Tüm Zamanların En iyi Dansı

Halil Yılmaz

Admin
Yönetici
Katılım
May 19, 2010
Mesajlar
14,522
Tepkime Puanı
193
Puanları
63
Yaş
50
Zifiri karanlık gecelerin birinde, yaşayan bir ölü gibi bıraktı kendini yatağa. Annesi her geceki gibi “tatlı rüyalar” öpücüğünü kondurdu yanağına. Ama bu kez gülümsemedi. Kardeşinin odasından gelen müzik sesisin kısılmasını, mümkünse evrendeki tüm müziklerin susturulmasını istemekle yetindi. Gözlerini kapadı ve her uykuya dalmaya çalıştığında olduğu gibi, melekler gibi uçtuğu, zarif hareketlerle süzüldüğü bir koreografi geldi gözünün önüne. Kazadan beri tek fark bu hayalin sonunda bir kâbusa dönüşüyor olmasıydı. Ömrünü altın adımlara adamış gencecik bir kızın daha ölmeden bu dünyadan ayrılışıydı söz konusu olan.

Artık hissetmediği bacaklarına dokundu. İçinde kuğular, kraliçeler, rüzgar perileri dans ederken o, el yordamıyla bulduğu ilaçları yuttu. Başucundaki, üzerinde süslü harflerle, “dans kraliçesi” yazılı kupa - ilk bale öğretmeninin armağanıydı - şimdi bu dünyadan tamamen ayrılması için yardımcı oluyordu. Sonra usul usul, kör kuyular kadar karanlık, rüyasız bir boşluğa bırakıverdi kendini. Önce duvarlardaki posterler silindi. Tüm dans ilahları ve ilaheleri o boşluğa gömüldü. Sonra o gece kazadan önceki muhteşem gösterinin figürleri eriyip anılardan bir girdaba dönüştü. Hemen ardından, tüm aşkları, tutkuyla atılan her adımı, sonunda tüm sesleri ve sahnelerdeki tüm ayak izlerini yuttu girdap. Ödüller, tebrikler, konuşmalar, tüm dünyadan binlerce izleyici, daha ileriye gitme hayalleri, kostümler, taçlar, kusursuz dönüşlerinde saçlarında hissettiği rüzgâr, her şey yitip gitti. Sıra, şimdi zamanın bilinmez bir yerinde, hareket etmekten aciz, donup kalmış halde sonunu bekleyen Elvan’a geldiğinde, karşısında beklediği gibi bir beyaz ışık huzmesi değil, rüyasız sandığı âleme giden ışıksız bir geçit çıktı. Kendini o küçük delikten öteye bırakmaktan başka çaresi de yoktu.

Tüm zamanların en güneşli, en taze gününe uyandı. Annesine seslendi, sonra kardeşine. Evde kimseciklerin olmadığını fark ettiğinde çok şaşırdı. Yatağın yanındaki metal çubuklara tutunup kendini hemen yanı başında duran akülü sandalyesine atıverdi. Evde dolaştı. Kaza gününden bu yana hiçbir gün böylesine kolayca başlamamıştı. Mutfakta onu bekleyen kahvaltıya eşlik eden kahvenin yoğun kokusu yayılıyordu koridora. Biraz atıştırıp kahvesini yudumladı. Sonra aniden masa başında buldu kendini. Karşısında son gösterideki partneri Serhat duruyordu. Bir tuhaflık vardı. Serhat’ın zümrüt yeşili gözleri donuk donuk bakıyordu artık, hatta, gerçek anlamda baktığı söylenemezdi pek. Önündeyse görmezlere özel bir yazıyla yazılmış “mektuplar” vardı. Bir takım mekanların, balo salonlarının, sahnelerin, festivallerin merkez bürolarının telefon numaraları önlerinde duruyordu. Fonda Claire de Lune çalıyordu. Bu, son gösterinin başlamasından önce dinletilen parçaydı. Akorlar onları bir duygudan diğerine sürüklerken genç adam yerinden kalkıp “dansın kraliçesi”ni kucaklayıverdi. Ard arda kaldırışlarla çılgınlar gibi dönerek turladılar salonu. “Basılmadık yer bırakmayın” dedi eğitmenleri. Şimdi neon sarı bir tuvaletle salonun kapısına yaslanmış onları izliyordu. Elvan uyandığında gözlerini kamaştıran güneşin sarısından bile daha sarıydı “Madam”ın yerlere başka bir dünyanın alevleriye dokunan elbisesi. Müzik durunca delikanlı Elvan’ı sandalyesine oturttu. Üstünü başını düzeltmeye çalışan genç kız üzerinde papatya sarısı bir elbise olduğunu o an fark etti. Bu son provayla her şey hazırdı sanki. Ortada hazırlanmış bir gösteri vardı ve o gösterinin kralıyla kraliçesi dosyaları toparlayıp evden çıkmaya hazırlanırken Madam el sallayıp ortadan kayboluverdi. Artık elbisesinin rengini duvarlara vermişti.

