Türkler ve İslâmiyet

Murat.Y

Üye
Üye
Katılım
Eyl 9, 2014
Mesajlar
1,998
Tepkime Puanı
0
Puanları
0
1) Türkler ile Müslümanlar Arasındaki İlk İlişkiler

Türkler ile Müslüman Araplar arasındaki ilk ilişkiler Hz. Ömer (634-644) zamanında başlamıştır. Hz. Ömer döneminde de İslâm ordularının Kadisiye (636) ve Nihavent (642) savaşlarını kazanıp, Sasanî Devleti’ni yıkmaları ile Müslüman Araplar Horasan, Maveraünnehir ve Kafkasya’da Türklerle karşı karşıya gelmişlerdir. Halife Muaviye’nin ünlü valisi Ubeydullah bin Ziyad, 674’te İran ve Turan’ın tabiî sınırı olan Ceyhun Nehri’ni geçerek Maveraünnehir’in önemli şehirlerinden olan Buhara’yı kuşatmıştı. Buhara’nın Türk asıllı melikesi Kabaç Hatun ile antlaşma yapıp, o bölgeden ordusu için iki bin Türk askerini alarak geri dönmüştür. Daha sonra Kuteybe bin Müslim Horasan valisi oldu. Bu dönemde Göktürk İmparatorluğu’nun da zayıflamasından yararlanmak isteyen Kuteybe bin Müslim, Batı Türk illerine çeşitli seferlerde bulundu. Bu seferlerde Türklerle şiddetli çatışmalar yaşandı. Sonunda Maveraünnehir’e giren Kuteybe bin Müslim Baykent, Buhara, Semerkant ve Kaşgar’ı alarak Seyhun Nehri’ne kadar olan toprakları ele geçirdi. Kafkasya’da da aynı şekilde İslâm orduları Hazar Türklerinin topraklarına seferler yaptılar. 737’deki seferlerin sonunda Hazar başkenti İtil kuşatıldı. Daha sonra ise Hazar Hakanı Müslüman oldu. VII. yüzyılın ilk yarısında İslâm Devleti ile Türklerin ilişkileri bazen ticari ve ekonomik olduysa da daha çok, askerî çatışmalarla geçmiştir. Bu zamanda bazı Türk beyleri İslâmiyeti tanıyarak Müslümanlığı kabul etmişlerdir. VIII. yüzyılın başlarında yeniden güçlenen Göktürkler, Müslüman Araplarla savaşmaya başladılar. Bu dönemde Kültigin, Maveraünnehir’de bazı yerleri geri almayı başarmıştı. Türkler ile Müslümanlar arasındaki mücadeleler, Türgişler Devleti zamanında özellikle de Su-lu Han döneminde şiddetlenerek devam etmiştir. Türgiş Hakanı Su-lu Han, Müslim Bin Said komutasındaki Arap kuvvetlerini Semerkant’a çekilmeye mecbur etmişti. Su-lu Han’ın bu başarısı, bölgedeki Arap nüfuzunun kırılmasına ve Arap askerlerinin ileri harekâtlarının da bir süre için durmasına sebep olmuştur. Su-lu Han’ın ölümü ve devletinin zayıflamasıyla Maveraünnehir’de Emevilere karşı koyabilecek Türk devleti kalmadı. Emevilerin Türklere karşı aşırı sert tutumu Türklerin İslâmiyete girmelerini geciktirmiştir. Emevi hâkimiyeti, Ebu Müslim adlı Horasanlı bir Türk’ün başlattığı ayaklanma sonucunda yıkılmıştır (750).

2) Talas Savaşı ve Türklerin İslâmiyet'e Geçişleri

Horasan’lı Ebu Müslim’in başlattığı ayaklanma sonucu yıkılan Emevilerin yerine, Hz. Muhammed’in soyundan gelen Abbasoğullarının hâkimiyeti başladı. Abbasilerin iktidara gelmesiyle, Türkler ile Araplar arasında yeni bir sayfa açılmıştır. 742 yılında II. Göktürk Devleti’nin yıkılmasından sonra Orta Asya’da siyasi bir boşluk meydana gelmişti. Bu siyasi boşluktan yararlanmak isteyen Çin, Batı seferine çıktı. Böylece Batı Türkistan; Türkler, Araplar ve Çinlilerin hâkimiyet kurmak istedikleri bölge oldu.

