nasıl, üzerindeki sembollerin anlamı?

-Kozmik Takvim sırrı...

-ABD'nin sahte Mehdi projesi çöktü. Sıra İsrail'in sahte Mehdi projesinde...

-Uzay'a Kur'an-ı Kerim'i ilk götüren Türkler oldu.

-TEBLİĞCİ ile Turksat 4A uydusundan nasıl Uzay'a özel Kur'an sinyalleri yayılıyor...

Kulbak Bilge yeni çağın sırlarını açıklıyor...



8. Bölüm: Kulbak Bilge-8 / ON ALTI YILDIZ
 

kartalreis

Üye
Üye
Katılım
Tem 26, 2011
Mesajlar
703
Tepkime Puanı
50
Puanları
28
Münir Derman'ın Son Yazısı

Dr.Münir Derman'ın Hakk'a yürümeden evvel yazdığı son yazı...


m.jpg


ANA-ANNE

Cennet anaların ayağı altındadır. Ne demektir?


l -(Anaların) çoğul olarak (Ayağı) çoğul değil. Hangi ayak, sağ veya sol...

2-Meleklere, Adem'e secde edin emrolundu. Havva'ya secde yok...

3-Adem topraktan halkedildi. Havva (Nefsi vahide'den). Toprak yok...

4-Anaya babaya hürmet et. İlk defa ana söyleniyor. Niçin?

5-Gizli bir hazine idim. Bilinmeyi istedim. (Hadisi Kutsi)...

(idim), (istedim) kelimeleri fiilleri, geçmiş zamanı bildiriyor. Kime karşı bilinecek...Kâinatı halkettim. Maksadı ilâhiyesini bildiriyor. Melâikelere hitaben: Arzda bir halife kılacağım... Demek ilk defa melâikeler halkedilmiştir.(Bir halife kılacağım) benim yerime... İnsanın kadrini bildirmek için de (Ene alleme mâla ta'lemun) Sizin bilmediğinizi bilirim, buyurması da insanın farz üzerindeki makam ve şerefini ifade ediyor.

Ona bir emanet vereceğim. Emanet kelimesi muvakkat bir zaman için manasını ifade eder. Bu emanet sırrı esrarı vahdaniyet'dir. İnsana yüklettiği bu emanet eşrefi mahlûk olduğunu açıklar. İnsanın hâmil olduğu Sırrıl esrarıl vahdaniyet'den dolayı kerameti insaniye, hafıza idrak vasıtası ile her şeyi tasarruf etmesi gayrı kabili inkârdır. Mucizeler ve kerametler bu tasarrufun görünen neticeleridir, eserleridir.

m1.jpg

Âli İmran sûresinde 4 yerde peygamberin ismi (M) geçiyor. Niçin? Sebep ne? Bunlar ilmi ilâhinin sır perdesidir. İnsan mantığının hududunu aşan mantıksız bîr mantık ile anlaşılan perde arkası... Kimya kanunları gibi değişmez kanunları vardır bu perde arkasının. Bura ile temas edeni (tasarrufa) muvakkat kılar.

Maddeye insanlar tapmaya başladığı devirden itibaren Allah'a sıfat aramaya başlamışlardır. Bu suretle aklın peşine takılarak şuursuz bir tempo ile gidiyorlar. Bu yazı çok düşünerek, tetkik edilerek anlaşılabilir, izahı çok uzundur. İnsan ve mahlûklar için (arz) da buyruluyor. Kâinat da veya yıldızlarda buyrulmuyor.(Halagassemavatı vel ard)... İlk defa semavat, sonra arz yaratıldığı ifade buyruluyor.

Yıldızların mevkileri.

Bir belde.

Atom çekirdeği ve elektronların sağdan sola dönmeleri. Soldan sağa dönerken akıp gitmeleri.

Kıyamet günü

Nefsi kötülemek

Seher vakti

Bir yıldız.

Âllah'canın Resul'de Arap diline çevrilmiş şekli (Allah'ın kelâmında) yukarıda bildirdiklerimize Allah yemin ediyor ve onları şahit tutuyor. Kullara ispat için mi? Hâşâ. Sümme hâşâ. Kullara inandırmak için mi? Hâşâ. Sümme hâşâ. O halde niçin bu yemin ve şahit tutma... Kendi şanını tenzih ediyor. Ve insanı şerefli bir mahkûk olarak yarattığını anlatıyor... Paşam, ağam kıymetini bil. Kendini temiz tut. Temiz yaratıldın.Tekrar dönüşte alnın açık, ruhun temiz, vücudun şaibesiz olsun. Şimdi bazı sualler söyleyeceğiz: Bunları halletmeye bak. Kime sorarsan sor, öğren. Alacağın hakiki cevaplar seni bir hükme götürecek...

Hava:

Hidrojen. Oksijen. Azot. Argon gazlarından teşekkül etmiştir.

Hava nedir o halde?..

Hidrojen H2 – O oksijen. Bu sudur. H2O

Şimdi sualimiz şudur:

Su kaynadığı zaman buhar oluyor.

Buhar - H2 midir, oksijen midir?

Bulut -H2 midir, oksijen midir.

Sis H2 midir, oksijen midir.

Yağmur -Su

Dolu-Su

Kar - Hidrojen midir, oksijen midir?

Buz - Hidrojen midir, oksijen midir?

Bir kimya hatırlatması, hidrojen dışında çekirdeksiz proton ve nötron yoktur.

Güneş yuvarlanıp devrildiği

Yıldızlar döküldüğü

Dağlar yerinden oynayıp yürüdüğü

Gök yüzünün perdesi kalktığı

Gökyarıldığı

Yıldızlar dağıldığı

Deryalar kaynayıp aktığı,

Bu ayetler İnfitar. Tevkir sûrelerinin ilk ayetleridir.

Kâinatda ilk defa semavat halkedildi, sonra arz. Yukardaki ayetlerde (Yuvarlanmak. Devrilmek. Dökülmek. Yerinden oynayıp yürümek. Göğün yarılması. Yıldızların dağılması. Deryaların kaynayıp akması. Bunların hepsi gök yüzünün perdesi kalktığı zaman ile başlayacağı ifade edilmektedir)...

Gök yüzünün perdesi nedir: Ne dersen de, ne mana verirsen ver. insanın aklına sokulması için perde buyrulmuştur...

4991.jpg

Vecealna minel mai külle şey'in hay. Canlılık. Hayat. (Hay)'yın sudan geçmesiyle başladı. Allah'a her şey kolaydır demek bile doğru değildir. (Ve) suyu da halkeden O'dur. Minel mai külle şey'in hay. Biz her şeyi sudan halk (ettik). Ana madde su değil, dikkat. (Hay). Hayyın görünmesi su ile olmuştur. Su, ruhun geldiği geçtiği bir vasatdır. (Su neden halkedildi) bilinmiyor. Suda ifade edilemeyen bir ahenk var. İfadeye kalkarsanız, bu ahengi bozarsınız, izah edilebilen (ahenk) değildir. Bir testinin kullanmaya yarayan kısmı onun içinin boşluğudur. Her şeyi halketmek için suyu katalizör aracı yaptık... Hay sudan geçtikten sonra tahammül hududuna iniyor. Her şeyi ölçülü. Hacimli. Sikletli bir plân dahilinde (yarattık).

Bu sırrı suda gizledik...İnsan vücudunda, her şeyde bir damla bile olsa su vardır.Vücut bir mabetdir. İnsan bir mekândır. Dünya mekânındadır. Aslı la mekândadır. Alllah, insan gönlünde insan sözü şeklinde (Allah'ça kelâmı) ile tecelli ettik. Biz semadan (mübarek) su indirdik. Mübarek kelimesi başka dilde yoktur. Tercüme edilemez. Gönülleri coşkun, alnında görünmeyen secde izi (Min eseris sücud) olanlara, kalbinde Allah lâfzını sezenlere ve islâm olanlara söylüyoruz.

İnanmayana, kendi kendini unutan insanlık kıymetini kaybedip, ben bilirim, ben mürşidim diye gaflet ve delâlet içinde olanlara sözümüz yok...

Zaten onlar bu kitabi ellerine alamazlar. Alsalar bile anlayamazlar. Anlasalar bile okuyamazlar. Bu da bu kitabın sırrı.

26.5.1989 Cuma

Dr. Münir Derman

Allah Dostu Derki Yazılanların Sonu Yazılmayanların İlki 3

Münir Derman'ın Son Yazısı / ON ALTI YILDIZ
 

kartalreis

Üye
Üye
Katılım
Tem 26, 2011
Mesajlar
703
Tepkime Puanı
50
Puanları
28
Oktan Keleş Karadeniz Tv'de


5018.jpg



Oktan Keleş, 01 Mart Cumartesi günü saat 21.00'de Karadeniz Tv'de Gönül Mimarları Programında...

Not: Programı kaydedecek arkadaşlar linki bize gönderirlerse sitemizde de hemen yayınlama imkanı buluruz.