Dışarı çıktıklarında ortalık her zamankinden sakindi. Baygın bir bahar kokusu, yolun iki yanındaki sapsarı çiçekler ve her zamankinden daha güleç olan esnafın selamları, çukursuz, yükseltisiz, dümdüz yollar boyu eşlik etti onlara. Yavaş ilerledikleri için korna çalan sabırsız “engelsizler”, gidecekleri yere beş dakika önce varabilmek için engelli asansörlerini işgal eden “vakitsizler” ve onları iğrenç bir yabancılar evreninin sefil sakinleri olarak gören “umarsızlar” yoktu. Durağa vardıklarında limon sarısı bir otobüs önlerinde durdu. Durak otobüsün numarasını duyurdu, çift rampalı kapıdan hiç zorlanmadan bindi araca. Yollarda birkaç istisna hariç yalnızca otobüsler ve ticari araçlar olduğundan trafik yoktu.

Şoför Elvan’ı gözleriyle Serhat’ı koluna dokunarak selamladı. Genç kız adamın konuşamadığını o an anladı. Yolculara baktı, herkes araçta engelli olmayan tek yolcunun gergin ve şüpheci tavırlarına gülümsüyordu. Müthiş bir eserde duyulan akortsuz bir ses gibiydi adam. Üstelik hastanede gözlerini ilk açtığında “Bu kızdan artık bir şey olmaz” gibi bir şeyler söyleyen babasından başkası değildi bu. Evden gittiği güne dek hep böyle bir olumsuz bakış açısını aşılamaya uğraşmıştı zaten. Sarı otobüs inecekleri yere geliverdiği sırada aslında babasının da engelli olduğunu düşünüyordu Elvan. İşin acınacak tarafı, tüm organları gereğince çalıştığı halde yüreğinin sesini duyamamanın, onun götürdüğü yere gidememenin, sevdikleriyle aynı yolda yürüyememenin, yaşamın sonsuz aydınlığını ve renklerini görememenin yatağa bağlı birininkinden bile daha fena bir engel olmasıydı.

Bir an sonra bir bürodaydı çift. Orada görmez, duymaz, yürümez ama dansın büyüsünü ruhlarının en derininde hissedebilir dostlarıyla buluştular. Biraz daha kalabalık olması haricinde, kaza günündeki büyük gösterinin ekibi şimdi engelliler derneğinin muhteşem gösterisi için kara gözlüklerini tekerlekli sandalyelerini bırakmış – bırakmış çünkü şu an görüldüğü kadarıyla her biri engelliydi – sahneye çıkmaya hazırlanıyordu. Ansızın rengarenk spotların altında, timpaninin iç hoplatan sesiyle kemanların huzur dolu kucağı arasında buldular kendilerini. Müthiş bir kreşendoyla flütler kızları kollarına almış en zor kaldırışları gerçekleştiriyordu. Birinci keman sol, ikince keman sağ kolundan tutmuştu Elvan’ı ve o ayakta alkışlanan sıçrayışına, havada süzülüşüne yardım ediyordu. Bir gayretle kendini Serhat’ın kollarına attı. Atlarken kara bir boşluktan geçip gerçek dünyaya düşüverdi.

