Sonbaharını Zamansız Yaşayan Yapraklar

Halil Yılmaz

Admin
Yönetici
Katılım
May 19, 2010
Mesajlar
14,522
Tepkime Puanı
193
Puanları
63
Yaş
50
Mutluluk, huzur, minik ayakların büyük yürekleri, tamamen duygusal, bazen de farklı şeyler; mesela renkler veya sesler eksiktir hayatınızda. Yaradan bir şeyler verirken bir yerlerden de alır ara sıra. Benim kulağımdan aldı, bambaşka armağanlar verirken… Aile, para, azim… Belki de dünyamdaki seslerin eksikliklerini anlamam için hediye etti tüm bunları.

Yine sessiz bir güne uyanırken gün ışıklarının odamın ortasındaki beyaz üstüne, bir ufaklığın çizdiği resimleri andıran küçük küçük çiçeklerin olduğu yorganımın üzerine düşüşünü izlemeye koyuldum. Mor, turuncu ve kan rengi isimlerini bilmediğim amatör çiçeklerin arasında öylesine atılmış çimler…Sevinçten kahkaha atan çocukların sessiz sineması düştü zihnime. Bir süre onu izledim, onu taklit edip (!) sessiz sessiz. Bugüne hızlı başlamaya pek niyetim yoktu iş görüşmem saat 10’da olduğu için.
Saçlarımın rengi haykıran gün ışığı, mahzun kalmıştı, onu yorganımın üzerinde bırakarak mutfağa gittiğimde. Midemin iş görüşmesinde ilgi çekmesini istemedim. Bana pek sesini duyuramasa da eminim, karşıdakine rahatça kendini dinletecektir. Orada ilgi çeken midem değil, ben olmalıyım.Tam da bu sebepten ötürü üzerine iş görüşmemi unutmamam için yapıştırdığım notun olduğu buzdolabımı açıp kahvaltı hazırlıklarına başladım.

Akrep ve yelkovanın koşturmaca oyunu 10’u gösterirken gerektiği gibi Özgür Engelliler Okulu’na varmıştım. İlk hedef: Müdürün odası!
“Tık, tık, tık!” Kapıyı üç kez tıklattıktan sonra ‘gir’ deyip diyemediğini duyamadan içeriye girdim. Karşımda kafasının tepesindeki saçlarını kellik almış götürmüş, tahminen 50’lilerinde bir beyefendi duruyordu.

“Mearabu”
Ben en iyi şekilde böyle söyleyebiliyorum. Demek istediğimi seçebilmiş mi bilmiyorum ama garanti olsun diye, çantama koyup yanımda getirdiğim minik yazı tahtamı çıkarıp ona düzgünce ‘Merhaba’ yazdım ki ne dediğimden emin olsun.
Burada yıllardır çalışıyor olacak ki, ya da çok zeki, sorunumu hemen anladı: “Doğuştan sağır mısınız?” Fakat devamı tamamen yanlış anlamadan ibaretti: “Hemen mi kaydolmak istiyorsunuz?”

Herkes aynı şekilde karşılıyor her zaman. Ne var yani, bir engelli iş için engelliler okuluna başvuramaz mı? Tüm bunlardan bunları mı anlamam gerekiyor?
“Bakü yalnosanladunıs.” Bana ‘Ne diyor bu ya’ bakışı attığını görünce işe yazmakla devam ettim: “Beni yanlış anladınız. Ben iş başvurusu için gelmiştim.”
Bu durumda neler olduğunu bir çocuğun şekeri ağzına attığı an –hele bir de zorlu açma faslı geçirmişse- hissettiği mutluluk kadar iyi biliyorum; çünkü her zaman, hiç istisnasız aynı şey oldu: Müdür ilk önce kulaklarına inanamaz. Sonra ‘anlamadım’ ayağına yatar –aslında anlamıştır da benimle dalga mı geçiyor diye kontrol eder aklınca-. Ben tekrar aynı şeyi yazarım. Ciddi olduğumu anlayınca önce afallar gibi olur. Akabinde engelliler okulu gibi kutsal bir iş yerinde nasıl böyle insanların olabildiğine inandıramayan bir yüz ifadesi ve sesle, gayet duygusuz konuşur; ‘’Biz engellilere yardımcı oluyoruz, onları eğitiyoruz. Engelli birine öğretmenlik vermiyoruz. Ama eğer öğrenci olarak girmek isterseniz kapımız sonuna kadar açık.’’ Evet, hep aynı zırvalığı yaparlar. Ha bir de şu var. Nasıl unuturum bunu? Benim doğuştan sağır olduğumu hatırlarlar ve ‘Ah, doğuştan sağırdı.’ nidası koyuverirler odaya. El işaretleriyle anlatırlar o dediklerini. Ben onları şaşırtan özelliğimi ortaya koyarak tam anlatımlarının ortasında tahtama ‘’Dudak okuyabiliyorum.’’ Yazarım ve ardından odayı terk ederim, ardımda sonbaharını yaşamış hayal ağacımın yapraklarını döke döke, tek bir yaprak kalmayana dek. Ama o bilmez, daha sararmaya yüz –bile- tutmamış yapraklarımı döktüğümü. Onlar, o normaller hiç bilmezler içimdeki sessiz rüzgarın ne kabuslar yaşattığını, benim için aslında ‘fırtına öncesi sessizlik’ denen zırvalığın hiç olmamış ve olamayacağını.

