Türklerde Bilim

Murat.Y

Üye
Üye
Katılım
Eyl 9, 2014
Mesajlar
1,998
Tepkime Puanı
0
Puanları
0
2015-12-28_042720.jpg

Türk bilginler bütün dünya tarafından tanınmış ve eserleri yüzyıllarca bilime rehberlik etmiştir. Bu Türk bilginlerinin en ünlüleri Farabi, Birunî ve İbni Sina'dır.

Büyük bir Türk bilgini olan İbni Sina'nın tıp alanında yazdığı kitaplar Avrupa'da yüzyıllarca okutulmuş, yine bir Türk bilgini olan Ebû Bekir Razi'nin eserleri bilim dünyasına ışık tutmuştur. Tıp, fizik, kimya, matematik ve astronomi ilimlerine önemli katkılarda bulunan, birçok bilim dalının temellerini atarak dünyaya öncülük eden çok sayıda Türk bilgini yetişmiştir.

Eski Türk Buluşları

Orta Asya'da yapılan kazılarda, Karasuk Kültürü olarak adlandırılan bölgede ortaya çıkan buluntular Türklerin birçok hususta ilk olduğunu göstermektedir. M.Ö. 1200- 700 yıllarına denk gelen ve Proto-Türkler olarak nitelendirilen Karasuk Kültürü buluntularına göre günlük hayatta kullanılan bazı eşya ve objelerin karşılaştırmalı tarih yöntemine göre ilk Türklerde olduğu kabul edilmektedir.

Günlük Hayat

Atın evcilleştirilmesi
Dört tekerlekli atlı araba
Demirin işlenmesi
Sulama kanalları
Keçe çadır
Kilim
Halı
Deri eşya
Saban
Dokuma kumaş
Düğme
Kemer
Kemer tokası
İğne
Mendil
Pantolon
Ceket
Gömlek
Şemsiye
Çizme
Oniki hayvanlı Türk takvimi
Ayrıca pamuk, keten, kenevir, yün ve ipek parçalarına kazılarda, ilk Orta Asya'da rastlanmıştır.

Beslenme

Mısır
Yonca
Yoğurt
Ayran
Baklava
Konserve
Sucuk
Pekmez
Pastırma
Dolma
Lokum

Bilim

2015-12-28_042746.jpg

Sıfır sayısı.
Çiçek aşısı.
İnsan mumyalama (Mısır medeniyetinden yüzyıllarca önce)
Selçuklular döneminde ilk üniversite (Nizamiye Medresesi)
Tolunoğulları döneminde Türk hükümdar Ahmet bin Tulun tarafından Mısır'da yaptırılan dünyanın ilk hastanesi.
Biruni; Dünya çekirdeğinin çapını sadece 15 kilometrelik yanılmayla 6338.8 km olarak tespit etmiştir. Ay tutulmasını, nasıl olduğunu ve dünyanın günde bir kez döndüğünü ilk o ifade etmiştir.
İbni Sina; kan dolaşım sistemleri.
Akşemseddin; Mikroskobik varlıkları keşfetmiştir.
Lagari Hasan Çelebi: İlk füze denemesi.
Hezarfen Ahmed Çelebi: İlk uçma denemesi.
Farabi; İhsâ'ül-Ulûm isimli eseriyle bilimleri ilk kez sınıflandıran kişi.
Cemşid; Ondalık kesiri ilk bulan kişi.
Cezeri; Sibernetiği ilk kuran kişi.
Razi; Yer çekimini ilk bulan kişi.

Savaş

Ordu'da onluk sistem
Kurt kapanı taktiği
Hilal taktiği
Koçbaşı
Geri çekilme taktiği
Eyer
İlk bando
Mancınık
Islıklı Ok

2015-12-28_042804.jpg
 

Murat.Y

Üye
Üye
Katılım
Eyl 9, 2014
Mesajlar
1,998
Tepkime Puanı
0
Puanları
0
Türklerde Bilim / Büyük Türk Bilim Adamları

Abdülhamid İbn Türk

2015-12-28_043029.jpg

Tarihte Türk lakabını taşıyan nadir Türk bilim adamlarındandır. Harezmi'nin çağdaşıdır. Cebir konusunda yazmış olduğu kitabın ancak küçük bir bölümü bugün elimizde bulunmaktadır. Burada, özel tipler halinde gruplandırılmış ikinci derece denklemlerinin çözümleri, Harezmi'ninkilerden daha ayrıntılı olarak verilmiştir.

Mesela x² + c = bx denkleminin, diğer denklem tiplerinden farklı olarak iki çözümü olduğunu ayrı ayrı şekillerle göstermiş olduğu halde, Harezmi bir tek şekil kullanmıştır; ayrıca Abdülhamid İbn Türk, c * (b/2)² durumunda çözümün imkansız olacağını da şekil vererek kanıtlamıştır. Bu nedenle İbn Türk'ün açıklamasının Harezmi'ninkinden daha mükemmel olduğu söylenebilir.

İbn Türk'ün söz konusu cebir kitabı, Harezmi'nin ilk cebir kitabı yazarı olma özelliğini şüpheli bir hale getirmektedir, buna rağmen Harezmi'nin cebir tarihindeki etkisi tartışılamaz önemdedir.




Ali Kuşçu

2015-12-28_043148.jpg

Türk Dünyası'nın en büyük astronomi ve kelam alimi olan Ali Kuşçu, 15. Yüzyıl başlarında Semerkant’ta doğdu. Babası Muhammed ünlü Türk sultanı ve astronomu Uluğ Bey’in kuşçusu olduğu için ailesi ‘Kuşçu’ lakabıyla tanındı. Küçük yaştan itibaren matematik ve astronomi’ye ilgi duyan Ali Kuşçu devrin en büyük alimleri olan Bursalı Kadızade Rumi, Gıyaseddin Cemşid ve Muinüddin Kaşi’den matematik ve astronomi dersleri aldı. Daha sonra bilgisini artırmak için Kirman’a gitti. Burada Hallü Eşkali Kamer (Ay Safhalarının Açıklanması) adlı risale ile Şerh-i Tecrid adlı eserini yazdı.

Daha sonra tekrar Semerkant’a dönen Ali Kuşçu, Kadızadei Rumi’nin ölümü üzerine Uluğ Bey tarafından Semerkant Rasathanesine müdür olarak atandı. Ancak Uluğ Bey’in 1449’da öldürülmesi üzerine Semerkant medresesi ve rasathanesindeki çalışmalarına son vererek Tebriz’e gitti. Bir süre sonra da Uzun Hasan’ın elçisi olarak İstanbul’a Fatih Sultan Mehmet’e gitti.

Ali Kuşçu bu elçilik görevini tamamladıktan sonra Fatih’in ricası üzerine tekrar İstanbul’a dönerek Osmanlı Devleti hizmetine girdi. Kuşçu’nun ders vermeye başlamasıyla İstanbul medreselerinde Astronomi ve matematik alanında büyük gelişme oldu. Burada Matematik ve Astronomi alanında Risale Fi’l-Hey’e (Astronomi Risalesi), Risale Fi’l-Hesap Matematik Risalesi), Risale Fi’l-Fethiye (Fetih Risalesi) ve Risale Fi’l-Muhammediye (Cebir ve hesap üzerine) başta olmak üzere çok sayıda eser yazan Ali Kuşçu 1474’te İstanbul’da vefat etti.




Aydın Sayılı

2015-12-28_043306.jpg

Ord. Prof. Dr. Aydın Sayılı 2 Mayıs 1913 tarihinde İstanbul'da doğdu. İlk ve orta öğrenimini Ankara'da tamamlayan Sayılı lise eğitimini ise Ankara Erkek Lisesi (Atatürk Lisesi)'nde tamamlamıştır. Lise mezuniyet sınavını Mustafa Kemal Atatürk'ün de yer aldığı sınav heyeti önünde başarı ile vererek mezun olmuştur. Sayılı, yaşamındaki bu tarihsel unutulmaz olayı “Atatürk’le Bir Sınav Anısı” başlığı altındaki bir yazısının bir bölümünde şöyle anlatıyor:

"Atatürk benim sınavımdan çok memnun kalmış. Bu sebeple Milli Eğitim Bakanı'na ‘bu öğrenci ile ilgilenin’ şeklinde bir talimat vermiş. O zaman Milli Eğitim Bakanı Reşit Galip Bey, beni makamında kabul ederek bana sınavdaki başarımdan ve Atatürk’ün takdirini kazanmış olmamdan dolayı bir tebrik mektubu verdi ve yüksek öğrenimine ilişkin bir planının olup olmadığını sordu. Ben kendisine su mühendisi olmak istediğimi söyledim. Fakat o bana daha geniş bir kültür tabanı üzerine oturan bir alanı seçmenin daha uydun olacağını söyleyerek, bana tarihçi olmamı önerdi ve bunda biraz ısrar etti. Ben asıl ilgi alanımın fizik olduğunu fakat tarihi de sevdiğimi söyleyerek konu üzerinde biraz düşüneceğimi ve annem ve babamla da konuyu konuşup danışmak ihtiyacını duyduğumu söyledim. Bu arada Milli Eğitim Bakanlığı bu konuya ciddiyetle eğilmiş ve tarih ile fen konularını bir araya getiren bir alan olarak, benim için bilim tarihinin uygun bir meslek olabileceğini düşünmüş. Mesele bu şekilde bana intikal edince ben de konuyu ciddiyetle zihnimde toparlamaya çalıştım. Ben Fransızca’dan izlediğim bazı kitaplarımda bilim tarihi ile temasa gelmiştim. A. Cuvillier’in lise son sınıfları ve üniversiteye hazırlık sınıfları için yazdığı Mantık ve Genel Felsefe ile Ahlak adlı kitabının mantık kısmında bilim tarihine ilişkin çok ilginç bahislerle karşılaşmış olduğum gibi, E. Voisin’in liseler için yazılmış üç ciltlik Cours de Physique adlı kitabının bölüm sonlarında verdiği tarihî metinler de beni çok ilgilendirmişti. Bu itibarla, bilim tarihini kendim için çekici bir alan olarak düşünmekte çok güçlük çekmedim.

O yıllarda bilim tarihi konusu önemlice bir kıpırdanma hareketine sahne olmakta idi. Amerika’nın Harvard Üniversitesi’nde bilim tarihi alanı bu sıralarda belirginlik kazanmakta ve bu çalışmaların odağını George Sarton adlı bir profesörün faaliyetleri oluşturmakta idi. Bu faaliyetten bizim o zamanki Milli Eğitim Bakanlığımızın ve yeni kurulmuş olan Türk Tarih Kurumu’nun seçkin mensuplarının da haberi varmış. Bu itibarla konuyu biraz derinlemesine incelemek de benim için mümkün oldu. Bu arada George Sarton’un çıkarmaya başladığı Introduction to the History of Science (Bilim Tarihine Giriş) adlı kitabın yayınlanmış olan birinci cildini Türk Tarih Kurumu’nun Kütüphanesi’nde gözden geçirme fırsatını da buldum ve bilim tarihini meslek seçtiğim ve yarışma sınavını kazandığım takdirde Sarton’un yanında öğrenimimi sürdürebileceğim de bana söylendi. İşte bütün bunlar, benim bilim tarihini meslek olarak seçmemin yolunu açmış oldu. Böylelikle, Atatürk’ün sınavıma gelmesi benim hayatımın seyri üzerinde büyük bir etki yapmış oldu. Atatürk hepimizin yaşamına yeni bir yön vermiş bir kişidir. Fakat benimki daha kişisel ve özel türden bir etki oldu. Atatürk sınavı işe karışmış olmasaydı su mühendisi olacaktım. Elbette ki o saha da çok önemli ve yararlı bir mesleği temsil ediyor. Fakat ben bilim tarihini ve üniversite hocalığı mesleğini seçmiş olmaktan çok memnunum. Bunda hiçbir zaman en küçük bir şüphem de olmadı.