Oktan Keleş Karadeniz Tv'de / ON ALTI YILDIZ
 

kartalreis

Üye
Üye
Katılım
Tem 26, 2011
Mesajlar
703
Tepkime Puanı
50
Puanları
28
Tanrı Ceketli Adam

5037.jpg

Tanrı Ceketli Adam

“Tarihe bak. Akıl almaz ibretler vardır tarihte. Efsaneler boşuna değil Âdem Bey. Truva atı ile kazanılan savaşı bilirsin. Truvalılar kalelerinin dışına bırakılan bu tahta atı, içeri alırlar. Gece olunca, Truvalılar, atın içine saklanmış olan askerlere gafil avlanırlar. İçimizdeki Truva atlarına dikkat etmeliyiz. Âdem Bey, Azteklerin tarihini iyi oku. Gelecek nesillere çok iyi bir örnektir Aztek tarihi. İspanyollar, Aztekleri nasıl yok ettiler, biliyor musun? İspanyol komutan Hernan Cortes, Şeytanî bir organizasyonla, onlardan aldığı telkin ve akılla şöyle plan yapmıştı:

Aztek efsanelerini satır satır incelediler. Aztek eski metinlerinde öyle bir şeye rastladılar ki, işte aranılan kan bulunmuştu. Tanrı Ceketli adam. Metin şöyledir: Aztek inancında Tanrı elbisesi giymiş adamın kendilerini kurtaracaklarına dair bir efsane vardı. Hatta elbisenin şekli dahi çizilmişti. Bekledikleri bir adam çıkagelecek ve komutan olacak, Aztekler’i tüm dünyaya hâkim kılacaktı. Cortes, Aztetekler’in bu efsanesini onlara karşı kullandı. Aztek metinlerindeki bu ceketin aynısını yaptı ve emrindeki askerlere de değişik kıyafetler giydirerek, daha önce kuşattıkları ama alamadıkları yerlere elini kolunu sallayarak girdi. Aztek imparatoru Montezuma ve Aztek bilginleri Tanrı Elbiseli adamı karşılarında görünce şaşırdılar ve tüm halka bu haberi duyurdular. Nihayet bekledikleri Tanrı Elbiseli Adam’ın geldiğini duyurdular. Aztekler dünyaya sahip olmayı düşünürlerken yeryüzünden silindiler. Cortes’in foyası ortaya çıkmış ve öldürülmüştü ama iş işten geçmişti.” dedi.

Ben bu bilgiyi hafızama, Türk tarihinde, ‘kuzu postu giymiş kurt’ olarak kazıdım. Turan Bey’den şunu da öğrenmiştim: Düşman, bir millete saldıracağı zaman, o kavmin her şeyini kullanıyor ve sömürüyordu. Dinini, tarihini, ideallerini, beklentilerini vs. Hele bu millet; fetihçi bir milletse, imparatorluk geleneği varsa ve tarihin bir cilvesi gücü elinden gitmişse… Bu milletin eski gücüne dönme ideali varsa, o millet sömürülmeye çok müsaitti. Çünkü eski zirve günlerine dönmeyi herkes isterdi.

Cortes’in giydiği bu Tanrı Ceketi, büyük bir ibretti. Elini kolunu sallayarak bugünde bu ceketleri giyenler elbette olacaktır. Dünya genelinde büyük bir organizasyon için büyük senaryolar gerekiyordu. İnsanlığın zihnine Tanrı Ceketi giydirmeleri gerekiyordu. Bunun için önce üç büyük dinin birleştirilmesi, daha sonrada bu dinlerin sözde lağvedilmesi, daha sonra UFO dini, yani gökten gelen bir din olması adına uyarlamalar vs.

Hiç şüphesiz hak din İslam’dır. Ondan gayri dinler, İslam geldikten sonra artık hak değildirler. Kâbe’ye modern Ebrehe’nin, modern filleri de girmişti. “Yeni Mekke Projesi” adı altında. Bütün plan tıkır tıkır işliyordu. Vatikan, Siyonistler ve Şeytanîlerin planlarını tıkır tıkır ittifakla uyguluyorlardı. Onların da kendi oyunları vardı. Vatikan dünyaya Hıristiyanlığı yayacak, Müslümanlar ise İslâm’ı yayacak. Yahudilerin ise öyle bir derdi yoktur. Yahudi olmayanlar zaten insan bile değildi. Şeytanîler Herkül projesini çok iyi tasarlamışlardı. Türklük sırrında dünyayı korumak vardı. Dünyayı koruyacak unsur da Türk milleti ve onun ordusu idi. Asker millet kavramını Türk milletinden silme projeleri başlamıştı. Türk milletinin tüm değerlerine saldırılıyordu. İslâm inançları bile sorgulatılıyordu. İslâm itikadı da sorgulatılıyor, yeni neslin zihninde yeni algılatmalar yaptırılıyordu.

(Deruni Devlet- Kutsal Halı Kitabı sh 375-376 )

Oktan Keleş


Tanrı Ceketli Adam / ON ALTI YILDIZ
 

kartalreis

Üye
Üye
Katılım
Tem 26, 2011
Mesajlar
703
Tepkime Puanı
50
Puanları
28
Kulbak Bilge Sırları Açıyor


5049.jpg


Yaşayan roman Kulbak Bilge yeni sırları açıklamaya devam ediyor...



-1. Dünya Savaşı tekerrür mü edecekti? İkinci Yavuz ve Midilli vakası...

- Hadiseler ve eşyalar kişilerin kaderine mi bağlı?

- Dövme modası nasıl başladı? Dövme İslam'da niçin yasaklandı? Dövme ve tılsımlar insanın vücudunda nasıl kapılar açıyor? O kapılardan kimler giriyor?

-Sözde adalet Tanrıçalarını(!) niçin adliye binalarının önüne dikiyorlar?

-Lüks otellere neden heykeller dikiliyor?

-Şeytanın büyük tuzağı, sahabe isimleri nasıl lüks otellere alet ediliyor?

-Erotik görüntüler nasıl İslam ile bir araya getirilip, İslam'a darbe vurmaya çalışıyorlar? Bu Şeytani projeye kimler alet oluyor?

-Adem(as) ve eşi yeryüzüne inerken hangi gezegen ve yıldızlarda mola verdiler. Bizler o izleri görecek miyiz?

-Bütün gezegenlerde Adem (as)'ın mührü (DNA) var mı?

-Gezegenlerin sırrı...

Hepsi Kulbak Bilge'de:

Kulbak Bilge-9 / ON ALTI YILDIZ
 

kartalreis

Üye
Üye
Katılım
Tem 26, 2011
Mesajlar
703
Tepkime Puanı
50
Puanları
28
Türk Bayrağı'nın Doğuşu ve İstiklal Marşı

İstiklal Marşı'nın kabulünün 93. yılı...


5063.jpg


Evet, dünya tarihi var olduğundan beri, Turk gibi lider vasfındakiler, kimi zaman peygamberler, kimi zaman Allah dostları, yıldızlar gibi bir doğup bir kaybolmuşlardır. Yıldız bu insanların makamının temsilidir. Bu bilgilere, Turk ve ahalisi de, dede peygamberleri Âdem (as)’den beri vakıftı.

İleride Ay-Yıldız, yeryüzünde Allah adına kurulan ve Allah adına, Allah yolunda savaşan ilk ordunun yani Türk ordusunun bayrağı olacaktır. Turk ve ‘On Altılar’, başka bir deyişle Aksakallılar Meclisi saatlerdir tartışmalarına rağmen bir çözüm bulamamışlardı.O esnada beklenmedik bir şey oldu: Gökyüzünde Ay ve Yıldız, tıpkı Aksakallılar Meclisi’nin dizilişi gibi bir araya geldi. Hilâl ve Yıldız buluştu…

Yeryüzünde, kardeşi tarafından Allah yolunda öldürülen Âdem (as)’ın oğlu Âlim’in kanlı elbisesi, emanet olarak Turk ahalisinde muhafaza ediliyordu. Bu emanet, mabedin bir köşesinde şeffaf cam şeklinde kristal bir fanusta korunuyordu. İşte gökteki Ay- Yıldız, bu fanusun üzerine yansıdı. Bilgeler, bunu bir işaret olarak anladı.Haklıydılar da. İşte Türk bayrağının oluşumunun gerçek kökeni bu şekildedir:

Kanlı elbiseye vuran Ay-Yıldız…


(“Korkma sönmez bu şafaklarda yüzen Al Sancak” sırrı.)

İlhami Abi ile bir gün bu konuyu konuşurken şunları söylemişti: “Tıpkı Âdem (as)’ın şehit oğlunun bulunduğu fanusa yansıyan Ay-Yıldız gibi, ahir zamanda, uzaydan çekilecek resimlerde de aynısı gökte görülecek. Samanyolu’nun içinde Hilâl ve Yıldız net olarak, bir alâmet olarak görülecek.” demişti.

*
Turan Bey bana İstiklal Marşı’nın sırrından da söz etti: Tüm bu yaşadıklarımızın ve yaşanacakların İstiklal Marşı’nın 10 kıtasında saklı olduğunu söylemiş ve tamamını bana açıklamıştı. Ben sadece birkaç örnek vermek istiyorum:

Meselâ Korkma: Türk Milletine “korkma” diye başlıyor İstiklal Marşımız. “Sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak” derken ahir zamanda olacak bir olaydan söz ediyor. Bir ocak kalana kadar yeryüzünde Türk öğretisinin kalacağını açıkça vurguluyor. Bu öğretinin, “benim milletimindir ancak” diyerek Türk milletinde olduğunu ifade ediyor.

“Nazlı hilâlden” bahsediyor, zaman zaman kaosa sürüklenen milletin sembolünden ve onun uğruna dökülen kanlardan. “Kahraman ırkımızdan” bahsediyor. “Hakk’ın devamlı yanındadır” diyor, milletimiz. “Hangi çılgın bana zincir vuracakmış, şaşarım?” derken, esaretten bahsederken esaretin her türlüsünü söylüyor: Bu çağa uyarlaması; çip takmadan tutun da, illüzyonist bilinç kıyametine kadardır.

