Suyun Şifresine Övgü

Halil Yılmaz

Admin
Yönetici
Katılım
May 19, 2010
Mesajlar
14,522
Tepkime Puanı
193
Puanları
63
Yaş
50
SUYUN ŞİFRESİNE ÖVGÜ​
“Denizin canını acıtacaksın!” dedi adam.
Duymazdan geldi kadın ya da gerçekten duymadı. Kadınların geçici sağırlık yaşadığı zamanlar vardı. O dakikalar yeryüzünde bulunmadıkları rivayet olunurdu.
Kadın öylesine sert kulaçlar atıyordu ki martılar onun denizi dövdüğünü düşünebilirdi. İç acısının tozunu, halı silkeler gibi denize silkeledi.
Dünya, Mevlevi dervişlerin sükûnetiyle başını eğmiş dönüyor, güneş Palamutbükü’ne ışığını sağıyordu. Sahili dolduran tatilcilerin sesleri, Dostlar Restoran’dan gelen müziğin sesine karıştı. Yukarı köylerin çocukları, topladıkları bademleri -onların deyimiyle payamları- güneşlenen turistlere satarak para kazanıyordu. Bu çocuklar, deniz ve kekik kokan çocuklardı. Ama kendi kokularını duymadıkları için başka kokuların düşlerini görürlerdi rüyalarında. Tatil sezonu dışında sahil kasabalarında nasıl bir yaşam olduğunu bilmeyenler onların düşlerini ilk defa gördükleri bir hayvandan ürker gibi dinlerdi. Yaz aylarında Akdeniz’in mavisine kendini yamayan bu turistlerin geçici dostluğuna çocuklar zamanla aldırmamayı öğrendi.

Kadın öfkeli kulaçlarla denizi dövmeye devam etti. Suyla böylesine dövüşen insanların, deniz dışında kanayan bir hikâyeleri muhakkak olurdu.
“Denizin canını acıtacaksın!” dedi adam.
“Acı mı?.. Acının canı cehenneme!.. Acı adil değil…” dedi kadın.

Kadının cevap vermesi, sökülmeye başlamasıdır. Kadın sökülmeye başladığında, artık ne güneşi görür, ne denizi, ne martıları, ne de balıkları!.. Yumağına sarılacak bir insan bulamazsa, kendi söküğüne dolanır, zihni arapsaçı olur. Kadınları en çok hangi cümle sökebilir, bunu kimse bilmez. Kimse bilmez kadın ne zaman ve kime sökülür?..
“Adalet dediğimiz şey adil mi?” dedi adam.
Kadın,
“Her sarayın bacasından bir kral ya da bir padişah tüterken adaleti saraylara kapatıp Adalet Sarayı yapmak adil olur mu hiç?” diyerek denizi dövmeye devam etti.
“O vakit, taşın damarlarında dolaşan toprağa inan!”
Kadın, taşın damarlarında dolaşan toprağı düşündü.
Kısa bir sessizlik geçti kadınla adamın arasından. Adam yırttı sessizliği.
“Benim adım Toprak.”
“Benim adım da…”
Adam kadının cümlesini keserek,
“Su!.. Su olsa ya senin adın!..”

Burcu’nun adı Palamutbükü’nün masmavi denizinde harf değiştirip, biraz da eksilerek “Su” olsaydı ne olurdu?.. Tam da kendinden kaçmaya çalışırken “Su” olmak, belki de bereketti. Burcu, Toprak’a itaat ederek Su oldu.

Kadınla adam denizin içinde tanıştılar, uzun uzun konuştular hatta kadın denizi dövmeyi unuttuğunda gülüştüler…
Yakın köylerden biri olan Mesudiye’de adamın hediyelik eşya dükkânı vardı. Adı az önceki tanışmada Su olan Burcu ise ilk defa tek başına tatile çıkma cesareti gösteren bir fabrika işçisiydi. Daha önce bunu yapmaya ne parası, ne cesareti, ne de yaşadığı çevre izin vermişti…

Toprak’ın masmavi gözleri taşarak denize karıştı. Su’yu sakinleştirmek için sevdiği şarkıların notalarını serdi Akdeniz’in mavisine. Uzun süre bankacılık yapan Toprak, eşinden boşanmasına sebep olan o uğursuz kazadan sonra işini bırakmış, uzun yıllar ihmal ettiği ailesinin yanına, Palamutbükü’ne yerleşmişti. Aile, çocuklarına kapılarını daima açık tutan bir handı. Toprak, umuttan yana yürüdü, dönüm noktasının adını “yaşam” koydu.

Bu tanışmadan sonra Toprak ve Su arasında deniz sohbetleri başladı… Su, dilini anlayan tek insanı bulmuşçasına saatlerce konuştu. Döktü kendini Toprak’a… Toprak zaten yıllardır hasretti Su’ya…

Bir hafta boyunca birlikte yüzdüler ve denizde buluşup sohbet ettiler. Toprak zaten denizde yaşıyor gibiydi. Su cesaretini toplasa “Akşam yemeğini birlikte yiyelim, sabaha kadar konuşalım,” diyecekti. Kadınlık gururu mudur nedir, bir şey engelledi onu. Gitmesine az kalmıştı, üç gün sonra Datça’nın badem gözlü gelini Palamutbükü’nden ayrılacaktı. Yalnızca denizin içinde buluşmalarının nedenini bir türlü anlayamamıştı. Sahilde oturup konuşsalar olmaz mıydı?.. Yoksa bir oyun muydu bu deniz sohbetleri?