Bilim tarihi konusu milli kültürümüzün zenginleşmesi açısından bizim için olağanüstü önemde bir konudur. Kültür dağarcığımızın böyle temel önemde bir kültür ögesi ile beslenip geliştirilmesinin Atatürk ilke ve düşünceleri ile tamamiyle uyumlu ve ahenkli olduğunda hiç şüphe yoktur. İnsanın en gerçek yol göstericisinin bilim olduğunu ve Türk Milletinin uygarlık ve ilerleme yolunda göstereceği büyük başarılarda kafasında ve elinde tuttuğu meşalenin bilim olduğunu ve olması gerektiğini söyleyen Atatürk, eğitimimizin bilim zihniyeti için zafer yollarını açacak mahiyet ve doğrultularda vurgulanmasına büyük önem vermiş ve bu amaca ulaşılması için belirgin bir özen göstermiştir. Bu itibarla, son yıllarda felsefe gibi köklü bir disiplin yanında liselerimizin müfredat programlarında bilim tarihine de yer verilmeye başlanmış olmasının çok olumlu ve memnuniyet verici bir gelişme olarak kabul edilmesi gerektiğine bu vesile ile işaret etmeyi yararlı buluyorum."

Aydın Sayılı, Ankara Erkek Lisesi’ni 1933 yılında Haziran döneminde “pekiyi” dereceyle ve birincilikle bitirdi. Aynı yıl Milli Eğitim Bakanlığı (Maarif Vekaleti)’nın yurt dışına öğrenci göndermek için açtığı sınavı kazanarak ünlü Harvard Üniversitesi’nde Bilim Tarihi Bölümünde yüksek öğrenimini yapmak üzere Amerika Birleşik Devletleri’ne gönderildi. Columbia ve Cornell gibi bazı üniversitelerde yaz öğrenimine de katılarak, 1942 yılında Harvard Üniversitesi’nden doktora derecesi aldı. Tezinin konusu “İslam Dünyasında Bilim Kurumları”dır. Bu doktora Harvard Üniversitesi’nde ve bilindiği kadarıyla da dünyada bilim tarihi dalında verilen ilk doktora derecesidir. Sayılı’nın Harvard’daki eğitimi, yatay ihtisas alanı olarak İslam Dünyası ve düşey ihtisas alanı olarak da fizik tarihi konularını kapsıyordu. Aydın Sayılı’nın doktora çalışmasını, adı geçen bölümün başkanı, ünlü bilim tarihçisi Prof. Dr. George Sarton (1884-1956) yönetti. Sayılı, hocası George Sarton’ın dünyada “bilim tarihinin bağımsız bir akademik disiplin olarak resmi bir statüye kavuşmasında büyük rolü olduğunu” vurguluyor. Sarton, Sayılı’nın mesleki formasyonunda çok derin etkiler yaptı. İkisi arasında başlangıçtaki hoca-öğrenci ilişkisi, zamanla iki büyük bilim tarihçisi ilişkisine dönüşerek karşılıklı saygı duygularıyla yaşamlarınca sürdü.

Dr. Aydın Sayılı, 1943 yılında, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Felsefe Kürsü’ne “İlmi yardımcı” olarak tayin edildi. Askerlik görevi nedeniyle bir süre akademik yaşamına ara verdikten sonra 1946 yılı sonunda adı geçen fakültenin Felsefe Kürsüsü’ne “Bilim Tarihi Doçenti” olarak atandı. 1952 yılında “Bilim Tarihi Profesörlüğü”ne yükseldi ve aynı yıl Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde kurulan Bilim Tarihi Kürsüsü’ne başkan olarak atandı. 1958 yılında Ordinaryüs Profesörlüğe yükseldi. 1974 yılında Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Felsefe Bölümü Başkanlığına seçilen Ord. Prof. Dr. Aydın Sayılı, bu görevini 1983 yılı başında yaş haddi nedeniyle emekli oluncaya dek kesintisiz sürdürdü. Emekli Ord. Prof. Dr. Aydın Sayılı 1984 yılında kurulan Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Kültür Merkezi’ne başkan olarak atandı. Bu son görevini de tam bir liyakatla yapmaktayken 16 Eylül 1993 tarihinde yaş haddi nedeniyle emekli oldu.

Sayılı, 1947’de Türk Tarih Kurumu’nun tam üyeliğine seçilmiştir. 1957’de Uluslararası Bilim Tarihi Akademisi’nin muhabir üyesi, 1961’de aynı akademinin tam üyesi olmuş ve 1962’de üç yıllık bir dönem için başkanlığını yapmıştır. Türk Kütüphaneciler Derneği’nin şeref üyesi olmuş, Türk tarih Kurumu Ortaçağ Şubesi’nin başkanı olarak da birkaç yıl hizmet etmiştir.

Bilimle uğraşmayı bir yaşam biçimi olarak seçen bu değerli, özverili bilim adamı; son yıllarında böbrek, kalp ve cilt rahatsızlıklarıyla uğraşmak zorunda kalmış, henüz bir aylık olan emeklilik hayatına intibak ediyorken 15 Ekim 1993 Cuma günü öğleden evvel saat 10.30 sularında evinin önündeki sokakta geçirdiği kalp krizi sonucu vefat etti. Cenazesi 18 Ekim 1993 tarihinde Ankara-Cebeci Asri Mezarlığı’nda toprağa verildi.

Ord. Prof. Dr. Aydın Sayılı, ömrünün büyük bölümünü bilim tarihi çalışmalarına bilinçle ayıran, bu uğraşısından derin bir zevk duyan, bilim tarihine ilişkin birçok önemli katkı ile ülkesinde ve uluslararası bilim ortamında haklı bir saygınlık kazanmış bir kişiliktir. O, anadili olan Türkçe dışında İngilizce, Fransızca, Almanca, Farsça ve Arapça dillerini de çok iyi bildiğinden, kaynak yayınları kavramakta ve yorumlamakta üstün bir performans gösterdi. 1952-1953 ve 1956-1957 akademik yılları içinde Amerika Birleşik Devletleri hükümetinin ve Ford Vakfı’nın verdikleri burslarla, ABD’nin en zengin kitaplıklarında iki yıla yakın süre araştırmalar yaptı. Sayılı’nın bu olanağı en verimli biçimde değerlendirmesinde, altı dildeki derin vukufunun etkisi büyüktür.

Aydın Sayılı’nın Türkçe ve yabancı dillerdeki çok sayıda bilimsel yayını (kitap, makale, bildiri) bilim tarihi dalında kendisine uluslararası ün ve saygınlık kazandırmıştı. Nitekim Harvard Üniversitesi’ne, State University of New York’a ve Beyrut Amerikan Üniversitesi’ne bilim tarihi dersi vermek üzere davetler aldı ise de, Ankara’daki görev ve sorumlulukları nedeniyle bunları kabul etmeyi uygun bulmadı. Kişiliği ve etkinlikleri ile yalnız ülkemizde değil, çağdaş ileri ülkelerde de kalıcı bir saygınlığı hak etmişti. Nitekim çeşitli tarihlerde birçok kez ödüllendirildi.

Ord. Prof. Dr. Aydın Sayılı’nın konuşma ve yazıları zengin bir kültür birikimini açık bir surette yansıtmaktadır. Metafizik görüşlerden ve dogmalardan ziyade, özellikle bilim tarihine dayanan düşüncelere ilgi duyardı. Gerçekçi ve sistematik düşünce, belirgin bir niteliği idi. Bu nitelikteki soruları da daima iyi karşılardı. Muhatabını, şekilde nazik, esasta sağlam bir düşünce yapısıyla yanıtlardı. Yanıtları daima sistematik, tutarlı ve doyurucu idi. Araştırmalarında olabildiğince ilk kaynaklara ulaşmaya, önyargısız ve nesnel (objektif) davranmaya sürekli özen gösterirdi. Ele aldığı konuya üstünkörü değil, aksine olarak derinlemesine incelemek, dar zamana sıkıştırmamak, düşüncelerini iyi kristalize ederek kaleme almak, onun dikkati çeken özellikleridir. Yapıtları titiz bir çalışmanın ürünü olduklarından, sonraki basımlarında sözcük değişikliği bile yapmamayı adeta ilkeleştirmişti. Bilim etiği (ahlakı), onun düşüncelerinde ve davranışlarında saygın bir konumdaydı.

Ord. Prof. Dr. Aydın Sayılı’nın seçkin bir niteliği de, Doğu ve Batı dillerine vukufu, kavrayışı güçlendikçe, anadiline yani Türkçeye de giderek artan bir ilgi göstermiş ve bilinçli bir emeği sürekli vermiş olmasıdır. Bunun en belirgin kanıtı, editörü olduğu “Bilim Kültür ve Öğretim Dili Olarak Türkçe” isimli yayındaki aynı adlı makalesidir. Bu kapsamlı ve çok önemli yayında, Türkçe’nin gelişimini açıklayan Sayılı, Batı ve Doğu dillerinin çok sayıda sözcüklerine Türkçe karşılıklar da önerdi. Onun bu saygıdeğer emeği, dilimize hizmet edecekler için gelecekte de büyük değerde olacaktır. Bir yabancı terimin Türkçe karşılığının bulunmasında, Türkçeyi ve o yabancı dili çok iyi bilmek yetmemekte, aynı zamanda ilgili konuyu yeterli düzeyde bilmek de gerekmektedir. Aydın Sayılı, kişiliğinde bu niteliklerin tümünü eksiksiz biçimde toplamış bir akademisyendi. O, karşılıkları hiç bulunmamış yabancı sözcüklere ve anlam karışıklıklarına yol açabilen terimlerimize Türkçe yeni karşılıklar bulup, bunların açıklamalarını yaptı. Matematik, fizik, felsefe gibi değişik bilgi dallarını ilgilendiren bu çalışmasında, eşanlamlı, yakın anlamlı Türkçe sözcükler türeterek, dilimizi zenginleştirmede önemli bir kültürel etkinlikte bulundu.

Aydın Sayılı, müziğe ve güzel sanatlara duyarlı bir insan olarak, keman ve resim sanatıyla amatörce çalışmalar yaptı. Resim sanatında kuru kalem tekniğini sevmiş ve başarılı çalışmalar ortaya koymuştu.

Aldığı Ödüller ve Onur Üyelikleri

1) 1973 Yılında Nikola Kopernik’in doğumunun beşyüzüncü yıldönümü vesilesiyle Türkçe (Kopernik ve Anıtsal Yapıtı, 1973) ve İngilizce (Copernicus and his Monumental Work, 1973) iki yayınından dolayı Polonya Hükümeti tarafından Kopernik Madalyası verildi.
2) Türkiye Bilimsel ve teknik Araştırmalar Kurumu (TÜBİTAK) 1977 Hizmet Ödülü verildi.
3) 1981 Yılında İstanbul Teknik Üniversitesi Bilim ve Teknoloji Tarihi Enstitüsü’nün Onur Beratı verildi.
4) 1989 Yılında Die Deutsche Morgenlandische Gesselschaft (Alman Doğubilimciler Derneği) Onur Üyeliğine seçildi.
5) 1989 Yılında Türk Kütüphaneciler Derneği Onur Üyeliğine seçildi.
6) 1990 Yılında Ankara-Atatürk Lisesi Eğitim Vakfı Onur Kurulu Üyeliğine seçildi.
7) UNESCO Paris Merkezi’nin hazırlattığı “Orta Asya Uygarlıkları Tarihi” isimli dizinin hazırlanmasında görevli Uluslararası Editörler Komitesi’ne seçilen Ord. Prof. Dr. Aydın Sayılı’ya, -kendi uzmanlık alanıyla çok ilişkili olan ciltlerini tamamlaması nedeniyle-, UNESCO Genel Merkezi tarafından 1990 yılında Pandit Nahru Ödülü verildi.
8) Türkiye İlim ve Edebiyat Eseri sahipleri Meslek Birliği (İLESAM) 1993 Hizmet Şeref Ödülü verildi.




