Türkiyede Kadın Olmak

gülümse_hayata

Üye
Üye
Katılım
Kas 9, 2010
Mesajlar
16,299
Tepkime Puanı
15
Puanları
0
Yaş
49
Türkiyede yaşayan bir kadın olarak bir takım sorunlar yaşıyoruz bunlara biraz değinmek istiyorum.

Kadın bir çok gelişmiş ülkede de sorunlar yaşamakta fakat Türkiyede bunun birazdaha yoğun yaşandığını düşünüyorum.Evet belki buna sebeb biz kadınlarız.Bunada sebebiyet veren yaşam koşulları eğitim düzeyi vs..

Şöyle bir baktığımız zaman diğer ülkelerdeki kadınların potansiyeli birazdaha yüksek gözüküyor.Ama Tür kadını daha cefakar daha vefakar değilmidir? Neler yaşar neler görür geçirir yinede sabreder sukunetle karşılar tüm zorlukları.Tek istediği biraz saygı hoşgörü ve takdirdir.

Türkiyede ki sorunlar muhtemelen her ülkede vardır.Önemli olan bu sorunlarla baş edebilme yetisinin gelişmiş olması ayrıca haklarımızı aramak için mücadeleci olmamız ve eğitimimizi sonuna kadar almamızdan geçiyor.

Yapılan bir çok haksızlıklar ve ayrıcalıklar var.Eğitim hakkı bir çok kız çocuğunun elinden alınıyor cinsel obje olarak kullanılan kadınlarımız var cinsiyet ayrımı hat saffada iş yaşamında kadınların yeri yokmuş gibi bir tutum sergileniyor.Kumalık hala gündemde keza anadoluda berder durumu hala devam etmekte cinsel taciz tecavüz saymakla bitmeyecek sorunlarla mücadele ediyoruz.

Evet belki bir çok ülkede bunların bir kaçını yaşayan kadınlarda mevcut ama hiç zannetmiyorumki hepsini bir arada yaşadıklarını ama Türkiyede öylemi hemen hemen her ilimizde bu tür sorunlar yaşanmakta.

Kadınlar artık kendilerini ifade edebilmeli bir takım yerlere gelebilmeli her kulvarda adını duyurabilmeli biliyorumki biz Türk kadınları bukadar çile çekebilecek güce sahipsek bunları yenme aşma gücünede sahibizdir.
 

Gazoz Agacı

Moderatör
Moderatör
Katılım
Nis 23, 2012
Mesajlar
9,302
Tepkime Puanı
64
Puanları
48
Yaş
54
Türkiye' de Kadın Olmak

ONLAR BAŞARDILAR! SİZ NEDEN BAŞARAMAYASINIZ !!!

Türkiye’de kadın olmak, daha doğarken hayata yenik başlamaktır. Ne tam anlamıyla çocukluğunu yaşayabilmek ne de kadınlığını hissedebilmektir. Her zaman geriden koşmaya başlamak ve her şeye iki katı fazla çalışmaktır.

Türkiye’de kadın olmak, kadın kalmak güçlü olmayı gerektirir. Her şeye rağmen mücadele edip, emek sarf edip “kendisi” olabilmek, her türlü baskıya karşın “kadın” olabilmek, “kadın” kalabilmek gerekir. Türkiye’de kadın olmak hayallerinin, ideallerinin peşinden koşamamaktır. Ancak tüm bu toplumsal baskılara, tüm engellemelere karşın yinede Türkiye’de ve dünyada ilkleri başaran ve tarihe “ilk ve öncü kadın” olarak adlarını yazdıran kadınlarımız azımsanmayacak orandadır.

İlk Türk kadın Tiyatro oyuncumuz Afife Jale; onun tiyatrocu olma isteğine karşı çıkan ve oyuncu olmayı hafiflik olarak gören babası Hidayet Bey’in tüm baskılarına rağmen hayallerinin ve ideallerinin peşinden koşmuş 13 Nisan 1919’da Hüseyin Suat’ın “Yamalar” adlı oyununda Emel rolü ile ilk kez sahneye çıkmıştır. Asıl ismi Afife olan sanatçı, bu oyunda “Jale” takma ismini kullanmış ve daha sonraları Afife Jale adıyla anılmaya başlanmıştır.

