Eflatun’a göre siyasetin temeli sevgiye dayanır. Sevgi ile yapılmayan hiçbir hizmet, beraberinde demokrasi getirmez. “Devlet” isimli kitabında değindiği çarpık bürokrasi düzeni, her ne kadar Sokrates’in idamı üzerinden dönemin şartlarını ele alıyorsa da, temelinde yatan şey “öteki”ye duyulan nefret ve onun beraberinde işle(ye)meyen demokrasidir. Elbette üzerinde duracağım devlet-toplum ilişkisini şu dönemde içi boşaltılmış “sevgi” kavramı üzerinden “pozitif” bir hacme sokacak değilim. Anlatmak istediğim şey metafizik bir kavramın ötesinde, demokratik bir işleyiş. Nedir, peki bu “demokratik” işleyiş?
Ya sev ya terk et.
Milliyetçi damarlara sahip her ülkenin kapısında yazar. Sevmek zorunludur. Sevmeyen terk etmeli yahut bavulunu toplayıp gitmelidir. Sevmenin zorunlu olduğu topraklarda işleyen demokrasi ise, yönetici kesim dışında bütün “ötekileri” menzile iter. Bunun temelinde yatan nedense; zorbalıkla dayatılan sevginin bizzat korkunun kendisi olmasıdır. Örneğini verdiğim Eflatun’un Devlet isimli kitabında meslek grupları üzerinden yapılan çıkarsamalar, bugün içinde bulunduğumuz durumun özeti olsa da, dönemin “modern” şartları çok daha farklı sonuçlar doğurmaktadır. Berbat bir dönemde yaşadığımızı kabul etmekle birlikte, aranan demokrasinin nasıl bulunacağına dair her birey kadar benim de işlemeyecek birkaç fikrim var elbet. Ne kadar gerçekçidir, tartışılır.
Biraz uzaktan bakınca, benim de her siyasetçi gibi esas konuya geçmeden evvel gevezelik ettiğim dikkatinizi çekmiştir. Fakat bu boş lakırdıların maksadıma gölge düşürmesine izin verecek değilim. Esas gayemizin sevgi etrafında şekillenen demokrasi olduğunu düşünecek olursak, ülkemizde bu olgunun “metafizik” yansımalarının ne kadar acıklı olduğunu görebiliriz. Ben hatırlatmak adına bu konumda madde-madde gideceğim için şimdiden küçük iki maddemi not düşeyim:
-Kanser hastası kıza para vermek,
-Gözleri görmeyen bir vatandaşa “daha ne beklediğini” sormak ve buna inanarak, bu tutumdan utanmamak.
Sözünü ettiğim bu maddeler elbette demokrasi ya da benzeri herhangi bir kavramla uyuşmasa da, ülkemizde görev nezdinde icra edilen sadakalar, vicdanî bir “sevgi” ve “demokrasi” gösterisi olarak algılanıyor. Ama bu yazımda siyasal, geleneksel ve “genel” bir yoldan ilerlemek yerine, konuyu çok daha basite indirgemeyi ve hepimizin hayatlarında yer eden kavramlar üzerinden sürdürmeyi tercih ediyorum.
Daha basite indirgeyerek örneklendirmek gerekirse; bir babanın oğluna harçlık vermesi, yalnızca “sevgi” göstergesi olarak değil, “görev” olarak da addedilir. Çünkü “sevgi dolu” ve “demokrat” olan er, “sorumluluklarını” bilir. Bu “sorumluluklar” kişiyi yalnızca “demokrat” bir kaba sokmakla kalmaz, kişiyi “örnek” ve “bilinçli” biri hâline getirir. Yani demokrasinin özünde yatan şey; yalnızca yapmanız gerekeni yapmaktır; yaptığınızı duyurmak değil.