“Yırtarım dağları” derken Ergenekon’dan bahsediyor, ergen; sarp yokuş demek. Her türlüsünü aşıp, Ergenekon’dan çıkarım diyor. “Garbın afakını sarmışsa çelik zırhlı duvar.” Batının yarattığı tek dişi kalmış canavar sistemlerin bizi korkutamayacaklarını, çelik duvar ise Zülkarneyn’in set yaptığı duvarı anlatıyor.

İmanlı oldu mu o seddi kimse aşamaz. “Yurduna alçak zihniyetlileri sokma.” Zihnine de bu zihniyetleri sokma. “Hakk’ın sana vaat ettiklerini hatırlatır.” Yecüc de Deccal de çıkacaktır, sen akıllı ol demektedir. “Toprağın altında binlerce şehit var.” Allah yolunda ilk şehit olan Âdem (as)’ın oğlusun, ifadesini kullanmıştır.

“Kim bu cennet vatan uğruna olmaz ki feda.” Bu cennet tabiri ile cennet ile vatan birbirine bağlıdır. Bu cennet uğruna feda olmayanlar bugün bunu sesli dile getirmektedirler. Cennet için feda olmayanlar bellidir, düşmanını bil demektir. “Taşım” derken Turk’un sırrından bahsetmekte. “Arşa başım değecek” derken, “Allah Arşa istiva eder” ayetine atıfta bulunarak Allah’a ulaşma gayretini anlatmaktadır.

Bayrak; Türk için tüm öğretilerin, tüm kutsal değerlerin sembolü. Türk’ün, onu dalgalandırmak için yapamayacağı şey yoktur. “Ezanlar ki dinin temeli” dediğimiz anda Fatih Camii’nde ezan-ı Muhammedi okunmaya başlamıştı: Allahuekber, Allahuekber…

İstiklal Marşı’nın sırrı o kadar uzun ki, kitap konusu, ama şimdilik ipuçlarını verdiğimi zannediyorum.

Herkül meselesini Turan Bey’e sordum:

Turan Bey şöyle dedi: “Herkül projesi bir sistem. Şeytanilerin uyarladığı bir sistem. Şeytan ve Şeytaniler boş durmayacak; işin sonu belli. Herkül projesi çökecek. Onunla işbirliği yapan herkes ehlince deşifre oldu.”


Oktan Keleş

(Deruni Devlet-Kutsal-Halı Kitabından. 2012 )

Türk Bayrağı'nın Doğuşu ve İstiklal Marşı / ON ALTI YILDIZ
 

kartalreis

Üye
Üye
Katılım
Tem 26, 2011
Mesajlar
703
Tepkime Puanı
50
Puanları
28
30 Aralık 2010 09:38
EMİR YILDIZ'DAN 4. Bölüm: SU PERİLERİ (2. ŞİFRE)

25 Ekim 2010 10:32
İnsan Olma Uğraşı-2

5 Ekim 2010 10:51
Sırdaş 15. Bölüm: Uzakdoğu Sporları ve Abdülhamid Han

28 Eylül 2010 11:20
EMİR YILDIZ'DAN 3. Bölüm: Konstantin'in Mezarı

8 Eylül 2010 09:49
EMİR YILDIZ'DAN 2. Bölüm: Vergad Projesi

24 Ağustos 2010 19:33
Sırdaş 14. Bölüm: Atatürk'ün ANKA Projesi

8 Ağustos 2010 14:39
Sırdaş 13. Bölüm: Şehzâde Karnesi

5 Ağustos 2010 14:35
Sırdaş 12. Bölüm: Belgelerle Medusa ve Şahmeran

19 Temmuz 2010 12:50
Sırdaş 11. Bölüm: Hasat Makinesi

19 Haziran 2010 10:58
EMİR YILDIZ'DAN : Davud Boynuzunun Sırrı

16 Haziran 2010 20:20
İNSAN OLMA UĞRAŞI - 1

24 Mayıs 2010 21:33
Sırdaş 10. Bölüm: Robot Alamet ve Ertuğrul Fırkateyni

22 Mart 2010 21:30
Sırdaş 9. Bölüm :Abdülhamid Han'ın Büyük Sırrı

9 Kasım 2009 21:27
Sırdaş 8. bölüm: Tarım'da Oynanan Oyunlar

25 Ekim 2009 22:27
Sırdaş 7. Bölüm: Abdülhamid Han'a Suikast Dosyası

18 Ağustos 2009 21:16
Sırdaş 6. Bölüm: Japonya İslamın Eşiğinden Döndü!

4 Haziran 2009 20:59
Sırdaş 5. Bölüm: Abdülhamid Han Ve Robot Teknolojisi

23 Mayıs 2009 20:35
Sırdaş 4. Bölüm:II. Abdülhamid'in Bilinmeyen İstihbaratçıları

17 Nisan 2009 20:22
Sırdaş 3. Bölüm:Abdülhamid Han Hareme Sızma Çabalarını Nasıl Engelledi?

24 Mart 2009 22:43
Sırdaş 2. Bölüm:Osmanlı Devlet Arması’nın Sırrı

24 Şubat 2009 22:31
Sırdaş 1. Bölüm: Portsmouth Futbol Kulubünü II.Abdülhamid mi Kurdu?


Hepsi ve daha fazlası için: DİZİ YAZILAR haberleri / ON ALTI YILDIZ
 

kartalreis

Üye
Üye
Katılım
Tem 26, 2011
Mesajlar
703
Tepkime Puanı
50
Puanları
28
Oktan Keleş Ankara'da

Oktan Keleş 21 Mart Cuma günü Ankara'da

5099.jpg


Oktan Keleş 21 Mart Cuma günü Ahmed Yesevi Vakfın'da konferans verecektir.

Adres:
GMK Bulvarı Özveren Sokak No:2/17 Demirtepe Kızılay/Ankara

Saat:19.00

Tüm dostlarımız davetlidir...

Oktan Keleş Ankara'da / ON ALTI YILDIZ
 

kartalreis

Üye
Üye
Katılım
Tem 26, 2011
Mesajlar
703
Tepkime Puanı
50
Puanları
28
Ağaç

"Her şey o ağacın altında başlamıştı"


5132.jpg

Oktan Keleş'i Yeniden, Yeniden Tanımak...


Oktan Keleş'i biraz tanıdığımı sanıyordum. Ama zaman zaman öyle olaylarla karşılaşıyorum ki, tekrar başa dönüyorum ve yeniden tanımaya başlıyorum. Oktan Keleş'in önceden yazdığı ama çeşitli sebeplerle baskısı Eylül 2012'de yapılan Deruni Devlet-Kutsal Halı kitabına bir göz atayım dedim. Ve yine şok edici bilgilerle karşılaştım.

Oktan Keleş'in Deruni Devlet Kitabının 73. Sayfasından başlayan ve 124. sayfaya kadar devam eden bölümleri tekrar okumanızı istirham ederim. O bölümlerde mana dersleri vardı. Konu uzun olduğu için buraya sadece bazı başlıkları alıyorum: Kafdağı Ülkesi, Yunus, Nüshay-ı Bekâ, Bekâyı Vicdan Hakikati, Bekâ-yı Şerif Nüshası, Mahrem Nüshası, Bekâ Yolcusunun Hafıza Nüshası, Kabz Nüshası, Aşk Perdesi Nüshası, Şefkat Nüshası, Suret Nüshası, Alfabe, Lisanlar, Lisandaki Harfler, İşaretler....

Bugün yaşadığımız olaylara baktığımda kitapta aynı konuların -sembolik olarak- olduğunu hayretle gördüm. (Bu benim fikrim tabi, kimseyi bağlamaz.) Her şey bir ağaç ile başladı deniliyordu. Yani bir ağaç ile başlayan mücadele; Muhtar Memiş, imam, Kul Ahmed, seçimler, köylü, Mahderiş, ceylan, Hamdi Dayı, Kul, Kufa, Yunus... Ağaçların kesilmemesi için yapılan mücadele.

Diğer bölümleri yukarıda saydım, oradan okuyabilirsiniz ama ben konuyla ilgili o bölümün özetini sizlere sunuyorum. Eminin sizler de benim gibi şaşıracaksınız. Ağaç ile başlayan tartışmanın sonunu da merak edeceksiniz... Oktan Keleş'in her kitabı sır dolu, anlayana...

Erol Elmas



KAFDAĞI KAMPI



AĞAÇ


Her şey o ağacın altında başladı. Ağaç deyip geçmeyin. Efendimiz (sav)’in yokluğunda ağlayan hurma kütüğünü hatırlayın. “ALLAH, SANA AĞAÇ ALTINDA BİAT EDENLERDEN HOŞNUT OLMUŞTUR.” (Fetih/18.)

Evet, her şey o ağacın altında başlamıştı. Sılayı rahim yapmak amacıyla, yıllar sonra köyümüze, baba topraklarımızı ziyarete gitmiştim. Bu seferki gelişimde bir taşla iki kuş vurmuş olacaktım: Hem ziyaretlerimi yapacak, hem de dağcılık sporu ile uğraşan ve aynı zamanda grubun lideri olan arkadaşımın, dağ yürüyüşü ve dağda kamp kurma isteğine olumlu cevap vermiş olacaktım. Bir hafta sürmesi planlanan dağ kampına katılmak için, kasabadan köye giden yarım otobüse bindim. Köye 4-5 kilometre kala otobüsümüz arızalanınca, Haziran ayı sıcağında tamiri beklemektense, uzaktan görünen köye doğru yürümeye başladım. Cıvıl cıvıl kuş sesleri eşliğinde köye doğru yürürken, “hayrat” bir çeşmeye rastladım. Hem yürümekten yorulmuş, hem de Haziran ayının sıcağında iyice terlemiş, susamıştım. Siz olsanız benim gibi bu çeşmeden kana kana su içmez miydiniz? İçerdiniz. Ben de içtim. Daha sonra çeşmenin yanındaki ağacın altına sere serpe uzandım.