Su, o gün Toprak’la buluşmamaya karar verdi. Uzaktan izleyecekti onu. Yüksekçe bir kayalığa oturdu. Buradan Toprak’ı rahatça izleyebilirdi. Daha önce Toprak’ın ne denize girdiğini ne de denizden çıktığını görmüştü. Bir sırrı olmalıydı.
Denizin ritmine dalıp gitti.
Deniz suyunun ne kadar konuşkan, toprağın ne kadar ketum olduğunu düşündü. Deniz hareketliydi, topraksa durağan. Suyun dönüştüğünü düşündü; yağmura, kara, buluta… Deniz, insanı çevikti, kara insanı hantal.
Toprak suya susarsa, su neye susardı?..

Ölünce toprak olunurdu, neden su olunmazdı?.. Suda ölenlere ya da suya gömülenlere “su oldu” denmezdi?.. Suya gömülenler belki buharlaşıp bulutlara yerleşirdi! Sahi, bedenimizin büyük bölümü sudan ibaretse, topraktan çok su sayılmaz mıydı insan?.. Dokuz ay on gün suyla kaplı bir evrende yaşadığımız için mi tatil deyince aklımıza su gelirdi?.. Bir çeşit su çekimi miydi bu?..

Su birdenbire irkildi, Toprak oradaydı işte!. Yüzüyordu yine… Onu beklediği çok açıktı. Sabırla Toprak’ı izlemeye devam etti. Toprak, saatler sonra denizden çıkmaya karar verdi, yavaş yavaş sahilin en ıssız kıyısına yüzdü. Kimsenin olmadığı bir yere gelince attı kendini kumlara. Sonra sahile geniş ve derin bir iz bırakarak tüm bedeniyle sürüne sürüne kumsalın bittiği yere geldi. Tekerlekli sandalyesine oturdu, sağına soluna baktı ve arkasından gevezelik eden iki paralel çizgiye aldırmadan uzaklaştı.

Su şaşkındı. Toprak’ın yürüme engelli olduğunu bu şekilde öğrenmek onu çok etkilemişti. Toprak’ın sırrı buydu demek. Bütün tümceler birdenbire korsanlar tarafından yağmalanmış bir sahil kasabası kadar çıplak kaldı… Toprak, karada batan bir gemi gibi hissediyor olmalıydı kendini. Suyun adaletine sığınmıştı. Deniz, bedensel engelini sakladığı için onları eşitliyordu. Bilmiyor muydu Toprak, dünyadaki en büyük engelin kötü gönüllü insanlar olduğunu?.. Bu yüzden savaşların çıktığını, bu yüzden ölümlerin olduğunu, bu yüzden sevginin can çekiştiğini…

Burcu, bir an Toprak ve Su arasında kaldı. Ama sadece bir an. Oturduğu kayanın çatlağında büyümüş bir çiçek gördü, çiçeği koparıp tuzlu suya attı. Çiçek dönmedi, tuttu elinden denizin, gitti uzaklara. Suyun şifresini hatırladı. İki Hidrojen bir Oksijen… H2O…
Suyun şifresi “Hayırlı Olsun Hayırlı!” dedi Burcu’ya.

Sudan sebepler bulmaya gerek yoktu. Su, Toprak’tan yana aktı. Akmak, daima buz kesmekten daha hayırlıydı…

YAZAR:
HALİME YILDIZ

Bulgaristan’ın Şumnu kentinde doğdu. İlköğrenimine doğduğu kentte başladı. 1978 yılında kendi ifadesi ile “gül kokusundan iğde kokusuna bir göç serüveni” yaşadı. Bulgarca başladığı eğitimine Türkçe devam etti. Gözlerine bulaşan Rumeli’yi hiç yıkamadı.

Orta ve lise öğrenimini Eskişehir’de tamamladı. Marmara Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Eğitimi Bölümü’nden mezun oldu. İstanbul, Diyarbakır ve Bursa’da Türk Dili ve Edebiyatı öğretmeni olarak görev yaptı. Şu anda Bursa’da üstün yetenekli öğrencilerin eğitim gördüğü BTSO Kamil Tolon Bilim ve Sanat Merkezi’nde görevine devam ediyor.
Şiir ve denemelerinden bazıları Makedonya, Kosova ve Suriye’de yayımlandı. Suriye’de düzenlenen Uluslararası Rakka Şiir Festivali’ne Türkiye adına katıldı. Şiirleri çeşitli dillere çevrildi. On dört dile çevrilen şiirlerini Udumbara adlı şiir kitabında topladı. Şiirleri çeşitli dergilerde yayımlandı, Türkiye’de ve Balkanlarda pek çok antolojide yer aldı.

Eğitimci arkadaşlarıyla birlikte Bursa’da Yansımalar dergisini çıkardı. İki yıl radyo programları hazırlayıp sundu. Türkiye Yazarlar Sendikası ve Edebiyatçılar Derneği üyesi.
Aldığı ödüller: Milli Eğitim’in düzenlediği yarışmalarda 1992 Şiir Ödülü birinciliği, 1993 Şiir Ödülü ikinciliği, 1992 Deneme Ödülü birinciliği; 1998 Ana Edebiyat Dergisi Şiir Ödülü ikinciliği, ÇKSD Uluslararası "Göç" Konulu yarışmada Şiir Ödülü 1. Mansiyon, 2013 Şair İbrahim Yıldız Seçici Kurul Şiir Ödülü.

KİTAPLARI

1. Sensizlik Yüreğimin Deprem Kuşağı, şiir
2. Kadın Suretleri, şiir
3. Yorgun Atlar Tekkesi, gezi-anlatı
4. Uçurtmayla Balık Tutmak, ilk gençlik kitabı
5. Udumbara, şiir
6. Ve, öykü
7. Kertenkelime, ilk gençlik kitabı, deneme
 
Tekerlekli Sandalye
Üst