Duygularımı dillendirsin diye kalemimi alıp başladım yazmaya. “Sağır, kör veya her ne engeli varsa, o öğrencilerinizi anladığınızı düşünüyor musunuz?”
Pişkin pişkin cevap vermede gecikmedi. “Tabii ki de. Eğer anlamasam burada işim olmaz.”

Gözlerim dilim kadar beceriksiz değildi. İçimdeki tüm nefreti kusuyor ve adeta haykırıyordu: “Sadece zannediyorsun. Aslında hiçbirini anlamıyorsun ve öğrencilerin de anladığını düşünmüyor. Şu ana kadar birçok öğretmenim oldu ve hiçbirinin beni anladığını düşünmedim. Biri dışında. Kimdi biliyor musunuz?” Gözyaşlarımı içime hapsedip, hayal ağacıma hayat olmasına izin verdim, toprağına düşerken çıkardığı sesi duymadan.
“Şüphesiz ki işinde çok başarılı olmalı. Sizi de inandırdığına göre.” Pişkinliğini ve canımı sıkan sırıtışını rafa kaldırmayı aklından bile geçirmiyordu.
“Doğuştan sağır bir öğretmenimdi.”
Tahmin ettiğim olmuş, müdür afallamıştı.

“Siz normal insanlar hiçbir şey bilmiyorsunuz! Bir gün müzik dinlemediğinde öleceğini düşünen insanlar var. Biz bir ömür müzik dinleyemeyeceğiz! Hiçbir müzik. Ne o gürültülü dediğiniz hard rock, ne de slow bir şarkı! Bizim hiç nefret ettiğimiz bir ses olmadı. Hiçbir zaman insanlara ‘Sus! Sesini bile duymak istemiyorum artık!’ diye bağıramadık! Biz ne annemizin ‘Canım kızım’ deyişini, ne büyükannemizin bizi ‘Torunum’ diye sevişini, ne de küçük bir çocuğun ağlama sesini duyabildik! Evet, biz hiçbir ses duyamadık. Bebekken annemizin kalp atışını duyup tam anlamıyla güvende hissedemedik! O kalp atışlarını sadece manen hissedebildik! Bu nedir biliyor musunuz?
Günün birinde anne baba olursak gece çocuğumuzun ağlama sesiyle uyanma şansımız yok! Çocuğunuzun size ‘Babaaa!’ diye masum masum seslendiğini ama sizin onu duymadan öylece dönüp gittiğinizi düşünün. Bir değil, iki, değil, üç değil. Belki milyonlarca kez.

Birinin hiç duymazdan geldiniz mi? Peki ya biz? Söyler misiniz, biz duyar gibi yapabilir miyiz? Hanginiz bunu anlayabilir? Bu, yaşanmadan anlanamaz! Biz engellilere bizi anlayan biri lazım. Siz normaller hiçbir zaman bunu anlayamayacaksınız!” Gözyaşlarımı umutlarımla birlikte sildim. Bir daha yeşermemeleri için de ağacımı kökten kestim, üzerinde tek bir yaprak yokken.