KAFDAĞI ÜLKESİ

Siz olsaydınız uyumaz mıydınız? Belki de uyumazdınız, zira ‘Şurada köye iki adım kalmışken uyunur mu?’ diye düşünürdünüz. Ama ben uyumuşum. Ne kadar uyudum bilmiyorum. Uyandım mı uyanmadım mı, onu da bilmiyorum.

Gözümü açtığımda; bulunduğum yer ne bizim köyün mevkii, ne de altında uyuduğum ağaç o ağaçtı. Etrafta tarifi imkânsız bir renk cümbüşü vardı. Dağlar, ovalar… Her yer rengârenkti. Hele altında bulunduğum ağacı tarif etmeye kalksam, lügatte kelime bulamam. Sanki üç boyutlu cennet tasvirleriyle idraki mümkün bir âlemdi. Etrafa yayılan reyhanî kokular, kuş sesleri, tabiatın muhteşem ahenginin sesi… Her şey insanı mest edip, kendinden geçirecek kadar harikulâdeydi. Uyanmış olamazdım, rüyadaydım herhalde. Sırt üstü yattığım yerden, olup biteni anlamaya çalışıyordum ki, başucumda biri belirdi. İster istemez irkilerek doğruldum. Hemen ayağa kalktım. Karşımda çok ilginç bir kişi duruyordu. Fiziği ve kıyafetleri bana çok enteresan geldi. Saçları bembeyaz ve uzundu. Sakalı ise sanki pamuk gibiydi. Ancak saçının ve sakalının beyazlığına rağmen karşımda duran kişinin yüzü çok gençti. Saf, hiçbir kaygısı olmayan, huzurlu bir hâli vardı. Orta boyluydu. Boynu uzundu ve boynunda ihrama benzer yeşil bir şal vardı. Ayaklarına baktım, ayakkabı yoktu, yalınayaktı. Elinde bir asâ vardı. Asânın başında “KAF” harfi sembolü duruyordu. Bu kişinin gözleri kapalı idi.

Hani insan bazen çok güzel bir rüya görür de, o rüyanın devam etmesini ister, uyanmak istemez ya, işte ben de etrafın bu efsunlu haline kendimi kaptırmıştım. Biraz bocalama yaşasam da bu güzel âlemin çekiciliğine teslim oldum. Rüya olsa da olmasa da, bende bir korku belirmişti, ürpermiştim. Acaba neredeydim?

Altında bulunduğum ağaç, rengârenk çiçekler açmıştı. Erik ağacına benziyordu. Hafif bir meltemin esmesiyle ağaçtan yere çiçekler dökülmeye başladı. Ben havada oynaşan çiçekleri seyrederken, karşımdaki kişi gözlerini açtı. Pürüzsüz ve kadife gibi bir sesle bana: “Kafdağı Ülkesi’ne hoş geldiniz efendim” dedi. Şaşkınlık ve korku arasında ağzımdan belli belirsiz: “Hoş gördük” kelimesi çıktı. Karşımda duran kişiye yavaş bir ses tonuyla, biraz da kekeleyerek, “Kafdağı Ülkesi de ne?” diye sordum. Karşımdaki kişi gözlerini iyice kapatarak, “Neden şaşırdınız efendim? Hiç duymadınız mı Kafdağı Ülkesi’ni? Böyle bir ülkenin varlığını bilmiyor muydunuz?” diyerek soruma soruyla cevap verdi.

Elbette duymuştum. Ama böyle bir ülkenin gerçekliği kafamda yerini bulmamış bir bilgiydi. Bütün bunlar gerçek miydi, onu da bilemiyorum.

KUL

Karşımdaki kişiye sordum: “Siz kimsiniz?” Kadife gibi sesiyle cevap verdi: “En güzel isimlerin sahibi, güzel Allah’ın kullarından bir kul.” “İyi ama isminiz nedir?” diye tekrar sordum. “Kul dedim ya efendim. İsmin; yer olmuş, gök olmuş ne fark eder? En güzel isimlerin sahibi olan Allah’ın tüm yarattıklarına seçip koyduğu, en beğendiği isim, ‘kul’ değil mi? İsmin ejderha olsa da kulsun, Süleyman olsa da kulsun. Bütün yaratılmışların isimleri, kul ismi içine hapsolunmuş. Ejderha ismin var diye kulluktan çıktın mı, efendim.” diyerek, daha önce duymadığım bir makamda, insanı mest eden billur gibi bir sesle Kuran-ı Kerim’den şu ayetleri okudu: “EN GÜZEL İSİMLER O’NUNDUR. (Haşr/24.) EN GÜZEL İSİMLER ALLAH’INDIR. (A’râf/180.) Güzel Allah’ım, ‘en güzel isimler benimdir’ demiş. Biz güzel Allah’ım demeyelim de ne diyelim?” Kul’un okuduğu ayetler ve daha sonraki açıklamaları sanki bir melodi gibi kulağıma geliyordu. Bu güzel nağmeleri dinledikten sonra tekrar sordum: “İyi ama ben buraya nasıl ve neden geldim? Şimdi ne olacak?” Kul, gözleri yine kapalı bir şekilde gayet sakin bir tavırla: “Sen buraya tefekkürün ile geldin. Kafdağı Ülkesi’nde nasibin kadar gezecek, nasibin kadar görecek, nasibin kadar öğrenecek ve nasibinle geldiğin yere döneceksin. Bu Kul da, Kafdağı Ülkesi’nde size eşlik edecek efendim.” diye cevap verdi. Tekrar sordum: “İyi ama şu anda sanıyorum ki, uykuda, rüyadayım. Bu harikulâdelik gerçek olamaz! Tefekkür uyanıkken yapılmaz mı?” Kul tebessüm ederek, “İyi ya, uyanıkken yaptığın tefekkürler, uykunda da boşa gitmemiş. Tefekkür öyle lezzetli bir ibadettir ki, uykuda bile meyvesini verir efendim.” dedi.

BAŞ GÖZÜ

Kul: “Buyurun yürüyelim. Güzel Allah’ın adıyla.” diyerek yavaş adımlarla yürümeye başladı. Ben de onu takip etmeye başladım. Kul’un gözleri yine kapalıydı. Sordum: “Gözleriniz hep kapalı mıdır? Gözleriniz kapalıyken nasıl yürüyorsunuz, etrafı nasıl görüyorsunuz?” Kul, “Bu âlemde baş gözüne ihtiyaç yok. Uykuda iken ‘Melekūt Âlemi’ni baş gözü ile mi görürsün? Melekūt Âlemi’nin bir ülkesi olan Kafdağı Ülkesi’nde de görmek için baş gözüne ihtiyaç olmaz.” diyerek, insanı mest eden o güzel sesi ile şu ayeti okudu: “HİÇ YERYÜZÜNDE DOLAŞMAZLAR MI Kİ BU SAYEDE DÜŞÜNEN KALPLERİ, DUYACAK KULAKLARI OLSUN. GERÇEK ŞU Kİ, BAŞTAKİ GÖZLER KÖR OLMAZ, ASIL KALPTEKİ GÖZLER KÖRELİR, BASİRETLER KÖR OLUR.” (Hac/46.) Ve devam etti konuşmasına: “Güzel Allah’ım diyor ki, ‘ister gözün açık olsun ister kapalı, kalpteki gözünle gör.” İnci tanesi gibi bu sözler ağzından döküldü Kul’un.

Düşündüm de; öyle ya, yeryüzünde, baş gözün, işitecek kulağın olsa bile, asıl görmeye kalp gözünün iştiraki şarttı. Kalp gözünün görmemesi, baş gözünün eksik bir görüş olduğunu söylüyordu. Ayette ‘DÜŞÜNEN KALPLER’ ibaresi kalbî tefekkürü işaret ediyordu adeta. Kalp gözümüzle bakmadığımız her resim, aslında hakikat değildi. Asıl görülmesi gereken değildi. O zaman Kul’un söyledikleri başka bir anlam kazanıyordu. Kalp gözünle görmedin mi, uyanık olsan ne fark ederdi ki. Şimdi anlamıştım. Kafdağı Ülkesi’ne gelmek, görmek için aslında uykuya da ihtiyaç yoktu. Tefekkür ne güzel anahtardı. Hele Kul şu ayeti okuduğunda anlayışım idrak halini almıştı: “MUHAKKAK Kİ, BUNDA KALPLERİ OLAN, İŞİTEBİLEN, KALP GÖZÜYLE ALLAH’A ŞAHİT OLAN KİŞİLER İÇİN İBRETLER VARDIR.” (Kâf/37.) Yeryüzünde, kalp gözüyle baktın mı, nice âlemleri görmek ve işitmek mümkündü. Kul’a sordum: “İyi güzel de, o zaman uykunun bundaki rolü nedir?” Kul cevap verdi: “Baş gözüyle bakmaya inat edenlerin, her gün baş gözünü kör edip, uykuya yatırıp, baş gözüyle göremeyecekleri âlemleri göstererek, kulundaki kalp gözünün farkına vardırmak için uykuyu sebep kılan güzel Allahım’a şükürler olsun. Uyku öyle cebri bir sebeptir ki, sarayda altın sırçalı kuş tüyü yatakta da uyusan, bir harabede, altın sarısı samanların üstünde de uyusan, uykunda gideceğin yeri seçemezsin. Kapı, Melekût Âlemi’ne açılır. Melekût Âlemi’nden de nice kapılar açılır. Kafdağı Ülkesi de bunlardan biridir. Uyanıkken gelemeyenleri, göremeyenleri, uyutup da getirirler efendim.”
 