Yukarıda da bahsettiğim üzere “demokrasinin” öngörülebilir koşulları sorumluluklardır. Devlet olmanın, sorumluluk sahibi bir iktidar olmanın şartları da demokrasinin tabiatında yer eder. Bunları örneklendirme aşamasına geçecek olursak:
Hepimizin malumu olduğu üzere gündemde olan torba yasada yer eden ve engelli yurttaşları ilgilendiren kanunlara göre engelli yurttaşların “iş” sahibi olabilmesi için bazı “teşvik” kanunları yer alıyor. Nedir, bu “teşvik” kanunları?
a)Devlet, işverene; “Eğer istihdam edeceğin personel arasına engelli yurttaşları dâhil edersen; maaşının yarısını ben öder, sigortasını ben yatırır ve vergi muafiyetine tabi tutarım.
b)Özel sektörde %3, kamu sektöründe %4’lük bir istihdam kontenjanı.
Dışarıdan bakıldığında yukarıdaki maddeler ne kadar “demokrat” görünüyor, değil mi?
Ama biz, konuya bu toprakların vatandaşı olarak değil, adil bir dünyanın vatandaşı olarak bakalım.
Her birimizin özgürlük rejiminde “eşitlik” kavramının temelinde yatan şey; güçlünün-zayıfın, zenginin-fakirin, normal ve ötekinin yan yana olduğu andır. Çünkü bu eşitlik, “öteki” olarak addedilen gruba, bu gibi “teşvik” ve “ayrıştırıcı” kanunlarla “öteki ayrıcalığı” tanımaz. Çünkü “ayrıcalık” tanımak “eşitlik” değildir. Demokrasi denen icadın temelinde yatan şey; eşitliktir. Güçlüler tarafından yalnızca “işçi” kesimin istediğine dair dikta edilen “eşitlik” kavramı, ülkemiz topraklarında “milliyetçi” ve “ayrıştırıcı” bir “öteki hâl” de barındırıyor. Nedir, peki bu “ayrıştırıcı” ve “ötekileştirici” durumlar?
a)”Öteki” olarak addedilen engelli yurttaşlara verilen 2022 ve evde bakım “maaşı,” bizzat iktidar tarafından aşındırılabilir, kaldırılabilir ve keyfince değiştirilebilir bir “hizmet” olarak görülüyor. Yani demokrat olduğunu iddia eden siyasal iktidar; bu toprakların her karışında vermesi gereken eğitimi vermiyor, bilinçli nesiller yetiştirmiyor, o peşinden koştuğu genç neslin düşünmesine değil, kabul etmesine neden olacak koşullar hazırlıyor; tüm bunların gölgesinde kendisini “sosyal devlet” kalıbına sokacak görevlerini bir “şükran” ve “takdir bekleyen” duyguyla yapıyor.
İlk maddenin dipnotu: Devlet size bir şey vermez, siz ondan alırsınız.
b)Maruz kaldığımız dönem koşullarını ele alacak olursak ve gündemimizde yer eden meşguliyetlerden biri olduğunu kabul edecek olursak; torba yasa, siyasal iktidarın “öteki” olarak kabul ettiği engelli yurttaşlar üzerinde ne gibi bir algı yarattığının ve engelli yurttaşlar hakkında ne düşündüğünün en somut kanıtıdır. Ne diyor bu yasalarda, hatırlayalım:
-Kamu sektöründe %4, özel sektörde %3’lük bir istihdam karşılığında; sigorta, vergi ve maaş desteği.
İkinci maddenin dipnotu: Madem demokrat bir partiyim, o hâlde yaptığım hizmetleri yedi diyara duyurmalıyım.
Yani siyasal iktidar, “ötekileştirdiği” kitle üzerinden kendisine rol kesmekle kalmıyor, bu demokrasi dışı rüşvetle birlikte kendisine duyulan “şükran” duygusunu beslemiş oluyor.
Demokrasiden ve demokrasi rüzgârlarının getirmesi gereken öngörülebilir şartlardan bahsediyorsak; üstünü örtmek için kanun düzenlemekten değil, “iyileştirmekten” ve “sorumluluklardan” bahsetmeliyiz.