Biruni

2015-12-28_043617.jpg

Türk Dünyası'nın yetiştirdiği büyük bilim ve din adamlarından olan Biruni, bugün İran sınırları içinde bulunan Kas şehrinde 973'te doğdu.

Harezm Türklerinden olan ve küçük yaşta babasını kaybeden Biruni, kabiliyetleri ve zekasıyla hemen dikkatleri çekti. Harezmşah hanedanından meşhur matematikçi Ebu Nasr Mansur, Biruni'yi himayesine alarak yetiştirdi. Astronomi çalışmalarına 995'te başlayan Biruni, Harezm civarındaki Buşkatir'de, güneşin ve gezegenlerin deklinasyonlarını (meyillerini) tespit etti. Dönemin önde gelen astronomlarıyla birlikte çeşitli rasat çalışmaları yapan Biruni, 44 yaşındayken Gazneli Mahmut'un himayesine girdi ve çalışmalarını onun himayesinde sürdürdü. 1011'de Kabil'de çalışmalar yaptı.

Gazneli Mahmut'un Hindistan seferine, başdanışman ve hazindar olarak katıldı. Hindistan'ın fethinden sonra burada çeşitli ölçümler yapan Biruni, yerkürenin yarıçapını gerçeğe çok yakın şekilde hesapladı ve dünyanın yuvarlak olduğunu, tereddüde meydan bırakmayacak şekilde açıkladı. Arapça ve Farsça'nın yanı sıra Sanskritçe, İbranice, Rumca, Süryanice ve Yunanca’yı da öğrenen Biruni, astronominin yanı sıra tıp, fizik, matematik, tarih, kronoloji, jeodezi ve din ilminde de büyük ilerleme gösterdi. Bu bilim dallarında, toplam 196 eser yazdı.

Sahip olduğu ilmi araştırma metodu sebebiyle, bilim tarihçileri Biruni'yi, bütün zamanların en büyük mütefekkirleri (alimleri) arasında sayar. Yerçekimi kanunu konusunda, İngiliz Newton'dan önce incelemeler yapan Biruni, dünyanın merkezinin cisimleri çektiğini ve bu yüzden, dünya dönmesine rağmen, üzerindekilerin boşluğa fırlamadığını izah etti. Biruni, 1049'da Gazne'de vefat etti.




Cabir bin Hayyan

Dünya medeniyet tarihine adını altın harflerle yazdıran Cabir bin Hayyan bir Türk âlimidir. Bundan 1250 yıl önce yasayan ve o zamanın en büyük ilim yuvası Harran Üniversitesi bas müderrisi (rektörü) olan Cabir bin Hayyan (721-805) herkesi hayretler içinde bırakan şu İlmî bulusunu açıklamıştı: "Maddenin en küçük parçası olan cüz-ü la cüz-ü la yetecezza (atom) da yoğun enerji vardır. Yunan bilginlerinin iddia ettiği gibi bunun parçalanamayacağı söylenemez. O da parçalanabilir. Parçalanınca da öyle bir güç meydana gelir ki Bağdat'ın altını üstüne getirebilir. Bu Allah-ü Teala'nın kudretinin bir nişanıdır."
Modern kimyanın babası sayılan bu büyük Türk âliminden Razi ve İbn-i Sina gibi büyük bilginler "Üstatlar üstadı" diye söz ediyorlar. Fransız şarkiyat âlimi Catdonne (1720-1783) onu dünyanın 12 büyük dahisinden biri olarak tanımlıyor. Bacon (1214-1291) ondan hayranlıkla bahsederken kimya ilminde açtığı çığırın. Priestley (1733-1804) ve Lavoisier'in (1743-1794) açtıkları çığırın daha önemli olduğu ittifakla kabul edilmiştir. Avrupa üniversitelerine mensup birçok ilim adamı meşhur olabilmek için Cabir bin Hayyan'ın ismini kullanmak zorunda kalmıştır. Berlin Üniversitesi Tabiat Bilimleri Tarihi Profesörü Julias Ruska ve yardımcısı Paul Kraus Avrupa'da ünlü birçok ilim adamının Cabir bin Hayyan'ın ismini eserlerine verdiklerini ve bu yolla meşhur olduklarını bildiriyor.

Cabir bin Hayyan'a göre "Kimyevi hadiseler tabiatta Cenab-ı Hakk'ın takdiriyle uzun sürede meydana gelmekledir. Kimyager tabiatla uzun sürede meydana gelen şeyi kısa zamanda yapan kişidir. Âlim keşfedilmiş bir buluştan yola çıkarak başka buluşlar ortaya çıkarabilen insandır." Ona göre altının gümüşten renk ve ağırlıktan başka bir farkı yoktur. Bu iki özelliğin ise ortadan kaldırılması mümkündür. Bunun yolunun da her iki cismi teşkil eden atomların kontrol altında parçalanıp değerlerinin değişmesiyle olacağını belirtmektedir ki günümüz modem kimya ilmi de bu hakikati kabul etmektedir.

En önemli vasfı deneycilik olan Cabir bin Hayyan kimya ilminin hem teorik hem ele tatbikî alanda büyük mesafe katetmesine vesile oldu. Dünyada ilk kimya laboratuarını kuran âlim olarak tarihe geçti. Kendi kurduğu laboratuarda ilk sunî hücreyi yaptı. Ölümünden iki asır sonra Kûfe'de bir caddenin yeni baştan açılması sırasında kullandığı laboratuar ortaya çıktı. Cabir bin Hayyan'ın başta kimya olmak üzere tıp fizik astronomi felsefe alanında yaklaşık 200 eser kaleme aldığını biliyoruz. Cabir'in en meşhur buluşu şüphesiz atomla ilgili ortaya koyduğu faraziyedir. Bu keşfi John Dalton (1766-1844) Otto Hahn (1779-1868) Enrico Fermi (1901-1954) ve Albert Einstein (1879-1955) gibi meşhur Avrupalı bilginlerden tam 1000 yıl önce yapması bu büyük Türk bilgininin nasıl bir dahi olduğunu ortaya koyuyor. Ayrıca Cabir bin Hayyan kimyanın iki temel prensibini bilimsel şekilde ortaya koyarak kolsinasyon ve redüksiyon prensiplerini dile getirdi.

Buharlaşma süblimasyon eritme ve kristal-eştirme için kullanılan metotları geliştirmiştir. Ham sülfürik asit ve nitrik asitlerin nasıl yapılacağını kesin olarak ortaya koydu. Madenlerin o zamana kadar bilinen basit eritilme metotları yerine bizzat ürettiği nitrik asit sülfürik asit ve altın eritme suyunun yardımıyla eritme metotlarını geliştirdi. Bu sayede Cabir ve ondan sonra gelen bilim adamları sayısız terkipleri bu arada cıva oksit zincifre arsenik amonyak gümüş nitrat şap, göztaşı kireçli potas südkostîk mahsulü yakıcı potasyum ile çok değerli maddeleri elde edip üretebildiler.

Max Meyerhof (1884-1951) Cabir Bin Hayyan'ın kimya ilmine buharlaştırma, süzme, tasviye etme, eritme, damıtma ve billurlaştırma metotlarını keşfederek uygulamaya soktuğunu bildiriyor. Ayrıca bir çok kimyevi cevherin meselâ zincifre, arsenik oksidi ve başka birçok terkibin nasıl hazırlanacağını açıkladığını ifade ediyor.

Optik kanunların keşfi ve mercekler teorisi Cabir'e dayandırılıyor. O iç bükey aynalar vasıtasıyla güneş ışınlarını bir yere toplayıp uzak mesafelerden ağaçları tutuşturdu ve bir kaptaki suyu kaynatmayı başardı. Ayrıca güneş enerjisinden istifade etme yöntemini de dünya medeniyetine Cabir bin Hayyan kazandırdı.




Cahit Arf

2015-12-28_043811.jpg

Ülkemizde matematiğin simgesi haline gelen Cahit Arf 1910 yılında Selanik’te doğdu. 1932 yılında Galatasaray Lisesi’nde matematik öğretmenliği, 1933 yılında İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi’nde profesör yardımcısı (Doçent adayı ) olmuştur. Doktorasını 1938 yılında Almanya’da Göttingen Üniversitesi’nde tamamladı. Daha sonra İstanbul Üniversitesi’ne dönen Arf, 1943 de profesör, 1955’de Ordinaryus Profesör oldu.1964-1965 yılları arasında Fransa’da bulunan Princiton’daki Yüksek Araştırma Enstitüsü’nde konuk öğretim üyesi olarak görev yaptı.

1938 yılından beri Cahit Arf cebir, sayılar teorisi, elastisite teorisi, analiz, geometri ve mühendislik matematiği gibi çok çeşitli alanlarda yaptığı çalışmalarla matematiğe temel katkılarda bulunmuş, yapısal ve kalıcı sonuçlar elde etmiştir.

Bütün Türk matematikçilerine dolaylı veya dolaysız bir şekilde esin kaynağı olmuş, yaptığı uyarılar ve verdiği fikirlerle çevresindeki tüm matematikçilerin ufuklarını genişletmiş ve çalışmalarını yeni bir bakış açısıyla yönlendirmelerini sağlamıştır.

Cahit Arf’ın ilk çalışması, 1939 yılında Almanya’nın ünlü bir matematik dergisi olan Crelle Journal Dergisi’nde yayınlanmıştır. Cahit Arf çözülebilen cebirsel denklemlerin bir listesini yapmak amacıyla Göttingen’de ünlü matematikçi Hasse’nin doktora öğrencisi oldu. Hasse’nin önerisiyle özel haller problemini çözdü. Cahit Arf bu çalışmasıyla sayılar teorisinde çok özel bir yeri olan lokal cisimlerde dallanma teorisine çok önemli yapısal bir katkıda bulunmuştur. Burada bulduğu sonuçlardan bir bölümü dünya matematik literatüründe “Hasse-Arf Teoremi”olarak geçmektedir.

Bundan sonra uğraştığı problem, matematikte “kuadratik formlar” olarak bilinen konudadır. Uzayda konisel yüzey denklemleri buna basit bir örnek olarak gösterilebilir. Bu konudaki temel problem, kuadratik formların bir takım invaryantlar, yani değişmezler yardımıyla sınıflandırılmasıdır. Bu sınıflandırma Witt adında ünlü bir Alman matematikçi tarafından karakteristiği ikiden farklı olan cisimler için 1937 de yapılmıştır. Karekteristik iki olunca problem çok daha zorlaşıyor ve Witt’in yöntemi uygulanamıyordu. Cahit Arf bu problemle uğraştı ve karakteristiği iki olan cisimler üzerindeki kuadratik formları çok iyi bir biçimde sınıflandırdı. Bunların invaryantlarını, yani değişmezlerini inşa etti. Bu invaryantlar dünya literatüründe “Arf İnvaryantları” olarak geçmektedir. Bu çalışması 1944 yılında Crelle Dergisi’nde yayınlandı ve Cahit Arf ‘ı dünyaya tanıttı.