kartalreis

Üye
Üye
Katılım
Tem 26, 2011
Mesajlar
703
Tepkime Puanı
50
Puanları
28
YUNUS

Bu enteresan ve insanın gönül dağlarını yerinden oynatan bilgilerden sonra sohbet ederek yürüyüşümüzü sürdürmeye devam ettik. O kadar güzel bir manzara vardı ki, tarifi imkânsızdı. Bir su birikintisinin yanına geldik. Buraya küçük bir gölet de denebilirdi. Suyun içinde envai çeşit nilüfer çiçekleri vardı. İnsanın ruhunu mest eden bir manzara ve su şırıltısı vardı. Suyun üzeri ile yürüdüğümüz karanın rengi aynı olduğundan, ‘Acaba suya adım atar da batar mıyım?’ endişesi bile içimden geçti. Kul, su birikintisinin yanında durdu. Ben de durdum. Kul’un gözleri yarı açık yarı kapalı gibiydi. Kul, başını yukarı kaldırdı. Ben de Kul’u dikkatle takip ediyordum. Birkaç saniye geçti geçmedi, suyun içinden çıkan bir yaratık kafasıyla irkildim. Birdenbire sudan böyle bir şey çıktığı için çok korkmuştum. Bir süre sonra bunun bir yunus balığı olduğunu görünce rahatladım. Çok şirin bir yunus balığıydı bu. Yunusun rengi pembeydi. Kocaman kirpikleri ve gözleri vardı. İzlediğim belgesellerde pembe renkli yunus görmüştüm ama bu bambaşkaydı. Burası Kafdağı Ülkesi olduğu için zaten her şey bambaşkaydı.

Birden yunus balığı dile geldi: “Selâm Kul!” diyerek ince ıslığa benzer bir sesle seslenmişti. Kul, biraz da nazlanarak: “Selâm Kufa” dedi. Kufa bu yunus balığının ismiymiş. Kufa, Kul’a: “Dün üstünü ıslattığım için hâlâ dargın mısın bana?” diye sordu. Kul: “Hayır. Zaten sen bunu hep yapıyorsun. Alıştık artık.” dedi. Bu konuşmaları duyup da şaşırmamak elde değildi. Kul ile Kufa bir arkadaşlık ilişkisi içinde birbirleri ile şakalaşıyorlardı. İçimden hayvanlar ve insanlar ikilemi geçti. Hani insan üstün, hayvan aşağı meselesi ama buna rağmen bir münasebet var. Bu gerçek dünyada aslında böyle değildi. Hatta Kuran da bile “HAYVANDAN AŞAĞI” ayeti Kelâm olmuştu. Bunları anlık içimden geçirmiştim ki Yunus balığı Kufa, “Yeni misafir mi?” diye beni Kul’a sordu. Kul, “Evet efendim” diye cevap verdi. Kul’un balığa bile ‘efendim’ demesi garibime gitmişti. ‘Bu kadar da olur mu?’ diye düşünüyordum ki, Kufa bana, “Hoş geldiniz, Kafdağı Ülkesi’ne” diyerek kafasını hafifçe suya daldırıp çıkardı. Bir nevi selâmlama yaptı yani. Ben de: “Hoş bulduk” dedim. Kufa yine başını suya daldırıp çıkardı. Ama bu sefer daha sert dalış yapmıştı, bunu da bilerek, üstüme su sıçratmak için yapmıştı. Sonra da öyle sözler sarf etti ki, insanın ister istemez bildiklerini yeniden gözden geçirmesi gerekiyordu. Şunları söylemişti:

“Hayvanlık aşağı olsaydı, peygamberler hayvanlarla konuşmazdı. Hayvanlık aşağı olsaydı, Yüce Yaratıcı ‘SİZLER İÇİN HAYVANLARDA İBRETLER VAR’ (Nahl/66) demezdi. Hayvanlık aşağı olsaydı, hayvanlar sizlere hizmetçi olmazdı. Hayvanlık aşağı olsaydı, Allah, peygamberini yunusa yutturmazdı. Hayvanlık aşağı olsaydı, Allah kurumuş balığı canlandırıp, Musa’ya ilim öğrenmesi için gittiği kutlu kişiyi görme işareti yapmazdı.” Kufa bunları söylerken hem art arda sıçrıyor hem de hızlı hızlı konuşuyordu. Beni düşüncelere gark eden şeyler söylüyordu. Kufa konuşmasına devam etti: “Hem yunus balığı Yunus Peygamberi niye yuttu, yemek için mi? Siz öyle bilirsiniz, çünkü sonunda kurtuldu dersiniz. Oysa Rabbi balığa: “PEYGAMBERİMİ SUYA ATACAKLAR. ONU YUT VE KORU” demişti. Bunu niye bilmezsiniz? Tüm âlemlerin ve Kafdağı Ülkesi’nin efendisi Hz. Muhammedimiz (sav) neden hayvanlara özel davrandı? Develere fazla yük yükletmedi. Onlara haklar tanıdı….” Kufa böyle durmadan konuşurken benim de aklımdan Süleyman Peygamber, hüthüt ve diğerleri bir film şeridi gibi geçiyordu…

Kufa ise hiç durmadan konuşmasına devam ediyordu. O kadar hızlı konuşuyordu ki, kelimeleri yakalamakta zorluk çekiyordum. Kufa konuşmasını sürdürdü: “Hayvanlık aşağı olsaydı, Yüce Allah’ım Kuran-ı Kelâm’ında sure isimlerini hayvanlardan koyar mıydı? Bakara, Nahl, Ankebût, Neml. Hayvanlık aşağı olsaydı, Efendimiz (sav)’in Hicret’inde, örümcek, Efendimiz (sav)’i yakalamak isteyenlere karşı set olur muydu? Düşmanların görmesini engellemeye sebep kılınır mıydı? Hayvanlık aşağı olsaydı, Yaradan’ım, sivrisineğin bile kanadını misâl verir miydi, Kelâm’ında zikreder miydi? Hayvanlık aşağı olsaydı, hayvanları kendi rızasına kurban seçer miydi?

Kufa durmadan anlatıyordu. Bazılarını anlamıyordum ama anladıklarım bile bana yetmişti. Hayvanlardan aşağı olma konusu bizim anladığımız gibi değildi.

Kul, “Yolumuza devam edelim” diyerek elindeki asâyı hafifçe yukarı kaldırarak, Kufa’yı selâmladı. Kufa ise suyun içine dalarak gözden kayboldu.

Buraya geleli çok zaman olmamıştı ama çok farklı dünyada, çok farklı bilgilerle, hatta sürprizlerle karşılaşıyordum. Acaba beni daha neler bekliyordu, nelerle karşılaşacaktım? Ya nasip…

Kul ile birlikte yürürken bana şunları söyledi: “Bizim Kafdağı Ülkesi’nde, tüm yaradılış, birbiri ile dosttur: Hayvanlar, bitkiler, çiçekler…” Sordum: “Çiçeklerde mi?” Kul cevap verdi: “Tabii efendim.” Tekrar Kul’a sordum: “Çiçeklerle konuşmak mümkün mü?” Kul tebessüm ederek, “Tabii ki. Kafdağı Ülkesi’nde de sizin dünyanızdan buraya açılan kapıların çiçekleriyle de konuşmak mümkün. Yunus Emre’niz; ‘sordum sarıçiçeğe’ derken hangi çiçekle konuştu? Bizim ülkenin, Kafdağı Ülkesi’nin sarıçiçeği ile efendim.”

İster istemez buradaki ruhani havadan etkileniyordum. Yunus Emre, sarıçiçeğe sormuştu: “Annen baban kim?” diye. Sarıçiçek cevap vermişti: Toprak. Yani insanın mayasıydı toprak. İnsanda toplanan hakikatleri haykırıyordu sarıçiçek. Bitkiler dile gelmiş, insanlara ruhanî ilahîler okuyorlardı. Ya bizler ne yapıyorduk? İnsanlık ailesinin bireyleri olarak ne yapıyorduk? Hayvanları, bitkileri, her şeyi katledip yok ediyorduk. Onlara gerekli değeri vermiyorduk. Bu yok ediş, aslında insanın kendini yok etmesi değil miydi? Kendinde bulunan hakikatleri yok etmek, kendini yok etmek değil miydi? Bindiği dalı kesmek bu olsa gerek. Buna işaret eden birçok ayet zihnimde canlandı. ‘İNSAN İLAHİ DENGEYİ BOZMAKLA, YOK ETMEKLE, BİR BEDEL ÖDEYECEKTİ.’ Bu Kuran’da açıkça belirtilmişti.

Düşündüm ki bugün, istisnaları tenzih ederek söylüyorum, hayvanlar; insanlardan daha ahlâklı. Onların fıtratı bu, ya insanın?

Ben bunları düşünürken Kul, “Yürüyelim efendim” dedi. Yolumuza devam ettik. Geçtiğimiz yerlerin güzelliğini anlatmak için kelimeler yetersiz kalıyordu. Yüksekçe bir yamacın kıyısına vardık. Aşağılarda göz alabildiğine uzanan bir alanı, kuş bakışı görüyorduk. Oradan çok garip, adeta kapı gıcırtısını andıran, insanın içini ürpertiyle dolduran, inilti ile gülme arasında kulağa hoş gelmeyen sesler geliyordu. İnsanlar ise belli belirsiz seçiliyordu. Büyük bir kalabalık vardı aşağıda. Sağdan sola, soldan sağa binlerce insan koşturup duruyordu. Anlamsız bir şekilde koşuşturma içersindeydiler.

