Kurtarıcı
On Üçüncü Yasa’nın meclisten geçmesinin ardından 1863 yılının Haziran ayında kölelik, Abraham Lincoln’un önderliğinde kaldırıldı. Dönemin meclis üyeleri, danışmanları ve senato üyelerinin çoğunluğu köleliğin kaldırılması gibi kaçık bir fikre kendi görüşleri doğrultusunda karşı çıktı. Fakat Lincoln, ABD ve dünya çapında insanlık ve özgürlük için savaşan yegâne insanlardan biri olmasına karşın, siyaset sahasında olduğunun bilincinde olacak kadar zeki bir insandı. Bu nedenle elde edilmesi gereken toplam oy için bir siyasetçi gibi davrandı; oyların toplanması için ne gerekiyorsa yapılacaktı. Gereken yapıldı; oylar toplandı, On Üçüncü Yasa tasarısı meclisten oy birliğiyle geçti ve siyahîlere hak ettikleri özgürlük verildi, yasalaştırıldı.
1863 yılına kadar bir siyahînin -dönemin tabiriyle bir zencinin- ata binmesi, ‘beyazlar’ gibi rahatça gezip eğlenmesi, şehirdeki mekânlara girmesi, resmi işlemlere tabi olması, hatta âşık olması, olsa da bunu belli etmesi yasaktı, ayıptı, suçtu. Tıpkı tren yollarının inşasına başlanana dek -resmi değilse de bir barış anlaşmasıydı- Kızılderililer ile yapılan anlaşma gereği Kızılderililer şehirde gezemez, toprak sınırlarını ihlal edemezdi. O dönemden bu yana sistem hep aynı rotada ilerlemiştir: İnsanoğlu kendi içinde asıl ve asil bir ırk tayin etmiş, bunun dışında kalan “farklı” görünüme sahip “diğer insanlar,” ikinci sınıf yurttaş olarak kabul edilmiştir.
1864 Haziran’ın da Lincoln’e ve fikirlerine inanan insanlar tarih yazdı ve siyahîlere vurulan zinciri tarihin arka bahçesine gömdü. Bugün bile hâlâ yalnızca siyahî yurttaşlar arasında değil, bütün ABD vatandaşları Lincoln’e içten bir saygı beslerler. Elbette kendisine destek olan dava arkadaşlarına da. Çünkü tarih, kendi içinde sosyolojik bir yapıya sahiptir. Olaylar, kendi şekilleriyle birlikte tarihi kimliklerin doğmasına da neden olur. Bizdeki örneği Atatürk’tür. Lincoln siyahî yurttaşlara, Atatürk koca bir ulusa özgürlüğü getirmiştir.
Lincoln, Atatürk ya da bir başka tarihi kişilik, hepsinin ortak paydası, kendilerini bir ulusa, bir amaca adamalarıdır; hepsinin ortak kimliği, kurtarıcı olmalarıdır. Bugün; ülkemiz başta olmak üzere yıllardır devam eden bir başka insanlık suçu ise, topluluğun “azınlık” olarak ötekileştirdiği engelli yurttaşlardır.
İnsanlar, olağan olan hiçbir konuda bir araya gelemez, klişe hâline gelen barış ya da iyilik gibi kavramlarda kolay kolay hemfikir olamaz; fikir ayrılığı yaşarlar. Ama topluluk tarafından menzile itilen çoğunluk, kendi toplumu içinde azınlık hâlini alır. ABD ya da dünya üzerindeki siyahî yurttaşlarla benzer sorunları yaşayan engelli yurttaşlarımız da bu anlamda aynı kaygıları, aynı şikâyetleri, aynı sorunları beslerler. Ülkemizdeki örneği olan engelli yurttaşların “topluluk” üzerindeki algısı; “tekerlekli sandalyeye ihtiyacı olan kişi”dir. Yani topluluğa göre engelli bir yurttaşın evden çıkıp bir parkta hiçbir engele takılmadan gezmesi lüks, hatta gerekliliği olmayan bir şeydir. Topluma göre bir engellinin tekerlekli sandalyeden ya da onun türevlerinden başka bir şeye ihtiyacı olamaz. Olursa eğer, o onun “sesini yükseltmesidir.”
Hâlbuki toplulukta tanımı zaten yıllar evvel yapılan ötekinin misyonu; susmak, kendisine verilen paya razı gelmek ve fazlasını istememektir. Temel ihtiyaçları olan tekerlekli sandalye yahut bir başka ihtiyacının dışına çıkan “öteki”, bu noktada “aykırı” biridir. Bu yüzden toplum, kendi içinde yeni bir algı yaratır: Bunlar kendilerine verilenden fazlasını istiyorlar, o hâlde buradan da beslenmeliyiz.
Bunu da kendi çıkarına kullanan toplum -yoksa siyasetçi mi demeliyiz?-, engelli yurttaşın tekerlekli sandalye dışında hakkı olan “diğer şeyleri,” zaman içerisinde ona verilen bir armağan gibi sunmaya, yalnızca toplum içerisinde değil, engelli kimliğe sahip yurttaşlar arasında da böyle bir algının yeşermesine neden olur: Tekerlekli sandalyeden başka bir şeye ihtiyacın yok.
Oysa örneğini verdiğimiz Lincoln ya da Atatürk, dönemin ve geleceğin inşa edilmesinde kendilerine misyon edindikleri toplum mühendisliğini, yalnızca köleliğin ya da halifeliğin kaldırılması için üstlenmedi; bilakis, yapılan değişimler her iki ulusa da yeni bir geleceğin anahtarını vermişti. İçinde bulunduğumuz modern ve medenî(!) yüzyıl, bundan 150 sene evvel halledilen bir insanlık suçunu, bizim coğrafyamızda onlarca yıldır çözemiyor.
Şu an içinde bulunduğumuz ve “çoğunluğa” göre hareket eden bu sistem; biz engelli yurttaşların tekerlekli sandalye ya da benzeri bir temel gereksinimden öte, herhangi bir ihtiyacımızın olabileceğini kabullenmiyor. Tıpkı siyahî yurttaşların ata binmesi, şehirde özgürce dolaşması ya da diğerleri gibi bir aktivitede bulunması gibi, biz engelli yurttaşların da bu topraklarda âşık olmasını, bir parkta çiğdem yiyebilmesini, evinden çıkıp sinemaya gidebilmesini aykırı bulan sisteme göre biz engelli yurttaşlar, evinde oturması gereken, cinsel ya da sosyal bir hak talebinde bulunmaması gereken, şayet bulunursa bunun ayıp bir şey olduğunun kendisine dikta edilmesi gereken bir “azınlık” olduğumuzu söylüyor. Onlara göre biz; tekerlekli sandalyeler almalı ve evimizden çıkmamalıyız.
Bundan 150 yıl evvel ABD başkanı Abraham Lincoln, meclise taşıdığı On Üçüncü Yasa tasarısını dava arkadaşlarının da yardımıyla meclisten geçirdi ve siyahî yurttaşlara hak ettikleri özgürlüğü verdi. Benzer bir savaşı Atatürk ve dava arkadaşları da bu topraklarda verdi; halifeliği kaldırdı ve tıpkı Lincoln gibi, Atatürk de bizim için kurtarıcı oldu.
Bugün biz engelli yurttaşların üzerindeki bu kara bulutların dağılması için gereken şey yalnızca bir kurtarıcı değil, toplum içinde bizim üzerimizden yaratılan yanlış algıdır: Ben, siz, tüm yurttaşlar, yalnızca tekerlekli sandalyeye ihtiyacı olan insanlar değiliz!