1945’lere gelindiğinde düzlem bir eğrinin herhangi bir kolundaki çok kat noktaların çok katlılıklarının yalnız aritmetiğe ait bir yöntem ile nasıl hesaplanacağı iyi bilinmekteydi. Düzlem halde algoritmanın başladığı sayılar eğri kolunun parametreli denklemlerinden bilinen bir kanuna göre elde ediliyordu. Genel durumda ise böyle bir sonuç henüz bulunamamıştı. Bu sıralarda İstanbul’da Patrick Du Val adında bir İngiliz matematikçi bulunuyordu. Du Val genel halde algoritmanın başladığı sayılara “karakter” adını vermiş ve eğrinin tüm geometrik özellikleri bilindiği zaman bu karakterlerin nasıl bulunacağını göstermişti. Bunun tersi de doğruydu. Bu karakter bilinirse, eğrinin çok katlılık dizisi, yani geometrik özellikleri de bulunabiliyordu. Burada açık kalan problem ise bir eğrinin denklemleri verildiğinde karakterlerini bulabilmek idi. Cevap düzlem eğriler için bilinmekte, ama yüksek boyutlu uzaylarda bulunan tekil eğriler için bilinmemekte idi. Ayrıca, yüksek boyutlu bir uzayda tanımlanmış bir tekil eğrinin çok katlılık özelliklerini, yani geometrik özelliklerini bozmadan en düşük kaç boyutlu uzaya sokulabileceği de bu problemle beraber düşünülen bir soru idi. Bu çeşit sorular matematiksel bakış açısının temel problemi olan sınıflandırma probleminin eğrilere uygulanması bakımından son derece önemli ve zor sorulardı. Cahit Arf bu problemi 1945’de tamamı ile çözmüş ve tek boyutlu tekil cebirsel kolların sınıflandırılması problemini kapatmıştır. Bu sonucun zorluğu hakkında fikir elde edebilmek için düzgün varyetelerin sınıflandırılması probleminin bugüne kadar 1,2 ve kısmen 3 boyutlu varyeteler için çözüldüğünü tekilliklerinin sınıflandırılması probleminin ise 1 boyutlu varyeteler, eğriler için Cahit Arf tarafından çözüldüğünü göz önüne almak gerekir. Cahit Arf bu problemi çözerken önemini gözlediği ve problemin çözümünde en önemli rolü oynadığını fark ettiğini bazı halkalara “karekteristik halka” adını vermiş ve daha sonra gelen yabancı araştırmacılar bu halkalara “Arf Halkaları” ve bunların kapanışlarına “Arf Kapanışları” adını vermişlerdir. Cahit Arf’ın bu çalışması 1949 ‘da Proceedings of London Matematical Society dergisinde yayınlanmıştır.

Cahit Arf’ın 1940’lı yıllarda yaptığı bu çalışmaların günümüzde hala kullanılıyor olması, onun kalıcılığını ispatlamıştır. Cahit Arf’ı ilk tanıyan bir kişi onun sadece matematiğe ilgi duyan bir insan olduğu izlenimini edinebilirdi. Cahit Arf için, matematik her şeyin üzerinde ve ötesindeydi. Ancak, onu TÜBİTAK’ın kurulmasında ve gelişmesinde gösterdiği çabayı ve özeni bilenler Cahit Arf’ın öyle içine kapanık, matematikle uğraşan, dış dünya ile ilgilenmeyen bir kişi olmadığını bilirler. Mühendisliğin günlük hayattan doğan problemlerine her zaman ilgi gösterirdi. Ama, bu probleme mutlaka matematiksel bir model bulmaya çalışırdı. Hele bir de pratikten gelen problemi matematik olarak çözüme kavuşursa pek keyiflenirdi. Mustafa İnan’la böyle bir işbirliği yapmış ve İnan’ın köprülerde gözlemleyip, araştırdığı bir sorunun matematiksel kesin çözümünü vermiştir. Bu çalışmaları Cahit Arf’a İnönü Ödülü’nü kazandırmıştır.

Üniversitede rektörlük, dekanlık gibi idari görevler almaktan kaçınmıştır. Araştırmacıların bu gibi görevlerden uzak durmaları gerektiği görüşündeydi. Ama uzun yıllar TÜBİTAK Bilim Kurulu Başkanlığı’nı da özveriyle yürütmüştür. Ortadoğu Teknik Üniversitesi’nde bulunduğu yıllarda yeni ve farklı bir üniversite modelinin ve kültürünün ortaya çıkması için çaba göstermiştir. Akademik dünyanın yapay hiyerarşik ayrımlarıyla alay etmiştir. Genç öğretim üyeleri ve öğrencilerle çok güzel, yararlı ve keyifli diyalog içindeydi. Her zaman üniversite içi çekişmelerden ve politikadan özenle uzak durduğu halde, ODTÜ sistemi tehlikeye düştüğünde duyarlı ve sorumlu bir bilim adamı olarak kendini bir mücadelenin içine atmaktan çekinmemiştir. Bu onurlu mücadele de bile matematiğin aksiyomatik yaklaşımını kimseye farkettirmeden kullanmıştır.

Cahit Arf 1948’de İnönü Ödülü, 1974’de TÜBİTAK Bilim Ödülü, 1980’de İTÜ ve KATÜ Onur Doktorası, 1981’de de ODTÜ Onur Doktorası’nı aldı. Genç yaşta Mainz Akademisi Muhabir Üyeliğine seçildi ve Türkiye Bilimler Akademisi Onur Üyesi oldu. Cahit Arf matematikte kalıcı izler bırakarak 26 Aralık 1997‘de aramızdan ayrılmıştır. Türkiye’de ve dünyada her zaman hatırlanacaktır.
 

Murat.Y

Üye
Üye
Katılım
Eyl 9, 2014
Mesajlar
1,998
Tepkime Puanı
0
Puanları
0
Türklerde Bilim / Büyük Türk Bilim Adamları

Celâlzade Mustafa Çelebi

Celâlzade Mustafa Çelebi Kanuni Sultan Süleyman Han devrinin önde gelen âlimlerindendir. Tosyalı Kâdı Celâl’in oğlu olup, çoğu defa yalnız Koca Nişancı namı ile anılırdı. Tosya’da doğan Mustafa Çelebi, ilk tahsilini burada yaptıktan sonra İstanbul’a giderek öğrenimini tamamladı.

Genç yaşında devlet hizmetine girdi. Piri Paşa'ya intisap ederek 1516’da Divan Kâtibi oldu. İslâm yazılarından “dîvânî” yazıda başarılı olduğundan mesleğini çabuk ilerletti. Yavuz Sultan Selim Hanın iltifatına kavuştu. Piri Paşa'dan sonra İbrahim Paşanın da takdirini kazandı. Mısır’a gittiği sırada Mustafa Çelebi’yi de sır kâtibi olarak beraberinde götürdü. Mısır’da bulundukları sırada asayiş, huzur ve düzenin temini için yeni kânunlar hazırlanmasında sadrazam İbrahim Paşanın yanında fevkalâde liyakat gösterdi. Mustafa Çelebi’nin resmî yazı ve raporları hazırlamadaki üstün kabiliyeti henüz bilinmemekle beraber, çoğu defa bazı mühim name-i hümayunlar (padişah mektupları) ve fermanlar ile beratlar ona yazdırılıyordu.

Mustafa Çelebi, 1534 Irakeyn Seferinde, Nişancı Seydi Bey'in vefatı üzerine Nişancılık makamına getirildi. 1534’ten 1557’ye kadar aralıksız bu makamda devlete hizmet etti. Birçok kânun ve nizamların hazırlanmasını sağladı. Ayrıca dış ülkelerle olan siyasi münasebetlerde fevkalâde maharet sahibi olduğunu gösterdi. Divan-ı hümayunda, yani Osmanlı İmparatorluğu Bakanlar Meclisinde, kânunlarla ilgili hususlarda devamlı fikri alınırdı. Sonraki devirlerde derlenen bu kânun ve nizamlar Celâlzade Kânunları adıyla Osmanlı tarihinin altın sayfalarına geçti. Nişancılıktan ayrılan Mustafa Çelebi’ye Kanuni Sultan Süleyman Han tarafından emeklilik maaşı bağlandı. Bununla beraber, devlet hizmetlerinden büsbütün el çekmiş değildi. 1567 tarihinde tekrar Nişancılığa tayin olundu. Daha önce Zigetvar Seferi'ne katılan Mustafa Çelebi ölümüne kadar bu vazifede kaldı. Aynı yıl içinde vefat ederek İstanbul’da Eyüp Sultan'da bulunan Nişancılar Camii yanında defnedildi.

Nişancı olup da emekliye ayrıldığı ilk dönemde burada güzel bir ev yaptırmıştı. Ayrıca bir hamam ve dâhil olduğu Halvetî tarikatı için de bir tekke yaptırdı. Emekliye ayrıldığı dönemde evinin bir ilim ve irfan yuvası olduğu, ilim ve edebiyat âşıklarını himaye ettiği rivayet edilmektedir.

Mustafa Çelebi, güzel yazı yazmakta ve resmî yazıları kaleme almakta pek maharet sahibiydi. Aynı zamanda takdir edilen bir şairdi. Padişaha sunduğu kasideler pek beğenilir, kendisine ikram ve iltifat olunurdu. Cömert ve şefkatli olan Mustafa Çelebi, devlet hizmetlerinden başka yalnız şiir ve inşa ile meşgul olmakla kalmamış, birçok telif ve tercüme eser bırakarak ilme ve fenne de hizmet etmiştir. Eserlerinin başında Kanuni Sultan Süleyman devrini gayet güzel bir üslûpla anlatan Tabakâtü’l-Memâlik fî Derecâti’l-Mesâlik adlı eseri gelmektedir. Tarihçi Peçevî bu esere "manzum ve mensur Şehname" adını vererek kıymetini ifade etmeye çalışmıştır. İlk Nişancılığı zamanında Horasanlı Mu’inü’l-Miskin’in Peygamberler Târihi ile ilgili Me’aricü’n-Nübüvve adlı eserini Türkçeye tercüme etti. (Bu eser, sonradan 17. asır âlimlerinden Altıparmak Mehmed Efendi tarafından da tercüme edilerek basıldı. Altıparmak Tarihi adıyla günümüzde yeniden bastırılmıştır.)

Mustafa Çelebi, emekliye ayrıldığı sırada oturmakta olduğu Eyüp Sultan'daki evinde Mevâhibü’l-Hallâk fî Merâtibi’l-Ahlâk adlı pek kıymetli bir eser hazırladı. Bu eser, İslâm ahlâkını anlatmaktadır. Daha sonra Enîsü’s-Selâtîn ve Celîsü’l-Havâkîn adı verilen bu eser, 54 bölümden meydana gelmektedir. Merhumun ayrıca, Yavuz Sultan Selim’i, din ve devlete olan hizmetlerini anlatan Selimnâme adlı bir eseri ile Nişânî mahlaslı bir Divan’ı vardır. Bunlardan başka birkaç tercüme eseri daha mevcuttur.




Cemşîd

Büyük Türk matematik ve astronomi bilgini olan Cemşîd, Kâş şehrinde doğdu. İsmi, Cemşîd bin Mesudülkası olup, lâkabı Gıyaseddin'dir. 1416'da Karakoyunlu Sultanı İskender'in hizmetine girdi. 1420'de Timur'un torunu Uluğ Bey tarafından Semerkant'ta kurulan ünlü rasathanenin müdürlüğüne getirildi. Aynı yıllarda ünlü bilgin Bursalı Kadızade-i Rumî'de Semerkant medresesinin başmüderrisi bulunuyordu.

15.yy'ın ilk yarısında, Batı Türkistan'da matematik ve astronomi bilimleri en yüksek derecesine ulaşmış ve Avrupalıların bu alandaki bilgilerini geride bırakmıştı. Mesela Cemşîd, 1427'de tamamlayıp Uluğ Bey'e sunduğu Miftah-ül-Hisab (Hesap Anahtarı) adlı eserinde, herhangi bir derecede kök almanın yollarını anlatır. Bunlardan biri, tabii üs için Lewton'un iki terimli formülünü uygulama temeline dayanır; bu formül Avrupa'da Cemşîd'in kitabından ancak yüz yıl sonra bulundu. Cemşîd ondalık kesirler kuralını ilk defa uyguladı ve bunlar üzerinde dört işlemi gösterdi. Bu kural, Avrupa'da ancak 16.yy'ın sonlarında, Hollandalı matematikçi Simon Stevin tarafından uygulanabildi. Cemşîd, yine aynı eserinde üçüncü derece denklemi çözebilecek bir yöntem de teklif etti. Risâle fi Muhit-ül Dâire (Dairenin Çevresi Hakkında El Kitabı) adlı eserinde de pi sayısının değerini 17 ondalık rakamla doğru olarak hesapladı. Bu hesap Avrupa'da ancak 1597'de Ludolf van Ceulen tarafından yapılabildi. Cemşîd, Uluğ Bey'in adıyla anılan astronomi cetvellerinin hazırlanmasına yardım etti; ayrıca hekimlikle de uğraştı.