Aşağıda bir nehir vardı. Bu nehir sanki bulunduğumuz yamaçla diğer tarafın sınırını belirliyordu. Bizim taraf ile karşı taraf arasında bariz farklar vardı: İki atlı ellerinde kılıçlar ve mızraklarla bir ceylanı birbirlerine zıt yönlerde kovalıyordu. Biri yakalamaya biri de ceylanı kurtarmaya çalışıyordu. Bir başka grup ağaçları baltayla kesiyor, yakıyordu. Karşılarındaki grup ise ellerindeki fidanları dikmeye, ateşi söndürmeye çalışıyordu. Bu mücadele, daha önce anlattığım ‘iyilik duvarının’ iki yanındaki mücadeleye benziyordu.

Kul’a sordum, “Burası neresi, bu olup bitenler nedir?” diye. Kul, o güzel naif sesiyle cevap verdi: “Er meydanı efendim. O bölgede her şey var; insanı, şeytanı, cini, meleği vs. Hep bir mücadele var. O ceylanı buraya, nehir sınırına sürüp kurtarmak isteyen mânâ erlerinden bir süvari. Diğeri ise şeytanın süvarisi, ceylanı yok etmeye çalışıyor. Tıpkı ağaçları yok etme çabasında olanlar ve diğer ilahi güzelliğin yok edilmesini isteyenler gibi orası hakikatlerin sûret ülkesi. Sınır bu nehir, Kaf Ülkesi’ne yüksek yamaçlı sınır.” Tam bu sırada aşağıdan bir kötü süvari Kul’a seslenerek, “Kul sefili, al sana!” diyerek bir ok attı. Ama attığı ok bize yetişemedi. Onu takip eden başkaları da benzer şeyler attılar ama hiçbiri bize yetişmedi. Öyle bir manzara ki, öyle bir mücadele ki; hayvanlar, ağaçlar, nebatlar insanlara yardım ediyordu. Ama diğerleri bunları yok etmeye uğraşıyordu. Kul’a, “sefil” diye bağıran adamı sordum. Kul cevap verdi:

“Onun ismi Mahdariş. Oradaki kötülerin, kötülüğün lideri.” “Elindeki kıvrık yılana benzeyen o baston veya asâ nedir?” diye sordum. Kul, “İşte efendim, Mahdariş gücünü o elindeki asâdan alır.” diye cevap verdi. Tekrar sordum, “Bu asâyı nereden almış, onun karşıtı yok mu, yani ona karşı koyacak güç?” Kul cevap verdi, “Ah efendim, o asâyı, o gücü ona insanlar verdi. O güç, insanların iradesinin sembolü. O ceylan, mânânın sembolü. Ona karşı koyacak güç elbette var, bilgi. Siz düşünün efendim” diyerek sustu. İşte şimdi yeni bir şey daha idrak ediyordum. İnsanların iradesi, tüm yaradılışın da vebalini taşıyordu. Hele o fidan dikmeye çalışan topluluk. Hem de bunca karmaşanın içinde. Sevgili Peygamberimiz (sav)’in “Kıyametin kopacağını bilseniz bile, elinizdeki fidanı dikin.” hadisini adeta tefsir ediyordu. Kıyamet bir sonsa, fidan her şeye rağmen mücadelenin sembolü gibiydi.

(Bir beldenin hayvanları insanlara güvenmiyorsa o beldedeki insanlarda bir sorun vardır. Sizin de bulunduğunuz beldede kuşlar kediler sizden korkup kaçıyorlar mı?)

Birden Kufa yamaçtan atlayı nehre daldı. O da mücadeleye katıldı. Ona da saldırıyorlardı. Onu öyle görünce çok üzüldüm. Ben burada durup seyretmemeliydim, bir şeyler yapmalıydım? Tam yamaçtan aşağı inmeyi planlıyordum ki, Kul, “Daha değil, sabret efendim” dedi ve ekledi: “Zamanı gelince.” Kul tekrar yanıma gelmişti. Müşahede ettiğim bu manzaranın üzgünlüğü içinde Kul ile yürümeye devam ettik. Kafamda birçok soru oluyordu ancak gördüklerim ve yaşadıklarım sorularıma cevap oluyordu.

Daha sonra rengârenk çiçeklerin, sarmaşıkların kaplamış olduğu dar bir vadiden geçtik. Yine bir ağacın altına geldik. Bu ağaç, oldukça heybetli bir ağaçtı. Hani koca tarihi çınarlar vardır ya, bu da tıpkı öyle görünüyordu. Kul, “Buyurun efendim, biraz oturalım.” dedi. Acaba ne olup bitiyordu? Bunu tahmin etmek güç değildi. Fakat bu algılayışla, acaba bir şeyler yapmak, mücadeleye katkıda bulunmak, bir şeyleri değiştirmek mümkün olamaz mıydı? Gerçi fikir alanında neler yapılacağını insanlık ailesi olarak biliyorduk. Ancak hayatta, yani iş uygulamaya gelince maalesef zaaf gösteriyorduk. Öyle değil miydi? ‘Kutuplar eriyor, tabiatın dengesi bozuluyor, ahlâk elden gidiyor, hastalıklar çoğalıyor, yiyeceklerimizin genetiği ile oynanıyor, denizler kirleniyor, insanlar ölüyor, hayvanların nesli tüketiliyor, depremler geliyor, ormanlar yanıyor, sular kirletiliyor’ deniliyor, çözüm önerileri getiriliyor, iş uygulamaya geldi mi, sonuç yoktu. Yani iş, ahkâm kesmekten öteye gitmiyordu. Er meydanında zaafa uğruyorduk. Samimi ve iyi niyetli değildik. Peki ya bunlardan rahatsız olanlar, dertlenenler neden tüm bu fikirlerini, hastalıklara şifa olacak planlarını, er meydanına gelince uygulayamıyorlardı? Siyasetçiler buna somut bir örnek; ‘Beni seçerseniz, şöyle yapacağım, böyle yapacağım…’ Seçilince ne oluyor? Bazıları samimi de. İmamı, müezzini, tarikatı, cemaati, seni beni, seni Âdemi, beni Âdemi… Siz anladınız onu. Er meydanında, ercesine mücadele edenlere selâm olsun. Selâm olsun Hilâlilere.

Kul içimden geçen bu düşünceleri okumuşçasına, “Bilgi efendim. Ruhani bilgi.” dedi ve sustu. Sordum: “Nedir ruhani bilgi?” Kul başını kaldırdı ve şöyle dedi: “Sana nefes verelim mi, nefes mi istersin, bilgi mi?” Şaşırdım kaldım. Aklıma Hacı Bektaş Veli’nin, Yunus Emre’ye: “Sana nefes mi verelim, buğday mı?” demesi geldi. Tuhaf olan nefes mi bilgi mi cümlesiydi. Sanki bilginin de buğday gibi yani nefesten önemli olmadığı açıklamasıydı… Çünkü Yunus Emre: “Baba, ne yapayım nefesi, buğday verin” demiş, sonra pişman olmuş, ‘Buğday; yenir biter ama nefes bitmez.’ demişti. Demek ki, burada teklif edilen bilgi, buğday gibi bir şeydi. Daha mânâsını anlamadan, hemen ‘nefes’ dedim tabii. Kul cevap olacak şu cümleleri sarf etti: “Efendim, bilgi nefsi besler, ruhani bilgi ise ruhu. Nefsi besleyen bilgiler zahiri –manevi- de olsa bir yerde noktalanır. Ama ruhani bilgi, ruhu besleyen bilgi, nefes gibidir. Çünkü Yaradan ‘Ruhumdan üfledim, nefesledim” (Sâd/72) buyurdu.” Dedi ve sustu.

Şimdi anlamıştım: Bilgi buğday gibiydi. Çünkü Kuran’da iyilerinde birbirinden farkı olduğu buyruluyordu. Meselâ, haramdan kaçmış, bazı denilenleri yapmış bir kişi cennetlik olmuştu. Cennetler arasında da fark vardı. Başka biri daha da ileri iyilik yapmış, fedakarlık yapmış, farklı cenneti elde etmişti. Kuran’da onlar için şöyle denir: ‘ONLAR BİRBİRLERİYLE YARIŞIRLAR.’ (Âl-i İmrân/114) Yani biri diğerinden farklı cennette. İkisini de bilgi buraya getirmiş.

Ama ruhani bilgi, sınırsız cennetin sahibine götüren bilgidir. “Ruhumdan üfledim” ayetinin esrarındandır. Ruhani bilgi, cennetle sınırlandırılan manevi bilgidir. Ya cehenneme sokup orayla sınırlandıran bilgi? İşte Kul’un dediği zahiri –manevi- bilgi, Yunus Baba’nın algıladığı buğday gibiydi. Yoksa buğday büyük nimettir. Kul nefesler vermeye başladı. Öyle derûni, ruhanî bilgilerdi ki bunlar, biz ona “nüshalar” dedik. Gözler, bu Kaf Ülkesi’nin harikulâdeliğine kapanmıştı bu bilgiler karşısında. “Bura da bir perde imiş demek.” Şimdi Kul’un gözlerinin neden kapalı olduğunu anlamıştım. Nüshalar dedim ve ancak ana hatlarını yazdım. Aradaki derûnî bilgiler tefekkür ehline ve bizlere kalsın diye.