Öte yandan ileride Çin’e karşı bir Türk birliği oluşturması ihtimali üzerine Taşkent Hükümdarı Bagatur Tudun Çinlilerce öldürüldü. Bunun üzerine Bagatur Tudun’un oğlu Karluklardan yardım istedi. Bu olaydan sonra Çinlilerle mücadele edemeyeceklerini anlayan bölgedeki diğer Türkler, Abbasilerin Horasan valisi Türk asıllı Ebu Müslim’e başvurdular. Bu sırada Çinlilerde büyük bir ordu ile Talas şehri yakınlarına kadar gelmişti.

751 yılında Talas Irmağı kıyısında Çin ve Arap kuvvetleri karşı karşıya geldi. Karluk ve Yağma Türklerinin Çinlilere karşı, Müslüman Arapların yanında yer almaları, savaşın sonucunu değiştirerek Müslüman Arapların kazanmalarını sağlamışlardır.

Talas Savaşı önemli sonuçlar doğurmuştur:

- Bu savaşın millî tarihimiz bakımından en önemli özelliği, Batı Türkistan için Çin istilası tehlikesinin ortadan kalkmış olmasıdır.
- Karluklar Türk birliğini sağlayarak Balasagun ve Talas havalesinde 766’da bağımsız bir devlet kurmuşlardır.
- Türk Arap ilişkileri dostça gelişmeye başlamıştır.
- Türkler bu tarihten sonra yavaş yavaş İslâm dinini kabul etmeye başlamışlardır.
- İlk olarak Karlukların İslâm dinine girmelerini takiben, daha sonra da Yağma ve Çiğil Türkleri, Volga Bulgarları, Hazarların bir kısmı ve Oğuz Türkleri de İslâmiyeti seçmişlerdir.
- Türkler Abbasi Devleti’nde önemli idarî ve askerî görevler almaya başlamışlardır.
- Bu savaşta esir alınan Çin’li kâğıt ustalarının yardımıyla ilk defa Çin’in dışında Semerkant’ta kâğıt üretilmeye başlanmıştır. Üretilen kâğıt buradan da diğer İslâm ülkelerine, ticaret yoluyla da Avrupa’ya yayılmıştır.
- Türklerle Müslümanlar arasında ticari ilişkiler artmıştır.
Türkler X. yüzyılın başlarından itibaren büyük kitleler halinde Müslüman olmaya başlamışlardır. Bunda; Türklerin eski inançları ile İslâmiyet arasındaki büyük benzerliklerin bulunması etkili olmuştur. Bu benzerliklerden bazılarını şöyle sıralayabiliriz:
- Türkler diğer dinlere karşı engin bir hoşgörüye sahip idiler. İslâmiyet de bir hoşgörü dinidir.
- Gök Tanrı inancında olduğu gibi, İslâm dininde de tek Tanrı inancı vardır.
- Hırsızlık, yalancılık ve adaletsizlik gibi davranışlar Türk töresinde olduğu gibi İslâm ahlakında da yasaklanmıştır.
- Gök Tanrı inancındaki kurban, ahiret, cennet ve cehennem gibi kavramlar İslâmiyet'te de vardır.
- İslâmiyet'te ki cihat anlayışı, Türklerde cihan hâkimiyeti düşüncesi ile benzerlik göstermektedir.
- Gök Tanrı inancında din adamları halktan üstün değildi. İslâm dininde de ruhban sınıfı yoktur.
- Türkler temizliğe büyük önem verirlerdi; İslâmiyette de "Temizlik imandandır" ilkesi vardır.
- İlk Türklerde bulunan eski ozan ve kamlar, İslâm evliyaları ve mutasavvıf dervişleriyle benzerlik göstermektedir.