El yazması halindeki başlıca eserleri: Miftah-ül Hisab (1864'te Fransızcaya çevrildi.), Er-Risâlet-ül-Kemaliye (Olgunluk Risalesi) diğer adı Süllem-üs-Sema (Gök Merdiveni), Er-Risâlet-ül-Muhitiye fi İstihrac-i Muhiti Daire (Daire Çevresinin Bulunması Hakkında Risale), Risâle fi İstihrac-i Ceybi Derecet-in Vâhide (Bir Derecenin Sinüsünün Hesaplanması). Cemşîd'in üçüncü dereceli denklemin çözümü hakkındaki teklifi bu eserdedir. Cemşîd'in bunlardan başka ondan fazla eseri vardır. Cemşîd, 1437 yılında Semerkant'ta ölmüştür.




Cezeri

Sibernetik alimi hayatı hakkında, kitabının girişindeki kısa açıklamanın dışında bilgi yoktur. 1181-1206 yılları arasında Amid'de (Diyarbakır) Artuklu hanedanının himayesinde bulunduğu söylenen Cezeri 1205'te tamamladığı Kitab fima'rifeti'l-hiyeli'l-hendesiye adlı ünlü eseri Emir Nasirüddİn Mahmud'un isteği üzerine kaleme almıştır. Cezeri lakabıyla şöhret bulmasının sebebi, Cezire (ada) denilen Dicle ile Fırat arasındaki bölgede doğmuş olmasıdır. Artuklu Türklerindendir. 1150 yılında Diyarbakır'da dünyaya geldi.

Cezeri, İslam medeniyetinin oldukça ilerlediği, Doğu Anadolu'da kültür faaliyetlerinin yoğunlaştığı bir devrede ilim ve imar işlerinde bir hayli ilerIeyen Artukoğulları sarayına girdi. Orada 32 yıl Reis-ül amal (başmühendis) olarak görev yaptı. Nureddin Muhammed (1167) ve onun oğulları Kutbeddin Sökmen (1185) ile Nasüriddin Mahmud'un (1201) hükümdar oldukları dönemlerde büyük hizmetlerde bulundu. Karaaslan tarafından Hısn Keyfa'da inşa ettirilen muhteşem köprü ile onun altındaki çarşı, han, hamam ve mahallelerin imarında emeği geçti.

Cezeri, sadece otomatik sistem kurmakla yetinmeyip, otomatik olarak çalışan sistemler arasında denge kurmayı da başarmıştır. O aradan 800 yıl gibi bir zaman geçtikten sonra sibernetiğin babalarından sayılan İngiliz Nöroloji Profesörü Dr. Ross Ashby, ancak 1951'de "Üstün Denge Durumu"nu ortaya atabilmiştir ve ancak ilk defa o zaman otomatik olarak işleyen sistemlerin üstünde bunları kontrol eden sistemlerden söz edebilmiştir. Her ne kadar Fransızlar, sibernetik ve elektronik sistemin Descartes (1596-1650) ve Pascal'la (16231662), Almanlar Leibniz'le (1646-1716), İngilizler de Roger Bacon'la (1214-1294) başladığını söylerlerse de, gerçekte Cezeri bu fikri ilim dünyasına takdim eden ilk bilgin olarak karşımıza çıkmaktadır .

Bugün fizikçi ve mekanikçiler, ''Isı Etkisiyle Haberleşerek Denge Kurma'' sistemini ilk defa olarak James Watt'ın (1760-1819) 1780'de regülatörü icat etmesiyle gerçekleştirdiğini söylerler. Bu doğru olmakla birlikte, bunun Cezeri'ye kadar dayandığı kitabından rahatlıkla anlaşılacaktır. Günümüzden 800 yıl önce, bugünkü Diyarbakır yöresinde yaşayan Artuklu Türklerinin hükümdarı Mahmud, ''Ben abdest alırken ayaklarıma su döken hizmetçilerimin bana hakları geçiyor'' diye düşünerek rahatsız olur ve sarayın başmühendisinden bu işe bir çare bulmasını ister. Bir süre sonra mühendis, abdest suyu döken bir robot yapmayı başararak, bunu hükümdara sunar. Robot, elinde tuttuğu testiden hükümdarın abdest alabileceği şekilde elini, kolunu oynatarak su dökebilmektedir. O güne kadar görülmemiş bu mühendislik harikası karşısında hükümdar, hayretler içinde kalır . Bu eserin mucidi Cezeri'den başkası değildir. Hükümdar, onun çalışmalarına büyük destek olur. Cezeri de kendi kendine öten tavus kuşları, robot filler, uzatılan bardaklara şerbet döken, bardak dolduğu zaman da kendi kendine duran kadın robotlar gibi 50 değişik buluşla hükümdarın bu desteğinin karşılığını fazlasıyla verir. Cezeri 1220 yılında ölmüştür.

Cezeri'yi Bilim Dünyasına Tanıtan Eseri

Cezeri'yi üne kavuşturan husus, sibernetik ve elektronik sistemle ilgili robotlar, makineler yapması ve bunları eserinde tarif etmesidir. Cezeri'nin meşhur eserinin adı ''Kitabü'l-Cami Beyn'el-İlmi ve'l-Ameli en Nafi fi Sınaati'l-Hiyel="Mekanik Hareketlerden Mühendislikte Faydalanmayı İçine Alan Kitap"tır. Eserin daha başka değişik isimleri de vardır. Kitabın orijinali, günümüzde mevcut değildir. Fakat 5 tanesi Türkiye'de bulunmak üzere bütün dünyada bilinen 15 kopyası vardır. Türkiye'dekilerin 4'ü Topkapı, biri de Süleymaniye Kütüphanesi'ndedir. Eser, zamanın ilim dili olan Arapça ile kaleme alınmıştır. Eserin nüshalarından birisi Topkapı Müzesi 3.Ahmed Kütüphanesi'nde 3472 numarada kayıtlıdır.

Kitap, altı kısma ayrılmış olup, ilk dört kısmı onar, son iki kısım da beşer bölümden meydana gelmektedir. Bu kısımlar; su saatleri ve kandil saatleri, ziyafetlerde kullanılan kaplar ve sürahiler, el yıkama ve kan alma için kullanılan kaplar, çeşmeler ve mekanik yollarla hareket eden (otomatik) müzik aletleri, su pompalayan makineler, muhtelif aletler üzerinedir. Kitapta her aletin şekli renkli mürekkeplerle çizilmiş ve çalışması ayrıntılı olarak izah edilmiştir. Bu ayrıntılar da çeşitli renklerle gösterilmiştir. Ayrıca, şekillerde Arap harfleri kullanılarak bazı parçalar işaretlenmiş ve metinde bunlara göndermeler yapılarak, açıklamaların anlaşılması kolaylaştırılmıştır. Bazı nüshalarda ise bu harflerin ebced değerleri göz önüne alınmış, bazılarında da henüz açıklanamayan gizli bir harf sistemi kullanılmıştır. Metinde, aletlerin sonra, imal sırasına göre parçaların teker teker anlatılarak bunların montaj usulü açıklanmış ve en sonra o aletin çalışması hakkında bilgi verilmiştir .

Su ve kandil saatleri, Cezeri'nin gücünü ifade eden karmaşık aletlerdir. Su terfi makineleri ekonomik yönden daha önemli olmakla beraber, kitapta bunlara saatler kadar önem verilmemiştir. Metal döküm tekniğine ait bilgiler, ileri bir mühendislik seviyesini ifade etmektedir. Cezeri'nin aletleri yer çekimi kuvvetiyle çalışır ve bu kuvvet, düşürülen bir ağırlık, boşalan bir kaptaki şamandıra veya batan bir cisimle elde edilir. Cezeri, kullandığı makine parçalarını ve imal usullerini de en ince ayrıntılarına kadar tanımlamıştır. Büyük bir kısmı bugünkü Avrupa mühendislik terminolojisine giren makine parçaları üzerine yaptığı çalışmaların en önemlileri şunlardır: Konik vanalar, kapalı kum kutularında pirinç ve bakır döküm, tekerleklerin balansı. Cezeri'nin mühendislik harikaları kağıttan maketlerinin yapılması, su akıtan savakların ayar edilmesi, çarpılmayı en az indirmek için ahşabın tabakalar halinde kullanılması, gerçek anlamda emme borusunun kullanılması, suyunu belli bir zaman aralığı ile boşaltan kaplar ve daire sektörü dişliler. Bunlardan bir kısmının yüzyıllar sonra Avrupa'da adeta yeniden keşfedildiği, bilinen tarihi bir gerçektir. Mesela, kapalı kum kutuları ile döküm, Avrupa'da 1500 yıllarında başlamıştır. Konik vanalardan ilk söz eden Leonardo da Vinci'dir. Su saatinde seviye kontrol cihazına benzer ve buhar kazanlarında kullanılacak bir aletin patenti, İngiltere'de 1784 yılında alınmıştır. Cezeri'nin makinelerinden sadece biri, su çarkı ile işleyen tulumba, modern mühendisliğin gelişmesine doğrudan doğruya katkıda bulunmuştur. Bu makine, a) Çift etki ilkesinin uygulanması, b) Dönme hareketinin ileri-geri hareketle çevrilmesi, c) Emme borusunun bilinen ilk kullanılışı olmasından dolayı çok önemlidir. Dolayısıyla, buhar makinesinin ve emme basma tulumbanın ilk örneği sayılabilir. Söz konusu makinede, akan suyun çevirdiği çark, düşey düzlemde bir dişliyi, bu dişli de yatay düzlemdeki diğer bir dişliyi döndürmektedir. Yatay dişlinin çevresine yakın bir yerde düşey bir pim bulunmaktadır. Bu pime ortası yarık ve diğer ucu yine bir pimle sabitleştirilmiş bir çubuk geçirilmiş ve bu çubuğa da tulumbalarının piston kolları bağlanmıştır. Yatay diş dönünce yarık çubuk açısal bir hareket yapmakta, piston kolları da ileri-geri gidip gelerek tulumbaları çalıştırmaktadır.

Cezeri, kendisinin, Helenistik çağdan XIII. yüzyıla kadar uzanan bir mühendislik geleneğinin İslam dünyasındaki bir devamı olduğunun bilincindedir. İslam dünyasında Musaoğulları (bk. Beni Musa) ile başlayan bu gelenek, Cezeri'de zirveye ulaşmıştır. Cezeri, kendi yaptığı abidevi su saatinin Pseudo-archimedes'in yaptığı su saatine dayandığını söyler. Kitabının dördüncü kısmında, çeşmeler üzerindeki çalışmaları sırasında, Musaoğulları'ndan ve ayrıca Bizanslı Apollonios'un otomatik müzik aletleri üzerine yazdığı eserden de bahseder. Bu arada, kimin tarafından yapıldığı bilinmeyen aletleri de zikretmiştir. Cezeri, esas itibariyle bir mucit değil, bir mühendistir ve görevinin kendinden öncekilerin yapmış oldukları aletleri mükemmelleştirmek olduğu kanaatindedir. Bu noktadan bakıldığında, eserinde, teori ile pratiğin eşit ağırlıkta olduğu, hatta bazı yazarlara göre aletleri yapmak için gerekli pratik bilgi ve kuralların ağır bastığı hissedilir. Gerçekten de O, çalışmasının pratik hayatta işe yarar bilgiler türünden olduğunu özellikle belirtir.