Şerife Feriha Sanerk; 1923’te İzmir’de doğdu. 1941 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne ilk kız öğrenci olarak girdi. Kaymakamlık kursunu bitirmesine rağmen cinsiyeti nedeni ile kaymakam olma isteği geri çevrilince Emniyet Genel Müdürlüğü’ne başvurdu ve komiser muavini olarak göreve başladı. 1953 yılında Emniyet Müdürü rütbesine yükselmesine rağmen kadın olduğu için ataması gerçekleştirilmedi. Ancak pes etmedi ve olayı yargıya taşıdı. Başlattığı hukuk mücadelesini kazanarak aynı yıl emniyet müdürü olarak göreve atandı ve tarihe Türkiye’nin ilk kadın Emniyet Müdürü olarak adını yazdırdı. 27 Kasım 2008 tarihinde “Uluslararası İş’te Kadın Kongresi’nde” plaket almış, hayatı “Tarihe Adını Yazdıran Kadınlar” belgeseli kapsamında konu edilmiştir.

Türkiye Fotoğraf Sanatçısı Ödülleri kapsamında Onur Ödülü’ne layık görülen, Türkiye’nin ve dünyanın “ilk savaş foto muhabiri” olarak tarihe adını yazdıran ve geçtiğimiz günlerde 12 Aralık 2012’te kaybettiğimiz kadınımız Semiha Es’tir.

Türkiye’nin ilk ve halen tek kadın valisi Lale Aytaman’dır. 06 Temmuz 1991 tarihinde Muğla valiliği görevine getirilmiş ve bu görevini 1955 yılına kadar sürdürmüştür. 1994-1995 yıllarında Muğla valisi olarak Avrupa Konseyi Yerel ve Bölgesel Planlamalar Kongresi Türk Milli Heyeti Başkanlığı yapmış, “Avrupa Planlamaları Çalışma Grubu” başkan yardımcısı olmuştur. Bu kadarla da kalmamış, geleneksel dokumacılığın korunması için Yeşilyurt Modelini oluşturmuş ve "MELSA" yı (Muğla El Sanatları) kurmuştur.

Süreyya Ağaoğlu 1928’de serbest avukatlık ruhsatını alarak “Türkiye’nin ilk kadın avukatı” ünvanının sahibi oldu ve hayatı boyunca avukatlık mesleğini sürdürdü. 1946’daki girişimleri sonucu İstanbul Barosu’nun Beynelminel Barolar Birliği’ne üye olmasını sağladı ve 1946 ila 1960 yılları arasında bu birliğin tek kadın yönetim kurulu üyesi olarak kalmıştır. 1952 yılında “Milletlerarası Kadın Hukuçular Birliği’ne” üye oldu. 1980 – 1982 Hukukçu Kadınlar Federasyonu ikinci başkanı olmuştur.


970648_569962519715688_635594327_n.jpg



Daha nice kadınlarımız Sabiha Gökçen, Safiye Ali, Türkan Akyol olmaz denileni başarmışlar ve her alanda kendilerini göstermişlerdir. Adeta meydan okurcasına ve elinin hamuru ile erkek işine karışma tabusunu yıkarcasına, sadece erkeklerin yapabileceği iddia olunan tüm meslek dallarında kadınlarımız bizde varız, bizde bu işleri yaparız inancı ile varlıklarını tüm dünyaya göstermişlerdir.

Elbette kolay yol almadılar, elbette bir çok zorlukla mücadele etmek, bir çok baskıya göğüs germek zorunda kaldılar ancak yine de yılmadılar. Başları dik ve büyük bir kararlılıkla ideallerinin, hayallerinin peşlerinden gittiler ve sonunda beklenen güne kavuştular.

Onlar başardılar! Siz neden başaramayasınız..... İnsanlık tarihine yön veren radyumu ve yaşam kurtaran özelliklerini keşfeden Polonyalı bilim kadını Marie Curie’nin kısa biyografisini sizlere belki ilham, belki cesaret, belki kararlılık, belki azim, belki hırs, belki de ihtiyaç duyduğunuz tüm manevi güç kaynağı olması, içinizde ki cevherleri keşfetmenize ve ortaya çıkarmanıza yardımcı olması ve katkı sağlaması dileğiyle beğenilerinize sunuyoruz.