3) Türklerin İslâm Dünyasına Hizmetleri

Abbasilerle birlikte İslâm Devleti’nin iç ve dış siyasetinde önemli değişiklikler olmuştur. Emevilerin izlediği Arap yanlısı ve baskıcı siyaset bırakılarak, Müslüman olan herkese eşit haklar tanınmıştır. Türklerin İslâm dünyasına ilk girişleri Abbasiler döneminde, daha çok askerî amaçlı görevlerle olmuştur. Abbasilerde ilk defa Türkleri devlet hizmetinde görevlendiren Halife Mansur oldu. Halife Harun Reşid de saray muhafızlarını Türklerden oluşturmuştur.

Bu dönemde Türkler, devletin en önemli askerî bölgesi olan uc bölgelerde (Antep, Urfa, Tarsus gibi) Bizans tehlikesine karşı, İslâm Devleti’ni koruma görevi almışlardır. Türklerin yerleştirildiği bu sınır şehirlerine Avasım adı verilmiştir. Abbasiler döneminde halifenin emrinde bulunan Türklerin bu devlete büyük hizmetleri olmuştur. Türk askerlerinin sayısı bu dönemde o kadar çoğalmıştı ki, Türkler için Bağdat yakınlarında askerî bir şehir olan Samarra kenti kurulmuştu. Devlet yönetiminde de önemli görevler alan Türkler, zaman zaman yönetimde bulundukları topraklarda Abbasilere karşı isyan ederek kendi devletlerini kurmuşlardır. Tolunoğulları ve İhşidler, Abbasi Devleti’nin toprakları üzerinde kurulan devletlerdendir.

X. yüzyıl başlarından itibaren Abbasilerin gücü giderek azalmaya başlamış, İslâm dünyası da siyasi yönden parçalanma dönemine girmişti. Abbasi halifelerinin Bağdat dışında etkinlikleri giderek azalmıştı. 945 yılında Bağdat’ı işgal eden Büveyhoğulları, Abbasi halifesini baskı altına almışlardı. İslâm dünyasının bu zor döneminde Büyük Selçuklular, yeni bir siyasi güç olarak ortaya çıktılar. 1055 yılında Bağdat’a giren Tuğrul Bey, Abbasi halifesi Kaimbiemrillah’ı Büveyhoğulları’nın baskısından kurtardı. Abbasi halifesi bu yardımlarından dolayı Tuğrul Bey’e doğunun ve batının sultanı unvanını vermiştir. Böylece İslâm dünyasının savunulması görevi Türklere geçmiş oldu. Türkler, uzun yıllar Bizans’ın ve Haçlı ordularının saldırılarına karşı İslâm dünyasını korumuşlardır. Türk hükümdarlarının tahta çıktıklarında Abbasi halifelerinden menşur almaları ve halife adına hutbe okutmaları, onların İslâmiyete ve halifeye olan saygılarının birer göstergesidir.

Türklerin İslâm dünyasına hizmetleri sadece askerî, siyasi ve idari alanda olmamıştır. Tıp, astronomi, matematik, felsefe, coğrafya ve dinî ilimlerde de yetiştirdikleri bilim adamlarıyla, İslâm medeniyetinin gelişmesinde büyük rol oynamışlardır. Matematik alanında Harezmî, matematik, coğrafya ve astronomi alanında Birûni, felsefede Farabi, tıp alanında İbn-i Sina ve kelam ilminde de Gazali çok önemli eserler yazmışlardır. Böylece Türkler İslâm kültür ve medeniyetinin, doğuda Hindistan’a, batıda Avrupa içlerine kadar yayılmasını sağlamışlardır.

İslâm dünyasında eğitim ve öğretim kurumlarının büyük gelişme göstermesi de Selçuklular dönemine rastlar. Eğitim ve öğretim faaliyetleri, Selçuklu Sultanı Alparslan zamanında devlet himayesine alınmıştır. Karahanlı hükümdarı Buğra Han tarafından Semerkant Medresesi yaptırılmıştır. İslâm dünyasında ikinci büyük medrese olan Nizamiye Medresesi de Alparslan zamanında Bağdat’ta, Selçuklu veziri Nizamülmülk tarafından kurulmuştur (1066). Medrese ismini kurucusu olan vezir Nizamülmülk’ten almaktadır.