Gözlerini evi bangır bangır dolduran bir kreşendoyla açtı. Ses o kadar yüksekti ki; camlar da eşlik ediyordu adeta. Gözlerini açtığında kardeşi karşısında dikilmişti. Güneş gözlerini kamaştırıyordu ve kardeşinin saçları o ışıkla altın gibi parlıyordu. Konuşmadılar. Oysa Elvan’ın öncelikle evde kazadan beri yasak olan notaların gezinmesine kızması gerekirdi. Kardeşi Selin “kendine gel” dedi muhtemelen. “Hayat bitmediğine göre, her şey bitmiş değil.” sonra amansız bir kavgaya tutuşacaklardı.
“Sen benim ne yaşadığımı anlayamazsın.”
“Evet, anlayamam.”
“Kapat o müziği.”
“Kapatmıyorum. Böyle kaçarak yaşayamazsın.”
“Yaşamak istediğimi kim söyledi.”
“Sen yaşamak ve dans etmek için yaratıldın, abla.”
“Dans edemem”
“Edersin. Yetenek bedene bağlı bir şey değil.”
“Benim lafımı bana satma.”
“Ruhla alakalı bir şey.”

derlerdi muhtemelen ve gözyaşları akıp ıslatırdı yanaklarını. Ama konuşmadılar. Elvan gibi bir dansçı olmak isteyen kardeşi, bir türlü ablası gibi umut vaat etmediği provaların her birinin sonunda ablasının verdiği öğütleri sadece ellerini önünde kavuşturup dimdik durarak vuruyordu Elvan’ın yüzüne. Ona vazgeçmemenin nasıl bir şey olduğunu anımsatmak için, ablasının en iyi anladığı dili, sözsüz dili kullanıyordu.

Güneş mevsim normallerinin üzerinde bir umutluluk oranıyla aydınlattı odaları. Elvan doğrulup ilk kez kendi oturdu sandalyesine. Bir fikir, bir rüya, bir duruş, yeni bir yaşam sunmuştu ona. Kahvesini kendi aldı o gün. Müzik eskiden olduğu gibi hâkimdi artık eve.

Kaza gününden sonra hiç kabul etmediği eski dostlarını ağırladı o gün. Serhat da aralarındaydı, ama nedense rüyasında hissettiği o sıcaklık yoktu gözlerinde. Nedense karşısında çiğ, küçük bir ruh durduğunu hissetti. Onlar gittikten sonra bir dosya alıp çıktı evden. Yollar maalesef rüyasındaki gibi uygarlık seviyesine ulaşamamıştı ve insanlar ne yazık ki ruhları için değil; bedenleri için yaşıyor olmanın verdiği hoyratlıkla, düşüncesizce davranıyorlardı. Bozuk kaldırımlardan geçemeyip yolun kenarına indiğinde bir sürücü cırtlak bir kornayla, hemen akabinde küfürle uyardı onu. Çamur dolu manasız çukurlardan geçerken biraz kirlendi bebe sarısı elbisesi. O limoni otobüse hiç binemedi. Durak konuşmuyordu, insanlar bir engellinin araca binmesini bekleyecek kadar sabırlı değildi. Şoför sabırsızlığını “hadi ablacım, hadi, ohoo” şeklinde belirttiğinde Elvan, sürücünün rüyasındaki gibi susmuş olmasını tercih edeceğini düşündü. Öylece kalakalmıştı durakta. Arabası akülü değildi, özel araca binecek kadar parası da yoktu. Zaten bu kez de arabasının bagaja sığması sorun olacaktı. Çantasında nadiren yediği o yüzden tam bir ödül mahiyetindeki çikolatalardan çıkarıp bir parça ısırdı. Damağında o en sevdiği tat dağılırken önünde ne tesadüftür ki açık sarı bir minibüs durdu. Sürücü inip Elvan’a yaklaştı. Bir süre sohbet ettiler. İnsan iyiyi iyi yüreklilikle istedi mi mucizeler ayakları önüne seriliverir ya, öyle bir durumdaydı şimdi. Adı Serhat olan zümrüt gözlü bu delikanlı Elvan’ın gitmeye çalıştığı engelliler derneğinin başkanıydı. Konu dans gösterisine gelince oturup bir kafede çay içerek konuşmaya karar verdiler. Çamlıca’da, yıllara meydan okuyabilmiş çay bahçelerinden birinde bir denize, bir birbirlerinin gözlerinin içine bakarak sohbete daldılar. İkisi de denizin mi yoksa karşılarındaki bakışların mı daha derin olduğuna karar veremeden geçiverdi saatler. Konu konuyu açtı. Evet, bir engelle yaşamak zordu. Sokaklar, şehir ve toplumun bakış açısı böyle bir durumu tölare edebilecek düzeyde değildi. Yine de diğerlerinin “engelli” saydığı bu insanlar her güçlüğün üstesinden gelebilecek kadar ermişti yaşamanın, insan olmanın özüne. “Engelli” olmayan pek çoğundan daha etkinlerdi hayatta ve hayalleri, planları, projeleri engel tanımadan büyüyor ve gelişiyordu.