Bu girişte bir not ekleyelim: Burada anlatılan Yesevîye-Melamî seyr ü sülüğüdür. Nüshalardaki ifadeler mecaz ve teşbihtir. Yanlış anlaşılmamalıdır. Allah’ın zatı akla gelmemelidir. Örneğin, “Kul, Rabbi gölgesinden görür” ifadesi ve benzerleri birer teşbih ve mecazdır. Tıpkı Kuran’da Allah’ın ipi, Allah’ın eli teşbihleri gibi algılanmalıdır. Yoksa Allah hepsinden münezzehtir. Yine bu bilgiler Kuran’ın derûnî tefekkür ehline hitaptır. Yanlış anlaşılmamalıdır. Nüshalar ana başlıkları içerir, açılımları ehli tarafından muhabbet yoluyla öğretilir.

….

Uyuduğum ağacın altında büyük bir gürültü ile uyandım. Harikulâde bir rüya idi. Rüya mıydı? Hadi rüya diyelim. Bu gürültü de neydi? Motorlu bir testerenin sesiydi bu. Adamın biri elindeki testereyi çalıştırmış, bulunduğum yerdeki ağaçları kesmeye hazırlanıyordu. Yapılan bu kesim, Köy Meclisi kararıyla imiş, güya ormancılara tanınan bir hakmış bu. Kesim yapanlardan biri bana yaklaştı: “Oradan çekil, aracınızın tamiri bitti, köye gidecek, hadi bin git.” dedi.

Hiç hoşlanmamıştım adamın bu tavrından. Ama beni asıl rahatsız eden şey, bu köylünün bu ağacı kesmek istemesiydi. Sordum köylüye, “Ne yapacaksın?” diye. Köylü cevap verdi: “Ağacı keseceğiz!” “Olur mu, bu ağaç tarihî bir ağaca benziyor, hiç kesilir mi bu güzelim ağaç?” dedim. Köylü, “Kardeşim zaten işim başımdan aşkın, bu bizim görevimiz.” diye cevap verdi. Bir şeyler yapmalıydım, hemen atıldım: “Hayır bu ağacı kesemezsiniz, kestirmem’” dedim. Adam tuhaf tuhaf yüzüme baktı ve şöyle dedi: “Yoksa sen Hamdi’nin adamı mısın, hısmı mısın?” “Hamdi kim?” diye sordum. Adam cevap verdi: “Kim olacak, muhtarın muhalifi.” “Hayır” dedim. “Biz, Tabiatı Koruma Derneğiyiz.” diyerek blöf yaptım. Köylünün yanına bir arkadaşı geldi, o da tartışmaya katıldı: “Haydi kardeşim, çekil git başımızdan, biz yetkiyi muhtardan aldık, bir derdin varsa git onunla konuş!” dedi. Bu arada diğer arkadaşları da gelip, tartışmaya dahil oldular: “Hayrola?” diye sordu içlerinden biri. Köylünün arkadaşı cevap verdi: “Ne hayrı, bu yabancı ağacı kestirmiyor.” dedi. Münakaşa büyüdü. Bu arada ulu ağacın üzerine bir leylek kondu, hepimiz başımızı yukarı kaldırınca, leyleğin ağaçta bir yuvası olduğunu gördük. Bu durumu görünce köylülere: “Yazık değil mi, bu yuva bile ağacın kesilmemesi için bir sebeptir. Hayvancağızın yuvasını bozmayın.” dedim. Bu arada aramızda bir itişme oldu. Ağacı kesmeye gelen ilk adam, “Hadi jandarmaya gidelim!” dedi. Bir diğeri, “Hayır, muhtara gidelim, o bu işi çözer.” dedi. Ben de: “Tamam, gidelim!” dedim.

Yedi sekiz kişi tartışa tartışa köyün yolunu tuttuk. Bozulan minibüsümüz tamir edilmişti, hep beraber ona binerek köy muhtarlığının olduğu yere doğru gitmeye başladık. Köyün meydanında bir kıraathane göründü. Küçük, şirin bir köydü burası. Tırmanacağımız dağın zirvesi de buradan net bir şekilde görünüyordu. Gözlerim bizim dağ ekibini aradı ama köy meydanında yoktular. Kıraathanenin yanında bulunan muhtarlığın önünde köy bekçisi oturuyordu. Selâm verdik ve muhtarı sorduk. Bekçi, “muhtarın odada olmadığını” söyledi. Ormancılardan biri, bekçiyi, muhtarı bulup getirmesi için yolladı. Biz de kıraathaneye geçip, muhtarı beklemeye başladık. Kıraathanede çoğu yaşlı, on kadar köylü vardı. Selâm verdik, oturduk. Selâmımızı hep bir ağızdan aldılar.

Boş bir masaya geçip, tek başıma oturacaktım ki, bir masada yalnız oturan yaşlı bir amca, “Hele oğul gel, şöyle otur.” dedi. Yaşlı amcanın daveti üzerine onun masasına oturdum. İhtiyar amca, “Hoş geldin oğul.” dedi. “Hoş bulduk amca.” diye cevap verdim. “Hayrola evlat, ormancılarla, muhtarla bir husumetin mi varmış?” diye sordu. Bunun üzerine ben, “Hayırdır amca, siz nereden biliyorsunuz, mesele daha yeni oldu.” dedim. Yaşlı amca gülümseyerek, “Buralar küçük yerler, haber tez yayılır.” dedi ve ekledi: “Hayrola, mesele nedir?” Ben de anlattım: “Köyün yakınında tarihî bir ağaç var. Onu kesmek istiyorlar, üstelik üzerinde de leylek yuvası var, böylesine büyük bir ağaç kolay kesilir mi, yazık değil mi?” dedim. İhtiyar amca kaşlarını çatarak, “Aslında yaptıkları kesim yasal değil, muhtar, köy meclisinin bir kısmını da yanına alarak bu işi yapıyor. O ağaç kestikleri bölgeye, nehrin oraya, santral mı ne yapılacakmış, onun için muhtar oraları kestiriyor.” dedi.

Bu duyduklarımı kullanarak, “ağaçların kesilmesini engelleyebilirim” diye düşündüm. Yaşlı amca tekrar sordu: “Sen buralı değilsin evlat, ama aferin bu duyarlılığına.” dedi. Bizi yan masadan dinleyenlerden biri laf attı: “Hamdi Dayı, gaz verme delikanlıya, yerin kulağı var, bak anlattıkların muhtarın kulağına gider.” dedi. “Ormancıların bahsettiği, muhtarın muhalifi Hamdi Amca bu olsa gerek!” diye düşünürken, Hamdi Amca, “Gelsin, muhtarın yüzüne de söylerim. Ben muhaliflik yapmıyorum. Hakkı haykırıyorum. Ama siz… Nafile!” dedi. Bu arada kahvede oturanlar, Hamdi Amca’nın bu konuşması karşısında gülüştüler.

Bir müddet sonra, muhtar ve yanında birkaç kişi kahvehaneye gelerek selâm verdi. Tüm kahve selâma karşılık verdi. Muhtar, Hamdi Dayı ile benim bulunduğum masaya gelerek, “Hoş geldiniz köyümüze!” diyerek sıcak bir tavırla elini bana uzattı. Tokalaştık. Muhtar: “Ben köyün muhtarı Memiş Ağa.” dedi. “Ben de Âdem.” dedim. Muhtar, “Memnun oldum.” diyerek hemen konuya girdi: “Bizim köyün kesim ekibini engellemişsiniz.” dedi. Bende neden böyle yaptığımı muhtara kısaca anlattım. Benim anlattıklarımdan sonra o sıcak tavırlı muhtar gitmiş, öfkeli bir muhtar gelmişti. Bana, “Bu yaptığınız yasal değil, siz bu köyde misafirsiniz, köyün işlerine karışamazsınız!” dedi ve bir münakaşa başladı. Hamdi Dayı, “Muhtar, muhtar, doğruları savunmak için illâ bu köyden mi olmak lazım? Âdem kardeşimiz ne güzel duyarlı davranmış, bunun neresi yanlış?” dedi. Muhtar Memiş Ağa daha da sertleşti, “Sus Hamdi Dayı. Bu işler zaten hep senin başının altından çıkıyor. Bu vatandaşı sen mi getirttin köye? Yok yere ortalığı karıştırıyorsun?” dedi. Ortam iyice gerilmişti. Muhtar, kesim ekibine talimat verdi: “Gidin, hava kararmadan işinizi bitirin! Planlandığı gibi ağaçları kesin!” Ben ise araya girerek: “Hayır, kesemezsiniz. Buna müsaade etmeyeceğim!” dedim. Bu arada Hamdi Amca da ayağa kalktı, diğer köylülerden çıt çıkmıyordu.