İslâm sanatının; mimari, tezhip (el yazması kitaplara ve hat yazılarına boya ve altın tozu ile yapılan süsleme, yaldızlama), hat (güzel yazı yazma sanatı), çinicilik ve minyatür alanlarında da yetişmiş birçok Türk zanaatkârları, sayısız güzel eserler meydana getirmişlerdir.

İslâm Devleti Haritası

İslâm Devleti.jpg
 

Murat.Y

Üye
Üye
Katılım
Eyl 9, 2014
Mesajlar
1,998
Tepkime Puanı
0
Puanları
0
Eski Türklerde Tanrı İnancı

Orta Asya'nın uçsuz bucaksız bozkırlarında yaşayan atalarımızın dini, Gök Tanrı = Kök Tengri inancıdır. Eski Türkçe'de Tanrı sözcüğü Tengri biçiminde söylenirdi ve bugünkü Tanrı, Allah kavramlarımızın karşılığı idi (ayrıca Tengri kelimesi, gök anlamına da gelirdi). Eskiden Kök olarak söylenen gök sözcüğünün ise Eski Türkçe'de üç anlamı vardı: Biri bugünkü kullandığımız anlamı ile gök, gökyüzü; biri, yine bugünkü kullandığımız anlamı ile mavi renk; biri de, bugün kullanmadığımız anlamı ile ulu, yüce, kutsal. İşte Kök Tengri/Gök Tanrı deyiminde geçen kök/gök sözünün taşıdığı anlam ulu, yüce, kutsal'dır. Buna bağlı olarak da, Kök Tengri/Gök Tanrı deyimi Ulu Tanrı, Yüce Tanrı, Büyük Allah anlamlarına gelir ve bugün kullanılan Allâh-u Teâlâ kavramını karşılar. Söz konusu olan tek bir yaratıcı Tanrı ve bu tek Tanrı'ya yapılan saygı dolu bir sesleniştir.

Zaten Eski Türklerin kendi öz inançları, tek ilahlılığa dayanır. Tarihin hiçbir döneminde Türklerin öz dininde birden çok Tanrı olmamıştır. Bugüne değin yapılan arkeolojik araştırmalar da bunu desteklemektedir. Eski Türklerden kalan arkeolojik buluntularda ilah yontularına ve putlara rastlanmamıştır. Tabii ki, din değiştirip de başka dinlere geçen ve Eski Türklerin milli dini olan Gök Tanrı dininden ayrılanlardan kalan put ve ilah yontuları konu dışıdır. Çünkü bu ürünler, Gök Tanrı dininin kapsamı dışında oluşturulmuş nesnelerdir. Putçulukta putların, temsil ettikleri varlıkların manevi gücü ile dolu olduklarına inanılır; ama, Eski Türklerde manevi gücün biricik kaynağı Tanrı'dır. Eski Türkler, tüm evreni içeren tek ve ulu yaratıcı Gök Tanrı'nın yontusunu hiçbir zaman yapmamışlardır.

Konuya dilbilim açısından bakarsak da aynı sonuca ulaşırız. Eski Türklerden kalmış yazılı eserlerde,Tengri/Tanrı kelimesinin çoğul ekinin getirilmeden hep tekil biçimde kullanıldığı görülür. Çünkü, Eski Türk düşüncesinde Tanrı tektir ve birden çok Tanrı düşünülemez; buna bağlı olarak da Tanrı'lar/Tengri'ler kelimeleri Türk kültüründe yer almamıştır.