İçimdeki tüm birikenleri böylece dışa vurabilmiştim. İçime attığım gözyaşlarım, hayal ağacımı sulamayı bırakıp yazı tahtamı ıslatmıştı konuşmam sırasında. Hayallerim gibi dağılan mürekkepler…

“Söz normellardınnofredadiyoğım. Jünki benim dıyemadıgum sesimi düyosunuj.” Ve ona sesimi ödünç vererek bir odayı daha terk ettim.
“Bir umut…”larım bitmesin diye uğraştım şu yaşıma kadar. Engellerin bizi güçlendirmek için konulmuş bir basamak olduğunu düşünerek yaşadım. Gel gör ki insanların benim gibi düşünmediğini hissediyorum.
CV’me son bir kez bakmak için elime aldığımda “Adı: Sema Karayol”un Hakkında kısmına şunları iliştirdiğimi gördüm:
“Ben çok şanslıydım. Çünkü zengin bir ailenin kızı olarak geldim bu dünyaya. Her türlü imkanım vardı, duymam dışında. Belki sizin için yapabildiklerim çok basit ama benim için kesinlikle değil.

Çok kötü konuşurum ama duyamasam da karşımdakini anlayabiliyorum. Çünkü dudak okumasını öğrendim. Bunu yapabilmem için uykusuz belki de binlerce gecem oldu. Mühim değil, her şeye rağmen insanların dediğini anlayabilmenin anlatılamaz bir duygu olduğunu öğrendim.
Bir sürü özel öğretmenden sonra bir engelliyi, en iyi bir engellinin anladığını öğrendim.Benim öyle millet gibi CV’me yazacak referanslarım veya tecrübelerim yok. Her başvurduğum yerde CV’me bakma gereği bile hissedilmiyor çünkü. Muhtemelen bunu okuyan siz de beni işe almayacaksınız. Çünkü siz henüz bir engelliyi, en iyi bir engellinin anladığını bilmiyorsunuz.”

Öngörülerimin beni haklı çıkarmasından tiksinti duyarak yırttım CV’mi.
Dosyanın içine bıraktığım küçük bir not kağıdı da düşmüş. Üzerindekileri harfi harfine hatırlıyordum. Mıh gibi çakılmış beynime ben fark etmeden: ‘’Eğer Özgür Engelliler Okulu’na da kabul edilmezsem, normallerden ölene kadar nefret edeceğim ve bir daha onlara kesinlikle duyamadığım sesimi duyma şansını vermeyeceğim! Hele ki dudaklarını okuyabildiğimi, onların ne dediklerini anladığımı asla göstermeyeceğim! Onlar nasıl ki beni duymazdan, görmezden geldiler, ben de öyle yapacağım.
Bir de şu mesele var: Hani normaller bizi anlıyormuş gibi yapıyorlar ya. Arada ne bileyim gözlerini bağlarlar veya bir şey duymamak için bir şeyler yaparlar falan. Bu defa da ben onları anlamaya çalışacağım. En pahalısından bir kulaklık alıp hard rock dinlemeye çalışacağım. Bakalım, onlar bizi ne kadar anlıyorlarmış… Eğer ki tek bir ses duyarsam, tüm ‘Normaller asla bizi anlayamayacaklar’ idealarımdan vazgeçeceğim, söz veriyorum. Allah’ım, lütfen bu idealarımdan vazgeçmeme yardım et.
*
Aksi halde… Korkarım ki… bundan sonra hayatıma bir et yığını olarak devam edeceğim.”

Ben Merve Kütle. 1 Nisan 1996’da Kumluca’da doğdum. Çiftçi bir ailenin dört kızından üçüncüsüyüm. Annem, Fatma; babam Yusuf KÜTLE. İki ablam (Tuba ve Gamze) ve bir küçük kardeşim (Zeynep) var.

Öğrenimime Beykonak Sevim Öner İlköğretim Okulu’nda başlayıp 4 yıl orada eğitim gördükten sonra Barbaros İlköğretim Okulu’na devam ettim ve buradan okul birincisi olarak mezun oldum. Liseye Kumluca Anadolu Öğretmen Lisesi’nde başladım. 1,5 yıl da burada öğrenim gördüm. Yarım yıl MF bölümünde bulundum. “KENDİ İSTEĞİMLE” dil eğitimi alıp hayallerimi gerçekleştirmek için şu an öğrencisi olduğum Kumluca Anadolu Lisesi’ne geçiş yaptım. Bu lisede –her ne kadar tabelamızda TM yazsa da- YDL 11. Sınıf öğrencisiyim. Ankara Üniversitesi’nde Japon Dili ve Edebiyatı okumak istiyorum.
 
Tekerlekli Sandalye
Üst