Muhtar bu sefer: “Gidin jandarmaya haber verin, gelsinler, yoksa…” Muhtar konuşmasının devamını getirmedi. Jandarma’ya haber verilmesi benim de işime gelirdi. Çünkü Hamdi Dayı’dan öğrendiklerimi koz olarak kullanabilirdim. Hamdi Dayı, muhtarın adamlarına: “Hadi çağırın jandarmayı gelsin!” dedi ve bana dönerek, “Evlat, jandarma kasabadan gelene kadar biz de eve gidelim, bir şeyler yiyelim.” dedi. Bu sırada; ayakları çıplak, saçları uzun, üstü başı dökülen, bir elinde değnek olan meczup kahveye gelerek, “Muhtar Memiş, toprak gözünü doyuracak, mezarında ot bitmeyecek.” diye tuhaf bir ses tonu ile bağırdı. Muhtar Memiş meczubun bu sözlerine iyice sinirlendi, “Get lan, Allah’ın delisi!” diyerek yerden bir şeyler alıp meczuba fırlatacakmış gibi yaptı. Meczup bu hareket karşısında kahveden çıkarak kaçtı. Hamdi Amca muhtara: “Bırak Memiş Ağa, Allah’ın garibini, ona bile çatıyorsun, yazık yazık!” diye söylendi. Sonradan öğrendim ki, bu köyün delisi Kul Ahmet imiş. Ama ne deli. Hamdi Dayı’ya, “Eve gitmeyelim, jandarmayı bekleyelim.” dedim. “Gerek yok evlat, jandarma gelirse bizi bulurlar, meraklanma.” dedi.

Hamdi Dayı koluma girdi, birlikte köy meydanından elli metre uzaklıktaki dar bir sokak çıkışında bulunan, şirin bir evin önüne geldik. Evin önünde bulunan çardağa oturduk. Hamdi Dayı’nın torunları bize ayran ikram ettiler ve hemen oracığa bir sofra kurdular. Bir müddet sonra jandarmanın cipi evin önünde belirdi. Astsubay olduğu kolundaki rütbeden anlaşılan karakol komutanı bizleri selâmladı. Komutan meseleyi sordu. Biz de olup bitenleri anlattık. Hamdi Dayı, muhtarın yaptıklarının yasal olmadığını uzun uzun anlattı. Bu arada Muhtar Memiş’in bir adamı da yanımızda olup bitenleri dinliyordu. Komutan bizleri dinledikten sonra, “durumu kaymakama ileteceğini, bunun için de yarını beklememiz gerektiğini” söyledi. “Orman İşletmesi’nden de belgeleri kontrol edeceğini “konuşmasına ekledi ve cipine binerek köyden uzaklaştı.

Hamdi Dayı bana, “Bugün burada misafirim olursun evlat.” dedi. Ben ise biraz tereddüt ettim ama dağcı arkadaşlar henüz gelmediği için Hamdi Dayı’nın teklifini kabul ettim.

Akşam güneşinin kızıllığı yerini karanlığa bırakırken, Hamdi Dayı, torunu Elif Bacı’ya seslenerek: “Hadi torunum, Sarı Kız’ı sağ da taze süt içelim. Yanına da köy ekmeği koy. Âdem şehirde bunları bulamaz.” dedi. Elif Bacı, Sarı Kız isimli ineği sağarkenki tablo ise görülmeye değerdi.

O akşam Hamdi Dayı ile gecenin ilerleyen saatlerine kadar sohbet ettik. Yatma vakti gelince, bana güzel bir yer yatağı hazırlandı. Böylece, uzun zamandan sonra yer yatağında yatma konforuna nail olmuştum.

Sabah ezanı ile birlikte kalktık, köy camiine gittik. Namaz çıkışında imam efendi bana dönerek, “Hoş geldiniz, dün olanları duydum. Bence siz bu işe karışmayın. Allah, ağaçları da insana hizmet için sundu.” diyerek açıkça niyetini belli etti. Ben ise imamın bu sözlerine karşılık, “Evet, ama, her ağacı değil.” diye nazik bir üslupla cevap verdim. Camiden ayrılıp, sabah çayını içmek için köy kahvesine doğru yola koyulduk. Hamdi Dayı imamın konuşmalarına sinirlenmişti: “Bu imam da onlardan.” dedi ve ekledi: “Zaten köylünün tepkisizliği de bu imam yüzünden. Kürsüye çıktı mı; vaaz eder, ağlar, bağırır çağırır ama iş icraata geldi mi, fetvası hep zalimden yana. Köyün girişinde bin yıllık olduğu söylenen ve temelleri bile görülmeyen bir taş kalıntısı var. Güya burası bin yıl önce kiliseymiş. Geçenlerde köye bir Hıristiyan grubu geldi o kalıntılar için, bizim imamı görsen, hemen onlarla kol kola girdi. Köy şöyle zengin olacakmış, çok turist gelecekmiş, bu işe Müslümanlar olarak destek olmalıymışız, bu işe sahip çıkmak sevapmış, daha neler neler anlatıyor köylüye. İmam efendi, senin camin dökülüyor, bir hayrın yok. Sanki köyde Hıristiyanlar var da, o kilisede ibadet edecekler, ibadethaneye ihtiyaçları var. Töve tövbe… Zaten bu santral projesi de yabancıların işi. Hepsi zincirleme gelişiyor. Köylü olup bitenlerden bihaber. Ellerinden köy gittiği zaman uyanacaklar ama ne fayda? Muhtar Memiş, İmam ve birkaç yardakçı bu işleri örgütlüyorlar.” dedi. Hamdi Dayı’ya sordum: “Köylü ne diyor bu olup bitene?” “Ne diyecekler, biz, imam efendiden daha iyi mi bileceğiz?” diyorlar. “Şu yan köyün bir imamı var, bir görsen, mütevazı, ilim sahibi, tam bir mümin. Gıpta ediyorum ona. İnşallah bu köye de öyle bir imam nasip olur. Ama ‘böyle cemaate, böyle imam,’ derler. Neyse Âdem, gel kahvaltı yapalım.” diyerek köy kahvesinde birkaç kişinin de iştirakiyle kahvaltı yaptık.

Tabiat güzeldi, oksijen boldu buralarda, ama köylüde huzur yoktu.

İlerleyen saatlerde, Kaymakam ve bilirkişi heyeti köye gelmişti. Hem ağaçlara hem de nehre kurulacak santral yerine bakacaklardı. İncelenecek bölgeye gittik. “Nehirde balık var mı?” diye sordu Kaymakam. İmam ve Muhtar Memiş ikisi aynı anda: “Hayır.” dediler. Ama Allah’ın hikmeti, tam o sırada; kırmızı benekli büyük bir alabalık nehirde zıplaya zıplaya herkesin gözü önünde adeta dans etmeye başladı. Muhtar Memiş ve İmam’ın yüzü, bu balığı görünce birden değişti. Doğrusu onların bu hâli görülmeye değerdi. Kul Ahmet de bu cümbüşe katıldı ve bağırarak, “İmaaaam, biraz imannnn! Muhtar Memiiişş ayvayı yemiiiiş!…” dedi. Bu durumda gülümsememek elde değildi. Kaymakam Bey ve bilirkişi heyeti incelemelerini tamamlayıp, “ağaçların kesimi ve santral için son sözü Bakanlığın söyleyeceğini, bunun için oraya durumu belirtir bir rapor yazacaklarını,” söylediler. Bu habere sevinenler de oldu, üzülenler de.

Bu arada, nihayet dağcı arkadaşlarım bulunduğum köye gelmişlerdi. Hamdi Dayı ile vedalaştım. Dağcı arkadaşlarımla beraber köyden ayrılıp, hep birlikte dağa tırmanmaya başladık. Zirveye varınca da kamp kurduk. Zirveden şöyle köye ve aşağılara bakınca düşündüm ki, Kafdağı Ülkesi’nde ne varsa, köyde de aynısı vardı: Mahdariş’in Kul’a ok fırlatması gibi, köyde de, Muhtar Memiş, Kul Ahmet’e yerden bir şeyler fırlatmaya kalkmıştı. Kafdağı Ülkesi’nde Ceylan, Kufa Yunus vardı. Köyde ise, Sarıkız ve nehirde kendini Kaymakam’a gösteren benekli alabalık vardı. Kafdağı Ülkesi’nde Mahdariş’in elinde gücün sembolü asâ, köyde ise Muhtar’ın elinde gücün sembolü mühür… Artık gerisini de siz kıyaslayın. Aslında Kafdağı Ülkesi hep yaşantımızın içinde…

Bulunduğum zirveden aşağıları seyrederken bunları düşündüm. Etrafımda cıvıl cıvıl öten kuşlar vardı. Leylekler, ağaçlar çiçekler vs. Kim bilir bütün bu yaratılmışlar, kendi hâl dilleri ile bize neler anlatıyordu.

Kamp bitmiş, herkes evine dönmüştü.

Hayli zaman sonra, Hamdi Dayı, Hac dönüşü, İstanbul’da misafirim olmuştu. Köyü sorduğumda şunları anlatmıştı: “Muhtar Memiş, muhtarlıktan düştü. İmamın başına çok kötü şeyler geldi. Yeni muhtar ve yeni imam köyü ihya ettiler evlat. Santral projesi de iptal oldu.”

Oktan Keleş (Deruni Devlet-Kutsal Halı sh. 73-124)

Ağaç / ON ALTI YILDIZ
 

kartalreis

Üye
Üye
Katılım
Tem 26, 2011
Mesajlar
703
Tepkime Puanı
50
Puanları
28
Kulbak Bilge Gündemi Sarsacak!

Kulbak Bilge Çizgi Romanı yeni bölümü ile Gündemi Sarsacak!

4715 (2).jpg


Kulbak Bilge Çizgi Romanı yeni bölümü ile gündemi sarsacak!

Kulbak Bilge'nin yeni bölümü: Kulak Hırsızlığı...

16 Yıldız'ın Türk Milleti'ne armağanı olsun!


Kulbak Bilge-10 / ON ALTI YILDIZ

Bu yeni bölümü inşallah 16 Yıldız dostları tüm Türkiye'ye duyuracaklardır!


Kulbak Bilge Gündemi Sarsacak! / ON ALTI YILDIZ
 
Tekerlekli Sandalye
Üst