Cezeri'nin yaşadığı çağda elektrik gücü, magnetik güç, foton etkisi veya elektromagnetik güçler bulunmadığı için, o elindeki imkanları değerlendirmesini bilmiş, su gücü ve basınç tesirinden faydalanma yoluna gitmiştir. Gerçekten başka imkanlar bulunmadığı, su da kıt olduğu halde, bu derece muhteşem hidromekanik sistemle çalışan makineler yapabilmiş olması, onun sibernetik ilmi alanındaki yerini ve değerini göstermeye yetmektedir. Cezeri'nin tarif ettiği bazı makinelerin pratik faydaları oldukça büyüktür. Bunlardan bir kısmı, bir mil (eksen) boyunca yer alan dişlilerle çalışan bir nevi tulumbadır. Tulumba, bir sürü kepçeyi sırayla hareket ettirerek suyu çıkarmaktadır.

Bazı makinelerin ise yalnızca eğlendirici tarafı vardır. Mesela, içinde su varmış gibi görünmesine rağmen suyu boşaltılamayan su kapları ve içi boş gibi görünüp, su akıtan kaplar gibi. Günümüzde bu kaplarda kullanılan prensiplerden faydalanılarak bir kısım oyuncaklar yapılmaktadır. Hem eğlendirici, hem de faydalı olan bu cihazlara, çeşme ve su saati örnek gösterilebilir. Cezeri'nin saatlerinin çalışma sistemi ise, çoğunlukla aynı mil üstündeki bir gösterge ile üstünden, ucuna ağırlık asılı bir kayış geçen, kasnak biçimindedir. Ağırlığın düşüş hızı, yüzen bir cisimle kontrol edilmektedir. Yüzen cisim, kayışın öteki ucuna tutturulmaktadır. Bazı durumlarda da devrilebilen bir kova, otomatik olarak dolmakta ve devrilince bir mandalı iterek, dişlinin bir diş ilerlemesini sağlamaktır.


Değeri Yeni Anlaşılan Bilgin

Kitabü'l Hiyel, 1974 yılında Dortrecht ve Boston'da "AI-Jazari's Book of Knowledge of Ingenious Mechanigal Devices" adıyla Donald R.Hill tarafından İngilizce'ye tercüme edildi. Eserin bazı parçaları da Almanca'ya çevrildi. Maalesef kendi bilim adamımızın bu kıymetli eserini henüz Türkçe'ye tercüme edebilmiş değiliz. Bundan dolayı da otomatik makinelerin çalışması hakkında detaylı bilgiye sahip bulunmuyoruz. Cezeri'nin, kitapta tarif ettiği makinelerden birkaç tanesi, Wiedemann tarafından yapıldı ve başarıyla işletildi. Makineler, halen Almanya'nın Erlangen Üniversitesi'nde bulunmaktadır. Aynı zamanda bugün, İngiliz ve Amerikalılar da bu makinelerden faydalanarak yeni eserler ortaya koyma çabasındadırlar.

Ayrıca, ülkemizde İTÜ Bilim ve Teknoloji Tarihi Enstitüsü, Cezeri'nin kitabındaki şekillerin aslına sadık kalarak, tavuskuşlu su saatini yapmayı gerçekleştirmiştir. Cezeri'nin yaptığı makine parçalarının bir kısmına kendisinden 200-350 yıl sonra yaşayan Giovanni de Donti ve Leonardo da Vinci'de rastlanmaktadır.

Son söz olarak diyebiliriz ki, "Cezeri, ilim tarihine sibernetiğin kurucusu olarak kaydolmuştur."

2015-12-28_044125.jpg





Fârâbî

2015-12-28_044238.jpg

Bugün Kazakistan sınırları içerisinde bulunan Otrar (Fârâb) şehri yakınlarındaki Vesic yerleşim merkezinde 870 yılında doğdu. Adı Muhammed, baba adı Muhammed, büyükbabası Tarhan, onun babası ise Uzluk.. Künyesi Ebu Nasr.. "Ebu Nasr Muhammed b. Muhammed b. Tarhan b.Uzluk el-Fârâbi" adına, Türk olduğunu belirtmek üzere bazı eserlerde "et-Türkî" lâkabı da ilâve edilir. Doğduğu şehre atıfla "Fârâbî" diye şöhret buldu.

Babası doğduğu yer ve bir sınır kasabası olan Vesic Kalesi'nde kumandan. Büyükbabası, o dönem Türk devlet ve topluluklarında bir asalet unvanı ve rütbe olan "Tarhan" adını taşıyor. İleride "İslâmî fikir tarihimizi başlatan bilgin" olma onurunu kazanacak olan Fârâblı Muhammed, asalet ve rütbelere sahip, saygın bir soy silsilesine ait olarak bu münbit kültür ortamında dünyaya geldi. Fârâbî'nin yetiştiği kültür ortamı İslâmiyet öncesi ve sonrası binlerce yıllık Türk kültür ve medeniyetinin bir sentezi durumunda idi. İslâmiyet öncesinin binlerce yıllık millet olma bilincine, devlet kurucu iradesine, bütüncü dünya görüşüne sahip Türk milletinin, İslâmiyet’in evrensel tevhid inancı ile buluşmasından ortaya çıkan bu sentez, insan merkezli bir atılımı kanatlandırmaya hazır bir bereketli ortamı oluşturuyordu. Bu hazır ortam, Fârâbî'yi dönülmez ilim yolculuğuna çıkaran itici güç oldu.

Önce, mensubu bulunduğu kültürün üretim merkezlerini dolaştı. Semerkant, Buhara, Merv ve Belh gibi kültür başkentlerinde, Kuran'ın akletmeye, tefekküre, bilgiye sevkeden önü sınırsıza açık mesajlarını inceledi. Kadim Türk kültürünün tekçi din anlayışına paralel bu tevhidi tebliğin eski Yunan'ın birbirinden bağımsız çokçu prensipleri ile İran'ın birbiriyle çarpışan zıt ilâh anlayışından farklılığını gördü. O'nun kişiliği, her şeyden önce içinde yetiştiği "Türk" ve "Müslüman" kişiliği idi. Katıksız, sade Türk yetişme tarzından farklı inanç ve kültür alaborasının içine atıldığı ömürlük sürede bu Türk ve Müslüman kişiliğinde en küçük bir sapma olmadı. Zengin bir ilim dili olan Arapça'nın hakim olduğu kültür çevresinde eserlerini zorunlu olarak Arapça yazdı ama "Türkçe" konuştu. Bağdat, Şam, Halep gibi farklı kültür ortamlarında hep Türk kıyafeti ile dolaştı, kabul edildiği devlet ricalinin huzuruna üzerinde Türk harmanisi, ayağında sivri uçlu Türk yemenisi ile çıktı. Fârâbî kadar doğumundan-ölümüne hayatını bir okul haline getiren; genç yaşta çıktığı yurdunu, mesleğini, makamını ilim öğrenme uğruna feda eden bir başka kişilik var, herhalde o da tarihin Fârâbî kadar mutlu ve onurlu bir kişisi olmalıdır. Büyük bilgin, ilim yolculuğundan bir daha geri dönmedi ama, 339 (950) yılında Şam'da hayata veda ederken, geriye 100'den fazla eser ve kıyamete kadar sürecek bir saygınlık bıraktı.




Gelenbevi İsmail Efendi

2015-12-28_044350.jpg

1730 yılında şimdiki Manisa'nın Gelenbe kasabasında doğan Gelenbevi İsmail Efendi, Osmanlı İmparatorluğu matematikçilerindendir. Asıl adı İsmail'dir. Gelenbe kasabasında doğduğu için ikinci adı onun bu doğduğu kasabadan gelir. Daha çok Gelenbevi adıyla ün kazanmıştır.

Önce, kendi çevresindeki bilginlerden ilk bilgilerini almıştır. Daha sonra, öğrenimini tamamlamak üzere İstanbul'a gitmiştir. Burada, çok değerli ve kültürlü öğretmenlerden yararlanıp matematik bilgisini oldukça ilerletmiştir. Müderrislik sınavını kazanarak 33 yaşında müderris olmuştur. Bundan sonra kendisini tümüyle ilme verip çalışmalarına devam etmiştir.

Gelenbevi, eski yöntemle problem çözen son Osmanlı matematikçisidir. Sadrazam Halil Hamit Paşa ve Kaptan-ı Derya Cezayirli Hasan Paşa'nın istekleri üzerine, Kasımpaşa'da açılan Bahriye Mühendislik Okulu'na altmış kuruşla matematik öğretmeni olarak atandı. Bu atama ona parasal yönden bir rahatlık getirdi.

Hakkında şöyle bir öykü anlatılır: "Bazı silahların hedefi vurmaması, padişah III. Selim'i kızdırmış ve bunun üzerine Gelenbevi'yi huzuruna çağırarak ona uyarıda bulunmuştur. Gelenbevi bunun üzerine hedefe olan uzaklıkları tahmin ederek gerekli silahlardaki düzeltmeleri yapmış ve topların hedefi vurmalarını sağlamıştır. Gelenbevi'nin bu başarısı padişahın dikkatini çekmiş ve padişah tarafından ödüllendirilmiştir."
Gelenbevi, Türkçe ve Arapça olmak üzere tam otuz beş eser bırakmıştır. Türkiye'ye logaritmayı ilk sokan Gelenbevi İsmail Efendi'dir. Ayrıca İstanbul Fatih'te adını taşıyan Gelenbevi Anadolu Lisesi bulunmaktadır.




Harezmi

2015-12-28_044452.jpg

Harezmi dokuzuncu yüzyılda yetişen cebir alanında ilk defa eser yazan Türk matematik, coğrafya ve astronomi alimidir. İsmi Muhammed bin Musa el-Harezmi, künyesi Ebu Abdullah’tır. Adı Latinceye Alkhorizmi, Fransızcaya Algorithme, İngilizceye ise Augrim şeklinde geçmiştir. 780 senesinde Harezm’de doğduğu kabul edilir. 850 senesinde Bağdat’ta vefat etti. Üç oğlu olup, hepsi de matematik ilmi üzerinde ciddi çalışmalarıyla tanınır.

Harezmi, Hire bölgesinde bir Türk şehri olan Harezm’den ilim öğrenmek için ayrıldı ve zamanın ilim merkezi olan Bağdat’a gitti. Burada kıymetli İslam alimlerinden ders aldı ve kendini yetiştirdi. Zamanın Abbasi halifesi Me’mûn’dan (813-833) büyük yardım ve destek gördü. Me’mûn kurduğu kütüphanenin idaresini Harezmi’ye verdi. Böylece o zamana kadar gelebilen matematik ve astronomi kaynaklarını inceleme imkanı bulan Harezmi, Bağdat’taki ilimler akademisi olan Darülhikme’de vazife aldı.

Bütün ihtiyaçları Halife tarafından karşılanan Harezmi, Bağdat’ta ve seyahatlerinde matematik, astronomi ve coğrafya alanında kıymetli araştırmalar yaptı. 830 senesinde heyet başkanı olarak ilmi araştırmalar yapmak için Afganistan yoluyla Hindistan’a gitti. Halifenin isteğiyle Bağdat’taki Şamasiye ve Şam’daki Kasiyûn rasathanelerindeki rasat heyetiyle, yeryüzünün bir derecelik meridyen yayının uzunluğunu ölçmek için Sincar Ovası'na gönderildi. Harezmi, ilk defa birinci ve ikinci dereceden denklemleri analitik metotlarla, bir bilinmeyenli denklemleri de cebirsel ve geometrik metotlarla çözmenin kurallarını ve usullerini tespit etti. Matematikte ilk defa sıfır rakamını kullandı. Cebir ilmini, metodik ve sistematik olarak, ilk defa kendisi ortaya koydu. Harezmi’ye gelinceye kadar cebir adı altında olmamakla beraber, cebire ait birçok mevzular yer almıştır. Harezmi, bunları yeni usul ve keşifleriyle sistematik bir duruma getirerek cebir ismi altında toplayıp aşağıdaki kare ve dikdörtgenden ibaret misalde açıklanan geometrik ispat yolunu kullandı.