Konuya tarihi ve yaşanmış bir kanıt olarak İbn-i Fadlan'ın anlattıkları gösterilebilir. İbn-i Fadlan 10.yy.da Oğuz Türklerini halifenin elçisi sıfatıyla ziyaret eder. Daha o zaman Türkler Müslüman değildir. İbn-i Fadlan'ın anlattığına göre, o çağlarda Türkler haksızlığa uğradıklarında ya da bir zorlukla karşılaştıklarında başlarını yukarı kaldırıp Bir Tengri demektedirler. İlginçtir ki aynı gelenek bugün de sürmektedir. Bugün de Türkler haksızlığa uğradıklarında benzer biçimde, "Yukarıda Allah Var" derler. Ayrıca Ebu Dulaf da (10.yy) Oğuzlarda put bulunmadığını kaydetmektedir. 13.yy. Uygur Türkleri de Tanrı'nın, insan yada başka herhangi bir varlık biçiminde tasvir edilemeyeceğini söylemekte idiler. Bunlardan dolayı, Eski ve milli Türk inancında putçuluk yer almamış, putları korumağa yönelik tapınaklar da yapılmamıştır.

Gök Tanrı'nın özelliklerinden söz etmek gerekirse şunlar söylenebilir: Öncelikle tektir, eşi ve benzeri yoktur. Yaratıcıdır; bilinen ve bilinmeyen her şeyi O yaratmıştır. Savaşlarda Tanrı'nın iradesi ile zafere ulaşılır. Buyurur, iradesine uymayanları cezalandırır. İnsanlara kut ve ülüg (kısmet) bağışlar ama bunları layık olmayanlardan geri alır. Canlılara yaşam verir. Ölüm onun iradesine bağlıdır. Varlıklara yaşam verdiği gibi, dilediğinde de onu geri alır.

Geç devirlerde Türkler arasında yayılan şamanlık Türklerin Gök Tanrı inancına dokunamamıştır. Şamanizm hakkında araştırmaları bulunan M.Eliade, Ulu Tanrı söz konusu olduğunda şamanlığın adeta sırıttığını söyler. Yakut Türkleri'nde Gök Tanrı kavramının karşılığı olan Tangara Kayra Han ile şaman pek meşgul olmaz. Zaten şamanlık, Eski Türklerin dini değildir. Türkoloji ile ilgili araştırmaların Altay Türkleri arasında başlamasından ve Altay Türkleri'nin de şaman olmasından dolayı şamanlık, Türklerin eski ve esas dini sayılmıştır ama Altay Türkleri'nin yoğun dış etkiler yaşadığı ve Eski Türklerde şamanizmin bir din inancı olarak yer almadığı göz ardı edilmektedir. Gök Tanrı inancının esasları, eski Çin ve başka kayıtlardan, Orhun Yazıtları ile öteki Eski Türkçe belgelerden az çok belirlenebilmektedir. Büyük Hun İmparatorluğu Kağanı Oğuz Han (Mete), MÖ 176 yılında Çin imparatoruna göndermiş olduğu mektubunda kendisini tahta Gök Tanrı'nın çıkardığını, zaferlerini Gök Tanrı'nın yardımıyla kazandığını belirtmektedir. Yine Büyük Hun İmparatorluğu kağanlarından olan Künçin (MÖ 160-126), MÖ 133'te Çin imparatorunun Ma-i'de kendisine hazırladığı tuzaktan kurtulunca ''Tanrı takdir buyurduğu için kendini koruyabildiğini'' söylemiş, bir başka başarısının ardından da ''Başarısının Tanrı'nın işi'' olduğunu belirtmiştir. 328 yılında başka bir Türk hükümdarı kazandığı zafer üzerine kollarını göğe kaldırarak ''Ey Gök Tanrı, Sana şükürler olsun'' diyerek Tanrı'ya şükretmiştir. Batı Avar Kağanı da, Bizans ile yaptığı bir antlaşmada Gök Tanrı adına and içmiştir. Göktürklerin savaştan önce zafer için Tanrı'ya dua ettiklerini belirten Çin kaynaklarına göre, Tardu Kağan 590 yılında bir savaştan önce atından inerek Tanrı'ya yakarmıştır.