O günü takip eden haftalarca projenin ön çalışmaları yapıldı. Ekip gösterinin aslındaki gibi on değil yirmi kişiydi. Duymazlar müziğin yerde oluşturduğu titreşimlerle hissettiler dansın büyüsünü, görmezler kendilerini re ile mi arasındaki büyük aralıktan mi ile fa arasındaki küçük olana taşıdı fütursuz adımlarla ve yürümeyenleri kollarında uçurdular göklere.

Aylar ayları kovalarken daha bir derinleşti bakışlar arasındaki muhabbet. Heyecan her zamankinden büyüktü, kaza günü ayakta alkışlanan gösterininkinden bile. Koreografi aynıydı; ama bu kez sahnede bedenler kadar, belki daha da fazla, ruhlar dans edecekti. Elvan’ın eski ekip arkadaşları, ailesi, hatta artık hiç de özlemediği babası bile almıştı yerini. En önde bir çift zümrüt göz izliyordu Elvan’ı.

Perde açıldı. Bir flütün şen sesine kapılıp süzüldü dansçı ruhlar. İzleyiciler nispeten basitleştirilmiş bir gösteri beklerken, yalnızca verilen emek için alkışlamaya hazırken büyü tüm salonu sardı. Mi’yi takiben sıralanmış lirik bir minör gamla geçişler yapıldı ve dans kraliçesi, birinci ve ikinci kemandan bacaklarıyla, sırtını viyolalara dayayıp gerçekleştirdi her seferinkinden daha başarılı, daha asil o atlayışını. Son nota vurduğunda bir salon dolusu ruh zamanın dona kalmış bir anına tutunuverdi. Eski dostların şaşkın, az da olsa kıskançlık dolu bakışları arasında, dakikalarca ayakta alkışlandı gösteri. Dansçıların perdenin kapanmasını bekledikleri bir anda, bir prenses zarif adımlarla süzüldü sahneye ve prens ondan aldığı altın tozlarını sunarak Elvan’ı yeni bir yaşama davet etti.

Şehrin gürültüsü, çalışmayan asansörler, birilerine hoş görünmek için düzenlenmiş gibi gösterilmekten bir adım öteye gidemeyen yaşam koşulları, ulaşılamayan imkânlar, her fırsatta “engelli” sanılanların yüzüne vurulan imkânsızlar, kâbus gibi bir yap-bozun parçaları olup dağılıp gitti o gece. Ve yeni bir bakış açısı için atılan adımların izleri hep kaldı sahnede. Yeniden doğmanın düşü tüm olumsuzluklara rağmen gerçeğin ta kendisi oluverdi.

AD/ SOYAD:
Özlem GÖRÜR

ÖZGEÇMİŞ: 4 Nisan 1985, İstanbul doğumlu olan Özlem Görür, Yeditepe Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü bitirdikten sonra aynı üniversitede Karşılaştırmalı Edebiyat üzerine lisansüstü eğitimini tamamladı. Bir dönem Türkiye’deki eğitimine ara vererek Almanya’da Essen-Duisburg Üniversitesi’nde Türkoloji okudu. Ayrıca Müjdat Gezen Sanat Merkezi Konservatuarı’nda Hafif Batı Müziği Bölümü’nden mezun oldu. Şu an gönüllü olarak Müjdat Gezen Sanat Merkezi’nde solfej eğitmenliği yapan Görür, müzisyenliğin yanı sıra oyun ve kısa öykü yazıyor.
 
Tekerlekli Sandalye
Üst