Harezmi, matematik ilminin yanında astronomi ve coğrafya ilimlerinde de söz sahibiydi. O, yeryüzünün yapısını inceleyerek, kendi buluşu olan bilgileri ortaya koydu. O zamanlar bilinen; şehir, dağ, nehir ve adaları inceledi. Yeryüzünün çapını hesaplamak için Halife tarafından bir heyetle vazifelendirildi. Kitabu-Sûret-il-Arz adlı enlem ve boylam kitabını, heyetin hazırladığı esere ilave etti. Bu eserinde Nil Nehrinin kaynağını açıkladı. Malva’nın merkezi olan ve Hindistan’ın Gwalyar eyaletinin Ujjain şehrinden geçen boylam dairesini başlangıç meridyeni olarak almıştır. Batlamyus’un astronomik cetvellerini tashih etti. Onun hazırladığı astronomi tabloları asırlarca ilim dünyasına rehberlik etti. Bu tablolar 16. asır Avrupalı bilginlere rehber olmakla kalmayarak, başta Endülüs alimleri olmak üzere bütün Müslüman fen alimleri tarafından incelendi. Güneş ve Ay tutulmaları ile, paralaksa dair incelemelerinin bulunduğu Zic-ül-Harezmi adlı eserinde, astronomi için lüzumlu trigonometri bilgisi ve trigonometri cetvelleri de vardır.
 

Murat.Y

Üye
Üye
Katılım
Eyl 9, 2014
Mesajlar
1,998
Tepkime Puanı
0
Puanları
0
Türklerde Bilim / Büyük Türk Bilim Adamları

Hezarfen Ahmed Çelebi

2015-12-28_044600.jpg

Hezarfen Ahmed Çelebi, dünyada ilk kez uçmayı başaran Türk bilginidir. Onyedinci yüzyılda yaşadığı, 1623-1640 yılları arasında saltanat süren Sultan Dördüncü Murad zamanında, uçma tasarısını gerçekleştirdiği ve geniş bilgisinden ötürü halk arasında Hezarfen olarak anıldığı bilinmektedir.

Evinde deneylerle uğraşıp, çeşitli konularda araştırmalar yapan Hezarfen Ahmed Çelebi, İsmail Cevheri adlı bir başka Türk bilginini örnek alarak, bugünkü hava taşıtlarının ilkel şeklini gerçekleştirmişti. Kuşların uçuşunu inceleyerek tarihi uçuşundan önce hazırladığı kanatlarının dayanıklılık derecesini ölçmek için, Okmeydanı'nda deneyler yapmış ve bir sabah kıyılarda biriken İstanbul halkının gözleri önünde, Galata kulesinden kendisini boşluğa bırakarak, kanatlarını hareket ettirerek boğazı aşmış ve Üsküdar'daki Doğancılar semtine inmiştir.

Sarayburnu'ndaki Sinan Paşa köşkünden bu durumu seyreden Sultan Dördüncü Murad, Ahmed Çelebi ile önce çok yakından ilgilenmiş, ancak bu derece bilgili ve becerikli bir adamın varlığından kuşkuya düşerek onu Cezayir'e sürgün etmiştir. Ahmed Çelebi orada vefat etmiştir.

2015-12-28_044617.jpg




Hulusi Behçet

2015-12-28_044722.jpg

Hulusi Behçet (20 Şubat 1889 - 1948 İstanbul), Türk dermatoloji uzmanı ve bilim insanı. 1937 yılında, bir kan damarı enflamasyonu (vaskülit) hastalığı olan ve bugün kendi adıyla anılan Behçet hastalığını tarif eden ilk bilim adamı olmuştur.

Zor bir çocukluk geçiren Behçet çok genç yaşta annesini kaybetmiş ve büyükannesi tarafından büyütülmüştür. Babasının Şam'daki işleri sebebiyle ilk eğitimini o dönemler Osmanlı Devleti'nde bulunan Şam'da tamamlamıştır. Fransızca, Almanca ve Latince öğrenmiştir. Tıp eğitimini Gülhane Askerî Tıp Akademisi'nde almıştır zira o dönemlerde Osmanlı Devleti'nde sivil tıp eğitimi almak mümkün değildir. 1910'daki mezuniyetinden sonra dört yıl boyunca dermatoloji ve cinsel yolla bulaşan hastalıklarda ihtisas yapmıştır.

Birinci Dünya Savaşı (1914-1918) sırasında Edirne'deki askerî hastanede dermatoloji ve zührevi hastalıklar uzmanı olarak çalışmıştır. Savaştan sonra (1918-1919 arası) tıbbi bilgisini geliştirmek amacı ile önce Budapeşte'ye sonra da Berlin'e gitmiştir. Birçok ünlü meslektaşı ile tanışma fırsatı bulmuştur. Türkiye'ye döndükten sonra serbest çalışmaya başlamış; önce Hasköy Cinsel Hastalıkları Hastane'sinde (Haliç) başhekim olmuş, sonra Vakıf Gureba Hastanesi'ne geçmiştir. O dönemde İstanbul Tıp Fakültesi'nin bir parçası olan hastanede profesörlük de yapmıştır.

1923'te, meşhur bir diplomatın kızı olan Refika Davaz ile evlenmiştir. Evliliklerinden bir kızı vardır. 1933'de eski Dar-ül Funun'dan İstanbul Üniversitesi yeni kurulmuştu. Bu reform döneminde İstanbul Üniversitesi'nde dermatoloji o zamanki adıyla Deri Hastalıkları ve Frengi Kliniğini kurmuş ve profesör seçilmiştir. Hulusi Behçet, Türk akademisinde profesör unvanını alan ilk kişidir. Mesleğinin ilk yıllarından beri dermatoloji konusunda üretken bir bilim adamı olarak, birçok ulusal ve uluslararası kongreye orijinal makalelerle katılmış ve birçok bilimsel dergide makalesi yayınlanmıştır.

Ünlü Alman patolojicisi Prof. Schwartz onun için: "Behçet dünya çapında ünlü bir bilim adamı ama Türkiye'de değil." demiş ve eklemiştir: "o her zaman yurtdışında buluşlarını tanıtıyor; bunun için onu Türkiye'de bulamıyorsunuz."

Behçet, yeni jenerasyonların eğitimine yardımcı olmak için çok sayıda makaleyi Türkçe'ye çevirdi ve Kore gibi çok uzak ülkelerle ilişki kurmak için uluslararası derlemelerde orijinal olgu sunuları yayınladı. 1922'den itibaren frengi üzerinde çalışmalar yaptı ve frenginin tanısı, tedavisi, kalıtımsal özellikleri, serolojisi ve toplumsal yönleri üzerine birçok uluslararası makale yayınladı. Leishmaniasis (Oriental sore) 1923'den itibaren Dr. Behçet'in üzerinde çalıştığı bir diğer hastalıktı. Hakkında pek çok makale yayınladı ve diathermi ile tedavisinde başarılı oldu. Bir leishmania olgusunda, kabuk kaldırıldığında görünen "tırnak belirtisini" ilk defa tanımladı. Yayınlanmış eserlerinin bir kısmı parazitoz ile ilgiliydi. 1923 yılında Türkiye'deki "gale cereal - uyuz?" etkenlerini tanımladı.

O, aynı zamanda Türk tıbbının gelişiminde yayıncılıkta da öncüydü ve 1924'de Türkiye'deki "Turkish Archives of Dermatology and Syphilology" isimli ilk dermato-veneroloji dergisinin sorumlusuydu.




Hüseyin Tevfik Paşa

2015-12-28_044851.jpg

Hüseyin Tevfik Paşa (1832-1901) Vidin'de doğmuş, genç yaşta İstanbul'a gelmiş ve Askerî Okul'da okumuştur. Burada, matematik derslerindeki yeteneğiyle Cambridge Üniversitesi'nden mezun olmuş olan matematik hocası Tahir Paşa'nın dikkatini çekmiş ve Tahir Paşa kendisine özel dersler vermiştir. Tahsilini bitirdikten sonra Harbiye'ye cebir hocası olarak atanmış, Tahir Paşa ölünce onun matematik dersleri de Hüseyin Tevfik Paşa'ya kalmıştır. Harbiye'deki hocalığı devam ederken, Tophâne Tecrübe ve Muayene Komisyonu'na da getirilmiştir. 1868'de Paris'teki Mekteb-î Osmanî'ye müdür muavini olarak gönderilmiş ve aynı zamanda balistik ve tüfek imalatı üzerine incelemelerde bulunmakla görevlendirilmiştir. Bu arada matematik bilgisini geliştirmek için üniversiteye de devam etmiş ve Paris'te kaldığı iki yıl boyunca bazı makaleler yayımlamış ve bilimsel toplantılara katılmıştır.

Hüseyin Tevfik Paşa, 1872'de Amerika'daki bazı silah fabrikalarına ısmarlanan tüfeklerin imalatını ve şartnâmeye uyulup uyulmadığını kontrol etme göreviyle Amerika'ya gönderilmiştir. 1878 yılına kadar Amerika'da kalmış ve bu süre içinde matematikle uğraşmıştır; Lineer Cebir adlı İngilizce kitabını bu sırada yazmış ve Argand'ın kompleks sayılarla ilgili teorisinde ileri sürdüğü çarpımı üç boyutlu uzaya uygulamanın bir yolunu bulmuştur.

Eserinin önsözünde şöyle söylemektedir: "Bu kitapta incelenen lineer cebir, dünyanın Sir William Hamilton'a borçlu olduğu quaterniyonlara çok benzer. Lineer cebir, quaterniyonların bütün potansiyellerine sahiptir ve güçlüğü daha azdır. Quaterniyonlar üniversitelerde öğretilmektedir ve kabul görmüş bir bilgidir. Lineer cebirin de aynı kabülü görüp görmeyeceğini, hattâ quaterniyonların yerini alıp almayacağını şimdiden bilmiyorum" Kendi sisteminin üstünlüğünü ise şöyle ifade etmiştir: "Quaterniyonların çarpımı, isim olarak bile düzlem geometride ele alındığında, bizi üç boyutlu uzayda çalışmaya zorlamaktadır; halbuki lineer cebirde yalnızca iki boyut ele alındığı zaman bir üçüncü boyutu düşünme durumunda değiliz".

Hüseyin Tevfik Paşa'nın bu eseri tercüme değildir ve konuya özgün katkı yapması açısından çok önemlidir. Tevfik Paşa'nın başka pek çok görevleri olmuş, Fransa ve Amerika'da kaldığı sıralarda Fransızca ve İngilizce'yi, bu dillerde kitap yazabilecek kadar iyi öğrenmiştir. Gazi Ahmed Muhtar Paşa ve Yusuf Ziya Paşa ile birlikte Cemiyet-i Tedrisiyye-i İslâmiye'nin ve Dârüşşafaka'nın kurucularındandır. Burada matematik dersleri vermiş, yine bu sıralarda arkadaşlarıyla çıkarttığı Mebâhis-i İlmiyye adlı aylık dergiye makaleler yazmıştır. Bu dergide yayımladığı makaleleri arasında "Mahsûsât ve Gayr-ı Mahsûsât" isimli felsefî bir yazısı, ayrıca türev ve fonksiyonlar üzerine yazıları bulunur.

Hüseyin Tevfik Paşa, daima devlet memuriyetiyle görevli olmasına rağmen, matematik bilimlerle ilgilenmeye zaman ayırabilmiş, zengin bir kütüphane oluşturmuş, çevresindeki Sâlih Zekî gibi yetenekli gençlere, vakit ayırmış, periyodik yayınlarla entellektüel bir ortamın oluşmasına gayret sarf etmiştir.