“Marie Curie’nin yaratıcı yıllarında tek farklılığı cinsiyetinden ileri geliyordu. Marie Curie adı, en gözde gazetelerin baş sayfalarında yer alana değin, hiç bir kadın bilime önemli katkılarda bulunmamıştı.” (Robert Reid, “Marie Curie” biyografisinden)

MARİE CURİE

Marie Curie 7 Kasım 1867 yılında Varşova'da yatılı kızlar yurdunda doğdu. Annesi bu yurdun müdürüydü. Babası ise Varşova lisesinde fizik ve matematik öğretmeni olan Wladislow Sklodowski idi. Marie'nin o zamanlar adı Marya Sklodowska'ydı. Üç ablası vardı: Sofia, Bronya ve Hela, ailenin tek erkek çocuğu 4 yaşında ki Joseph'ti.

Marie'nin çocukluk yıllarında içinde gitgide büyüyen bir öğrenme sevgisi vardı. 5 yaşına geldiğinde su gibi okuyabiliyordu. ne var ki ailenin üzerine kara bir bulut çökecekti. Anneleri veremdi ve bu hastalık yüzünden acı çekiyordu. Ardından Bronya ve Sofia tifüs oldu. Bronya yavaş yavaş iyileşti ama Sofia hastalığı atlatamadı. 1876 yılının Ocak ayında Sofia 'yı son kez görmüş oldular. 2 yıl sonra bu kez verem annesini aldı. Bütün bu sıkıntılar içinde Marie eğitimini başarıyla sürdürebildi. utangaç ve öne çıkmaktan hoşlanmayan bir çocuk olduğu ancak yalnızca bir şeyi bulmak için yanıp tutuştuğu zaman kendini öne attığı ve kararlılığının her türlü engeli aşmasına yardım ettiği söylenirdi.

Polonya'da ki okul günleri zor zamanlardı. Mutlu bir ortam yoktu. Yüz yıldan fazladır ülkeleri bölünmüş, Avusturya, Prusya ve Rusya tarafından istila edilmişti. Marie’nin çocukluk yıllarında Ruslar Polonyalıları kontrol altında tutabilmek için yeni kurallar geliştiriyorlar, onların dilini ve dinini yok etmeye çalışıyorlardı. Her Cumartesi günü aile gaz lambasıyla aydınlatılmış çalışma odasındaki sıcak ortamda bir araya geliyor ve babalarını dinliyorlardı. Babaları onlara değişik ülkelerin büyük yazarlarını okuıyarak onlara tanıtıyordu.

1883’te Marie 15 yaşındayken okuldan başarısı için verilen altın madalyayla dönmüştü. Ancak gelecek pek parlak görünmüyordu. Zira Polonyadaki kadınlar yüksek okula gitmez, bir üniversite ya da teknik okula girebilecek bilgiler onlara öğretilmezdi.eğitimlerini ilerletmek istiyorlarsa başka bir ülkede üniversiteye gitmek zorunda olduklarının bilincindeydiler. Ancak bunu nasıl yapacaklar dı? Her zaman ki gibi ailenin fazla parası yoktu.

Marie 16 yaşındayken bir grup yiğit genç tarafından kurulan “Yüzen Üniversite”ye katıldı. Aralarından biri, sokaktan geçebilecek meraklı polisleri gözlerken, öteki genç kız ve erkekler, özel evlerin çatı katlarında toplanıyor. Ders dinliyor, düşünceleri tartışıyor, broşürler, kitaplar değiş tokuş ediyor ve Avrupa’nın öteki ülkelerinde çıkan yeni düşünceleri paylaşıyorlardı. Biliyorlardı ki yakalanırlarsa hapse atılacaklardı. Yine de devam ediyorlardı. Bu kısıtlayıcı ortam karşısında Marie ile Bronya önemli bir karara vardılar. Önce iki kardeş birlikte çalışacaklar ve Bronya’yı Paris’e gönderecek parayı toplayacaklar, Bronya gidip yerleşince Marie’nin yolculuğu için para biriktireceklerdi. Varşovadaki ailelerin küçük kız ve erkek çocuklarına kiçik ücretlerle özel dersler vermeye başladılar. Ancak Marie ailesinden uzak kalmak anlamına gelsede kent dışında bir ailenin yanında dadı olarak çalışacaktı, onların vereceği para ders ücretinden daha fazlaydı. Sonunda 1885 yılında kızkardeşler ilk amaçlarına ulaştılar. Bronya’yı Tıp okumak üzere Paris’e gönderdiler. Marie uzun bir bekleyiş dönemine girdi. Düşü zaman zaman canlanıyor, sonra solup gidiyordu. Sonra yeniden canlanıyor, bir kaç gün mutlu olup enerji ile doluyordu. Ama yeniden çöküyordu. Defalarca böyle oldu. 1890 yılının baharında, uzun zamandır beklenen o meıktup Paris’ten geldi. Bronya artık bir doktordu ve aynı meslekten genç bir adamla evlenmek üzereydi ve kız kardeşine sunabilecek bir evi vardı ve onun bir an önce hazırlanıp gelmesini istiyordu. Marie ancak o yılıın sonunda Paris trenine binebildi ve neredeyse 24 yaşındaydı.