Göktürklerden kalan Orhun Anıtları'na göre Tanrı, evrenin ilk nedenidir, yani yaratıcısıdır. Göktürklerin bir kağanlık kurması O'nun isteği ile olmuş, Türk milletine kağanını O vermiştir. Yani, yazıtlara göre Tanrı, Türk milletinin yaşamı ile yakından ilgilenmektedir.

Türklerde Gök Tanrı'nın çok eski çağlardan beri tek bir ulu varlığı temsil ettiğine dair birçok kanıt vardır. Tanrı, Eski Türklerde manevi tek büyük kudret idi. Bizanslı tarihçi Simokattes, Göktürklerin yir-sub'lara (yer-su'lar; ırmak, dağ, orman vb doğa varlıkları) saygı gösterdiklerini ama yalnızca yerin göğün yaratıcısı bildikleri tek bir Tanrı'ya taptıklarını bildirmektedir. 790 yıllarında Tiflis'li St.Abo, Hazar Türkleri'nin tek bir yaratıcı Tanrı tanıdıklarını söylemiştir. Yine Hazar İmparatorluğu'nun kağanı, Hıristiyanların teslis'e (Tanrı'yı üçleme) inanmalarına karşın kendilerinin tek bir Tanrı'ya inandıklarını kaydetmiştir.

''Tanrı'' sözcüğü, bütün Türk şive ve lehçelerinde ortak olarak vardır. Türkçe'nin temel sözcüklerindendir. MÖ'ki Çin yıllığı Shi-ki'de, Büyük Hun İmparatorluğu Kağanı Oğuz Han (Mete) nedeni ile anılan Türkçe Tengri/Tanrı sözcüğü Çince'ye ''T'ien'' olarak geçmiştir (Çinliler, Orta Asya'daki Tanrı Dağları'na bu yüzden T'ien-Şan derler). En aşağı 2500 yıllık bir geçmişi olan öz Türkçe Tanrı kelimesi, Moğolca ile birlikte kimi Asya dillerine de yerleşmiştir. Ayrıca Eski Sümer dilinde Tanrı kavramının karşılığı olarak kullanılan Dingir/Tingir sözcüğünün de Tengri sözcüğü ile bağlantısı olmalıdır.

Eski Türklerde Gök Tanrı'ya kurban olarak hayvan kesilirdi. Kurban olarak koç ve aygır geçerliydi. Türklerde insan kurban etme gibi vahşi uygulamalar bulunmadığı gibi, egemen oldukları yerlerde de bu gelenekleri kaldırmağa çalışmışlardır. En makbul kurban olan at kemiklerine Eski Türk mezarlarında sıkça rastlanır.


Eski Türklerde Üç Büyük Din Töreni Vardı:

1) İlkbaharda kağan ve ülke ileri gelenlerinin de katılımı ile ata mağarasında yapılırdı. Bu mağara, Bozkurt/Ergenekon Destanı'ndaki Bozkurt'un son yaralı Türk'ü kaçırıp saklamış olduğu mağaradır. Bu mağara kesin olmayan tahminlere göre Turfan (Kao-çang) Dağları'nın (Altaylar'da) kuzeyindedir. Burada ataların ruhuna kurbanlar kesilirdi.

2) Haziran ayında Tamır ya da Ongin ırmaklarının kıyısında Gök Tanrı adına yapılırdı. Bu törende tek yaratıcı olarak düşünülen Gök Tanrı'ya aygır kurban edilirdi.

3) Güzün Tailin'de, kutsal sayılan yir-sub'lar (yer-sular; doğa varlıkları, bir tür ermiş, evliya inancı) için yapılırdı.

Sonuç olarak söylemek gerekirse, Eski Türklerde inanılan ancak tek bir Tanrı vardır ve bu Tanrı'ya, saygı ifadesi olarak yüce Tanrı anlamında Kök Tengri/Gök Tanrı denilmiştir.



Onur GÜRMAN'ın Türkler adlı programından alınmıştır.
 
Tekerlekli Sandalye
Üst