Eğer siyasal iktidar öteki olarak kabul ettiği engelli yurttaşları yalnızca yaşam alanında değil, iş sahasında da “kontenjan dolduracak bir kitle” olarak görüyorsa, o topraklarda demokrasinin esamesi okunmamalıdır.
Ya sev ya terk et.
Milliyetçi damarlara sahip her ülkenin kapısında yazar. Sevmek zorunludur. Sevmeyen terk etmeli yahut bavulunu toplayıp gitmelidir. Sevmenin zorunlu olduğu topraklarda işleyen demokrasi ise, yönetici kesim dışında bütün “ötekileri” menzile iter. Bunun temelinde yatan nedense; zorbalıkla dayatılan sevginin bizzat korkunun kendisi olmasıdır. Örneğini verdiğim Eflatun’un Devlet isimli kitabında meslek grupları üzerinden yapılan çıkarsamalar, bugün içinde bulunduğumuz durumun özeti olsa da, dönemin “modern” şartları çok daha farklı sonuçlar doğurmaktadır. Berbat bir dönemde yaşadığımızı kabul etmekle birlikte, aranan demokrasinin nasıl bulunacağına dair her birey kadar benim de işlemeyecek birkaç fikrim var elbet. Ne kadar gerçekçidir, tartışılır.
Biraz uzaktan bakınca, benim de her siyasetçi gibi esas konuya geçmeden evvel gevezelik ettiğim dikkatinizi çekmiştir. Fakat bu boş lakırdıların maksadıma gölge düşürmesine izin verecek değilim. Esas gayemizin sevgi etrafında şekillenen demokrasi olduğunu düşünecek olursak, ülkemizde bu olgunun “metafizik” yansımalarının ne kadar acıklı olduğunu görebiliriz. Ben hatırlatmak adına bu konumda madde-madde gideceğim için şimdiden küçük iki maddemi not düşeyim:
-Kanser hastası kıza para vermek,
-Gözleri görmeyen bir vatandaşa “daha ne beklediğini” sormak ve buna inanarak, bu tutumdan utanmamak.
Sözünü ettiğim bu maddeler elbette demokrasi ya da benzeri herhangi bir kavramla uyuşmasa da, ülkemizde görev nezdinde icra edilen sadakalar, vicdanî bir “sevgi” ve “demokrasi” gösterisi olarak algılanıyor. Ama bu yazımda siyasal, geleneksel ve “genel” bir yoldan ilerlemek yerine, konuyu çok daha basite indirgemeyi ve hepimizin hayatlarında yer eden kavramlar üzerinden sürdürmeyi tercih ediyorum.
Daha basite indirgeyerek örneklendirmek gerekirse; bir babanın oğluna harçlık vermesi, yalnızca “sevgi” göstergesi olarak değil, “görev” olarak da addedilir. Çünkü “sevgi dolu” ve “demokrat” olan er, “sorumluluklarını” bilir. Bu “sorumluluklar” kişiyi yalnızca “demokrat” bir kaba sokmakla kalmaz, kişiyi “örnek” ve “bilinçli” biri hâline getirir. Yani demokrasinin özünde yatan şey; yalnızca yapmanız gerekeni yapmaktır; yaptığınızı duyurmak değil.
Yukarıda da bahsettiğim üzere “demokrasinin” öngörülebilir koşulları sorumluluklardır. Devlet olmanın, sorumluluk sahibi bir iktidar olmanın şartları da demokrasinin tabiatında yer eder. Bunları örneklendirme aşamasına geçecek olursak:
Hepimizin malumu olduğu üzere gündemde olan torba yasada yer eden ve engelli yurttaşları ilgilendiren kanunlara göre engelli yurttaşların “iş” sahibi olabilmesi için bazı “teşvik” kanunları yer alıyor. Nedir, bu “teşvik” kanunları?
a)Devlet, işverene; “Eğer istihdam edeceğin personel arasına engelli yurttaşları dâhil edersen; maaşının yarısını ben öder, sigortasını ben yatırır ve vergi muafiyetine tabi tutarım.
b)Özel sektörde %3, kamu sektöründe %4’lük bir istihdam kontenjanı.