Her gün ablasının Paris’in kuzey varoşlarındaki evinden çıkıyor ve 2 saat süren yolculuğun ardından düşlerinin mabedi olan Sorbonne’a gidiyordu. Öteki 12.000 öğrenci gibi, okulun konferans salonlarına ve kütüphanesine girme hakkına sahipti bilim laboratuarında, ona ayrılmış özel bir yer bile vardı. Ama hiç beklemediği bir durumla karşılaştı. İlk dersler bir felaketti: tek sözcüğünü bile anlamamıştı. Bir başka şey daha vardı: Szczuki ve Varşova’da yıllarca bilim konusunda kitaplar okumuş olmasına rağmen Fransız öğrencilerden geride olduğunu anlamıştı. Kendisini hayal kırıklığına karşı dayanmaya zorladı, kesinlikle başarmaya kararlıydı ve öyle de oldu. İlk sınava Temmuz 1893’te giren Marie birinciliği kazanmıştı. 1894 yılı yazında yalnızca bir yıl içinde matematik sınavlarını geçerek ikinci derecesini de tamamlamış oldu.

27 yaşındayken Pierre Curie ile evlendi. Böylece Varşova’dan gelen Marya Sklodowska, Paris’im Madame Curie’si oldu. Altı yıl içince herkes bu ismi öğrenmişti. Evliliklerinin üçüncü yılında ilk kızları İrene doğdu. Artık Marie laboratuarda araştırmalar yapan bilim kadını rolünü eş ve anne olarakta sürdürmek zorundaydı. Bir kaç arayla hem ilk çocuğunu dünyaya getirmişti hemde çeliğin mıknatıs özellikleriyle ilgili ilk bilimsel çalışmasını ortaya çıkarmıştı. Ondan sonra ki amacı bilim doktorası yapmaktı. Bunun için, bilimde yeni sayfalar açacak bir araştırma yapması gerekiyordu. Aslında bu araştırmayı yapmaya karar vermekle zaten yeni sayfa açacak bir tutum içine giriyordu, çünkü o güne dek Avrupa’da hiç bir kadın doktora yapmamıştı.

Marie araştırma yapacağı konuyu seçmişti. ilk adımı,uranyumun verdiği ışınların ne kadar güçlü olduğunu test etmek oldu ve ikinci önemli sonuca ulaştı: Toryum adında ki bir element daha, uranyum ışınlarına benzer ışınlar çıkarıyordu. Marie bunlara 'radyoaktivite' terimini kulllanmaya başladı. Marie araştırmalarını yürütebilecek uygun bir mekan bulamıyordu. Sonunda fizik okulunun müdürünü okul bahçesindeki terk edilmiş barakayı vermesi için ikna ettiler. Burası tavanı akan, toprak zeminli, loş bir ahşap yapıydı. 4 yıl boyunca bu ahşap barakada zor koşullarda çalıştı. 1898 Temmuzunda Polonya'dan esinlenerek Polonyum adını verdikleri birinci elementi, 1898 yılının sonuna doğru ikinci elemntin varlığından emin oldular ve ona 'radyum' adını verdiler. 1902 yılında, Marie 35 yaşındayken ve Curie'lerin radyumun varlığının söz konusu olabileceğini söyledikleri zamandan 45 ay sonra Marie savaşı kazandı. Dünya artık radyumu tanıyacaktı.

Marie'nin radyumu ve radyoaktivitenin kaynağı hakkında ki düşünceleri kilitli kapıları açan anahtar olmuştur. O tarihten sonra bilim adamlarının devrimsel buluşlara varmaları çok hızlı olmuştur. keşfinin dalgaları giderek yayıldı ve nükleer çağın başlamasına neden oldu.

1900 yılı başında radyum başka bir sırrını daha ortaya koydu. insan bedeni üzerindee bazı etkileri vardı. Radyumun hastalıklı hücreleri yok ettiğini görerek şaşırdılar. Acaba kanser gibi doğal olmayan gelişmiş urlarıda iyileştirebilir miydi? Yapılan testler bunun mümkün olabileceğini gösteriyordu ve hasta insanlar üzerinde denediler ve başarılı oldular.

Bu arada Marie doktora sınavı için tezini hazırlamıştı ve 25 Haziran 1903'te tezini tamamladı: Tezinin konusu bilim adamlarını araştırma patlaması içine sokan radyum ve radyoaktivite çalışmalarının uzun ve anlaşılılr bir özetiydi. Bir çığ gibi büyüyen bu yeni alanın motor gücü bu kadın olmuştur. ona 'üstün nitelikte' bir doktora derecesi verdiler. Avrupa'da doktora yapmış tek kadın Marie'ydi.

1900 yılı Aralık ayında Marie ve Pierre Uluslarası Bilim Ödülünü kazandılar. Mucize ışınları ilk keşfeden Becquerel'le birlikte Nobel Fizik Ödülüne layık görüldüler. Marie Cruie artık uluslarası bir üne kavuşmuştu. Ne kararlılık! Ne enerji! Ne pırıltı! Hem de bir kadında! Zamanının kadınlarından bir çoğu bu alana girme yürekliliğini bile gösteremezdi. Oysa bu kadın, erkeklere meydan okumayı göze alarak, onların alanına girmiş, yalnız eşit olduğunu kanıtlamakla kalmamış, en iyilerden biri olduğunuda göstermiştir.

Sorbonne Üniversite'sine Pierre profesör olarak atanmışdı. Marie ise Sevres kentinde bir kızlar okuluna fizik öğretmeni olarak tayin edilmişti. Bu okula öğretmen olarak tayin edilen ilk kadındı. Bu kadarla da kalmadı. Pierre'nin ölümünün ardından Sorbonne'deki yerini kimin dolduracağı tartışılırken bu işi yapabilecek tek kişinin Marie olduğuna karar verildi. Bir kadının profesör olamayacağını belirleyen geleneksel kurallar artık aşılmalıydı.

Marie Cruie 1911 yılında 44 yaşındayken kimya dalında olmak üzere ikinci kez Nobel Ödülüne layık görüldü ve tarihte ilk kez aynı kişiye ikinci Nobel Ödülü veriliyordu. Marie Cruie'nin resmi çeşitli ülkelerin pullarının üzerine dahi basılmıştır.

Marie 1934 yılının Temmuz ayının dördünde, 66 yaşındayken milyonlarca kanser hastanın yaşamını kurtaran, nükleer çağın başlamasını sağlayan buluşu radyumun neden olduğu radyasyon hastalığı neticesinde öldü.
 

Gazoz Agacı

Moderatör
Moderatör
Katılım
Nis 23, 2012
Mesajlar
9,302
Tepkime Puanı
64
Puanları
48
Yaş
54
Bir Havva Diyor ki…

Türkiye’de Kadın olmak; Doğduğun zaman annenin babanın yüzünde buruk bir gülümseme, annenin mahcubiyeti, babanın kızsam mı üzülsem mi bakışlarını görmek, birkaç kişinin ağzından dökülen “yine mi kız, olsun sağlıklı olsun da” sözlerini duymaktır.

Türkiye’de Kadın olmak;
3 kız kardeşin içinde babanın seni erkek gibi yetiştirmek istemesi, ilkokula kadar saçlarını kısa kestirmesi, erkek kıyafetleri giydirmek istemesidir.

Türkiye’de Kadın olmak; dedenin, büyükbabanın, ananenin, babaannenin erkek olan diğer torunlarını sevip, seni kız olduğun için sevmemesidir.

Türkiye’de Kadın olmak; erkek kardeşine alınan oyuncakların onda birinin sana alınmamasıdır.