Dışarıdan bakıldığında yukarıdaki maddeler ne kadar “demokrat” görünüyor, değil mi?
Ama biz, konuya bu toprakların vatandaşı olarak değil, adil bir dünyanın vatandaşı olarak bakalım.
Her birimizin özgürlük rejiminde “eşitlik” kavramının temelinde yatan şey; güçlünün-zayıfın, zenginin-fakirin, normal ve ötekinin yan yana olduğu andır. Çünkü bu eşitlik, “öteki” olarak addedilen gruba, bu gibi “teşvik” ve “ayrıştırıcı” kanunlarla “öteki ayrıcalığı” tanımaz. Çünkü “ayrıcalık” tanımak “eşitlik” değildir. Demokrasi denen icadın temelinde yatan şey; eşitliktir. Güçlüler tarafından yalnızca “işçi” kesimin istediğine dair dikta edilen “eşitlik” kavramı, ülkemiz topraklarında “milliyetçi” ve “ayrıştırıcı” bir “öteki hâl” de barındırıyor. Nedir, peki bu “ayrıştırıcı” ve “ötekileştirici” durumlar?
a)”Öteki” olarak addedilen engelli yurttaşlara verilen 2022 ve evde bakım “maaşı,” bizzat iktidar tarafından aşındırılabilir, kaldırılabilir ve keyfince değiştirilebilir bir “hizmet” olarak görülüyor. Yani demokrat olduğunu iddia eden siyasal iktidar; bu toprakların her karışında vermesi gereken eğitimi vermiyor, bilinçli nesiller yetiştirmiyor, o peşinden koştuğu genç neslin düşünmesine değil, kabul etmesine neden olacak koşullar hazırlıyor; tüm bunların gölgesinde kendisini “sosyal devlet” kalıbına sokacak görevlerini bir “şükran” ve “takdir bekleyen” duyguyla yapıyor.
İlk maddenin dipnotu: Devlet size bir şey vermez, siz ondan alırsınız.
b)Maruz kaldığımız dönem koşullarını ele alacak olursak ve gündemimizde yer eden meşguliyetlerden biri olduğunu kabul edecek olursak; torba yasa, siyasal iktidarın “öteki” olarak kabul ettiği engelli yurttaşlar üzerinde ne gibi bir algı yarattığının ve engelli yurttaşlar hakkında ne düşündüğünün en somut kanıtıdır. Ne diyor bu yasalarda, hatırlayalım:
-Kamu sektöründe %4, özel sektörde %3’lük bir istihdam karşılığında; sigorta, vergi ve maaş desteği.
İkinci maddenin dipnotu: Madem demokrat bir partiyim, o hâlde yaptığım hizmetleri yedi diyara duyurmalıyım.
Yani siyasal iktidar, “ötekileştirdiği” kitle üzerinden kendisine rol kesmekle kalmıyor, bu demokrasi dışı rüşvetle birlikte kendisine duyulan “şükran” duygusunu beslemiş oluyor.
Demokrasiden ve demokrasi rüzgârlarının getirmesi gereken öngörülebilir şartlardan bahsediyorsak; üstünü örtmek için kanun düzenlemekten değil, “iyileştirmekten” ve “sorumluluklardan” bahsetmeliyiz.
Eğer siyasal iktidar öteki olarak kabul ettiği engelli yurttaşları yalnızca yaşam alanında değil, iş sahasında da “kontenjan dolduracak bir kitle” olarak görüyorsa, o topraklarda demokrasinin esamesi okunmamalıdır.