Türkiye’de Kadın olmak;
sen 5 dk geç kalsan kıyameti koparan ailenin erkek kardeşin gece 12 de evde olmamasını gayet normal karşılamalarını görmekmiş.

Türkiye’de Kadın olmak; sen bin bir türlü çabayla okuyup, işe girip, evlenirken eşinle bütün sorumluluğu paylaştığın, hatta çoğu zaman ona destek olduğun halde, eşinin bunların unutulup kız kardeşlerinin annesinin kıskançlığını haklı bulduğunu görmekmiş.

Türkiye’de Kadın olmak; sözünle, kınanla, düğününle ilgilenmeyen insanların senden gelinlik beklediğini görmekmiş.

Türkiye’de Kadın olmak;
kayınvalidenin kayınvalide olduğunu düğün aşamasında hatırlamayıp bittikten sonra hatırlamasını izlemekmiş.

Türkiye’de Kadın olmak; maaşını eşinin çekip ailesine harcayıp üstüne benim onlara klasik gelin gibi hizmet etmemi beklediğini görmekmiş.

Türkiye’de Kadın olmak; evlendiğin zaman bir savaş alanına girmiş gibi ardını kollaman gerektiğini öğrenmekmiş.

Türkiye’de Kadın olmak; ailenden kmlerce uzak olan eşinin memleketine yerleşmek, eşinin senden önce kendi ailesinin ihtiyaçlarına koştuğunu görmek, sen hastaneye gittiğinde yanına gelmeyen eşinin kız kardeşlerini düğüne, gezmeye götürmesi, gittiğimiz zaman benim sürekli iş yaptığım eşiminse oturduğu ailesine neredeyse her gün gitmek istemesi, eşimi bankamatik, şoför, uşak gibi kullanan ailesinin izin verseydim beni hizmetçi gibi kullanmak istemesi, sürekli kendilerini övüp beni aşağılamaya uğraşmaları gibi nedenlerle görüşmek istemediğim tavır aldığım için eşimin beni haksız bulmasıymış.

Türkiye’de Kadın olmak;
normalde muhatap bile olmayacağım insanlarla eşin yüzünden görüşmek zorunda olmakmış.

Türkiye’de Kadın olmak; eşimin ve benim etimizden, sütümüzden, yünümüzden sonuna kadar faydalanan insanlardan, çocuk olduğunda benim annemin bakması gerektiğini duymakmış.

Türkiye’de Kadın olmak; kendi aileni unutup, eşinin hak etmeyen ailesi için uğraşmak, kahrolmak, senin için parmağını kıpırdatmayan insanların senin bin bir emekle aldığın arabandan senden daha çok faydalandıklarını görmekmiş.

Türkiye’de Kadın olmak; boşanmak istediğinde eşine tazminat nafaka istemiyorum demek, karşılığında ben senden talep edebilirim dediğini duymakmış.

Türkiye’de Kadın olmak; sen kira, elektrik, su, telefon vs şeyleri öderken, alışverişi yaparken tek kuruş eve faydası olmayan eşinin sonradan kirayı ödemeye başladığında defalarca kafana kakmasıymış.

Türkiye’de Kadın olmak; ailesinde görmediği ihtimamı, rahatlığı evlenince gören eşinin ne hikmetse hep ailesinin istediklerini yapmasıymış.

Türkiye’de Kadın olmak; eşinden daha ağır şartlarda çalıştığın halde akşam yemeği hazırlamak, çayı demlemek, hafta sonu temizlik yapmak, çamaşır yıkayıp ütülemek, bütün bunlara rağmen değerinin bilinmemesiymiş.

Türkiye’de Kadın olmak; bütün bunları unutmayıp, her seferinde sinirlenmek, affedememek ama bu yüzden de suçlanmakmış.

Türkiye’de Kadın olmak; çok ağırmış.

970220_569956889716251_1094040083_n.jpg
 

Gazoz Agacı

Moderatör
Moderatör
Katılım
Nis 23, 2012
Mesajlar
9,302
Tepkime Puanı
64
Puanları
48
Yaş
54
249030_574104949301445_270678185_n.jpg



TÜRKİYE ' DE KADIN OLMAK İNANILMAZ ZORDUR...
 
Tekerlekli Sandalye
Üst