İbn-î Sinâ

2015-12-28_044958.jpg

Fârâbî'nin talebesi olan İbn-î Sinâ, 980'de Buhara yakınlarındaki Afşan'da doğdu. 10 yaşında Kur'an-ı Kerim'i ezberledi, 18 yaşına kadar, devrinin tüm ilimlerini öğrendi. Buhara'da karışıklık çıkması üzerine, 20 yaşındayken Harezm'e giderek, Harezmşah Ali bin Me'mun'un yanına yerleşti. Zamanının bir kısmını devlet idaresinde, bir kısmını hapiste geçirdiği halde yine de yüzden fazla eser yazmış, ilim ve felsefenin her dalında çığırlar açmıştır. 1037'de Hemedan'da ölen İbn-î Sinâ'nın şiirleri de vardır. Hatta bir tanesi Ömer Hayyam'ın Rubaileri'nin arasına ismi anılmadan alınmıştır.

Hareket, kuvvet, boşluk, ışık, ısı ve yer çekimi hakkında araştırmalar yapmıştır. Astronomi ve jeoloji alanındaki (dağların teşekkülü konusu) gözlemleri bugün için bile geçerlidir. İbn-î Sinâ'nın asıl büyüklüğü doktorluğundadır. Kitab-ül Şifa adındaki 18 ciltlik ansiklopedisi, ismine rağmen tıptan çok matematik, fizik, metafizik, teoloji, ekonomi, siyaset ve musiki konularını içine alır.

Onun tıp şaheseri, kısaca 'Kanun' diye bilinen 'El Kanun Fi't-Tıp' adlı büyük kitabıdır. Eser fizyoloji, hıfzıssıhha, tedavi ve farmakoloji konularına ayrılmıştır. Kitap dikkatle incelendiğinde, İbn-î Sinâ'nın bugünkü tıp için bile geçerli olan pek çok ileri görüşleri bulunduğunu; mesela mikroskop olmadığı halde, hastalıklara 'mikrop'a benzer yaratıkların yol açtığını sezebildiğini görürüz.

İbn-î Sinâ'nın 'Kanun'u 12. yüzyılda Latince'ye çevrildi ve Batı tıp aleminde bir patlama tesiri yaptı. Roma'nın Galen'i de, Râzî de ilimde eriştikleri tahtlarından indirildiler ve çağın Fransa'sının en meşhur tıp fakülteleri olan Montpellier ve Lauvain üniversitelerinin temel kitabı Kanun oldu. Durum 17. yüzyılın ortalarına kadar böyle devam etti ve İbn-î Sinâ, 700 yıl Avrupa'nın tıp hocası oldu. Altı yüzyıl önce Paris Tıp Fakültesi kütüphanesinde bulunan 9 ana kitabın en başında İbn-î Sinâ'nın Kanun'u yer almıştır. Çünkü Yunanlıların ilk çağlarından MS. 925 yılına kadar tıp sahasında ne bulunabilmiş ve bilinmişse, kendi seziş ve keşiflerini de katarak kitabın içine almıştı. Bugün hala Paris Üniversitesi Tıp Fakültesi öğrencileri St. Germain Bulvarı yanındaki büyük konferans salonunda toplandıklarında iki Türk doktorun duvara asılı büyük boy portresi ile karşılaşır. Bu iki portre, İbn-î Sinâ ve Râzî'ye aittir.
 

Murat.Y

Üye
Üye
Katılım
Eyl 9, 2014
Mesajlar
1,998
Tepkime Puanı
0
Puanları
0
Türklerde Bilim / Büyük Türk Bilim Adamları

Kadızadei Rumi

Türk matematikçisi ve astronomu. Bursa kadısı Koca Efendi'nin oğlu olan Kadızadei Rumi (asıl adı Musa Paşa Bin Mahmut Bin Mehmet Bin Selahattin'dir), 1337'de doğdu. Molla Fenari'den matematik ve astronomi dersleri aldı. Çağın ünlü bilim merkezlerinden sayılan Semerkant'a gidip, Uluğ Bey'den yakınlık görerek, Uluğ Bey'in Semerkant'ta kurduğu medreseyi yönetti ve Uluğ Bey'in Zic'i adı verilen astronomi cetvellerinin hazırlanmasına katkıda bulundu. Seyyit Şerif Cürcani'yle tartışmalara girişip, onun Mevakıf (Duraklar) adlı yapıtındaki birçok yanlışı gösterdi.

Astronomi araştırmaları sırasında matematiğin verilerinden ve ilkelerinden yararlanan ilk bilim adamı oldu. Felsefe konularında akılcı bir tutum benimseyip, matematiksel kesinlik dışında kesin ve genel geçerliliği olan bir gerçeklik tanımadı. İnancın akılla bağdaşmadığını, inanç ile akıl alanlarının farklı olduğunu, bu nedenle inanç alanına giren konularda akılla çözüm aramanın yanlış olduğunu, böyle bir tutumun, aklı inancın hizmetine sokmak anlamına geleceğini öne sürdü. Ali Kuşçu, Fethullah Şirvani, v.b. öğrenciler yetiştirdi.

Başlıca Yapıtları

Risale fi İstihrac il-Ceyb Derece Vahide (Birinci dereceden çıkarma üstüne risale), Şerh-i Eşkâl üt-Tesis (Eşkâl üt-Tesis açıklaması), Muhtasar fi'l Hisap (Hesap Özeti)




Lagari Hasan Çelebi

Lagari Hasan Çelebi'nin ilk dikey uçuşu gerçekleştirdiği kabul edilir. 17. yy'ın başlarında barut dolu haznesi bulunan bir basit hava roketi ile ilk kez havalanmayı başarmıştır. Uçuş 1633 yılında dönemin Osmanlı padişahı IV. Murat'ın kızının doğum günü kutlamalarında sergilenmiştir. Lagari Hasan Çelebi'nin yaklaşık 300 metre kadar havalandığı ve 20 saniye boyunca havada kaldığı ölçülmüştür. Kendisine bağlı bulunan kanatlar sayesinde boğaza oldukça yumuşak bir iniş yapmıştır. İlk önceleri sultan tarafından da desteklenen Hasan Çelebi, daha sonra ulemanın baskısı ile yargılanmış ve Kırım'a sürgüne gönderilmiştir. İlginçtir ki modern anlamda ilk roket çalışmaları da bugün Kırım'ın içinde bulunduğu Ukrayna'da başlamıştır.

2015-12-28_045208.jpg




Matrakçı Nasuh

Doğum tarihi bilinmeyen Matrakçı Nasuh'un Saraybosna'da doğduğu sanılmaktadır. Enderun’da eğitim görmüştür. Sopalarla oynanan ve bir tür savaş oyunu olan matrak adlı sporda ustalığında dolayı matrakçı lakabıyla anılmıştır. Değişik silahları kullanmaktaki ustalığı da bilinmekte olup bu konuda Tuhfetü'l-Guzât adlı bir kitap da yazmıştır.

Matrakçı Nasuh'un minyatür-harita karışımı kendine has bir üslubu vardır, eserlerinde yeryüzünün kuşbakışı görünümünü resmeder. Buna karşın şekilleri tepeden değil, sanki karşıdan görüyormuş gibi çizer. Bu resimlerde kuş ve tavşan gibi hayvanlar olsa da insanlar asla belirmez. Şehirlerdeki binalar tek tek seçilebilir.

Nasuh, özellikle geometri ve matematik alanlarında önemli bir bilim adamıydı. Uzunluk ölçülerini gösteren cetveller hazırlamış ve bu konuda kendinden sonra gelenlere önderlik etmiştir. Matematiğe ilişkin iki kitabı Cemâlü'l-Küttâb ve Kemalü'l- Hisâb ile Umdetü'l-Hisâb'ı I. Selim (Yavuz) döneminde yazmış ve padişaha adamıştır. Bu yapıtlardan sonuncusu uzun yıllar matematikçilerin elkitabı olarak kullanılmıştır.

Geometri ve matematik alanındaki çalışmaları neticesinde uzunluk ölçülerini gösteren cetveller hazırlamıştır. I. Selim zamanında ona adadığı Cemâlü'l-Küttâb ve Kemalü'l- Hisâb kitaplarını yazmıştır.

Tarih alanında da çalışan Matrakçı Nasuh, Taberî Tarihi 'ni Mecmaü't-Tevârih adıyla Türkçeye çevirmiştir. 3 nüsha olarak yayınlanan Süleymannâme kitabında 1520-1537, 1543-1551 ve 1542-1543 yıllarını anlatmıştır. 1537-1538 yıllarında yazdığı Fetihname-i Karabuğdan, Kanuni Sultan Süleyman'ın İran seferini anlatır. Bu kitaplarda, yol boyunca ordunun geçtiği şehirlerin minyetür şeklinde haritalarını çizmiştir.

Nasuh, Kanuni'nin Fransa kralı I. François'ya destek amacıyla Barbaros Hayrettin Paşa komutasında gönderdiği donanmaya katıldı. Yol boyunca donanmanın uğradığı limanları resmetti.

Matrakçı Nasuh 1564 yılında vefat etmiştir.

2015-12-28_045357.jpg





Nasîrüddin Tûsî

2015-12-28_045509.jpg

Geometri, trigonometri ve astronomi başta olmak üzere bilimin ve felsefenin çeşitli alanlarında çalışmalar yapan, Nasîrüddin Tûsî (1201-1274) Tûs kentinde doğmuş ve yapıtları ile hem Doğu hem de Batı bilimini derinden etkilemiştir.

Yaşamı

Nasîrüddin Tûsî, babasının ve dayısının etkisiyle erken yaşlardan itibaren kelâm, felsefe ve matematik ile ilgilenmeye başladı. Felsefi gelişmesinin belirli bir evresinde İbn-i Sina'nın İşârât'ını okudu ve uzun yıllar bu metinle uğraştı. Bu uğraşmaların ardından en önemli eserlerinden biri sayılan Şerh-i İşârât´ı kaleme aldı.

Kemalûddin Hâsip'ten matemetiği ve Burhanüddin Hamedanî'den hadisleri öğrendi. Pek çok bilgi dalıyla ilgilendi ve derinleşmeye çalıştı; tanınmış bilginler yetiştirdi (Allâme Hillî, Kutbüddin Şirvanî gibi). İsmaili mezhebinden ve edebiyat, tasavvuf ve felsefe ilgilisi Nasîrüddin Ebu'l-Feth b.Mansûr'nin meclisinde yer aldı. Abbasi halifesi El-Mûtasım'ı öven bir kaside yazdıktan sonra araları açıldı ve sürgüne gönderildi.

Hassan Sabah'ın yedinci halefi Hudavend Alaüddin aracılığıyla Alamut kalesinde saklandı. Daha sonra, 1247'ye kadar, yarı tutuklu olarak Meymûn Daye kalesinde tutuldu. Moğolların kaleleri ele geçirmesiyle serbest kaldı. Moğol hükümdarı Hülâgu'nun müşaviri olarak görev aldı ve bütün bilimsel ve felsefi çalışmalarında ondan destek aldı. Ünlü Marâgâ Rasathanesini bu sırada kurdu ve bu kurum en büyük islam bilim kurumlarından biri olarak yer aldı. Rasathanenin yanında büyük bir kütüphane kurulması da gerçekleştirildi, burada dört yüz bin kitabın toplandığı sanılmaktadır. Hûlagü han bir yandan Bağdadı yakıp yıkan bir yandan da orada yeniden bilim kurumlarının kurulmasını destekleyen kişi oldu. Daha sonraki hükümdar Abaka Han tarafından da destek gördü ve yaşlılığında bu destek sayesinde önemli eserlerini üretti.


Felsefesi

Nasîrüddin Tûsî, İslam felsefesinde yeni bir felsefe ekolü ortaya koymamıştır, ancak yine de felsefi çalışmaları derinlik ve kapsamıyla etkili olmuş bir bilge olarak yer almıştır. Daha çok meşşai filozoflarının yolundan gitmiş olduğu söylenebilir, onların felsefi tezlerini Şiiliğin prensiplerine uyarlamaya çalıştı. İslam dünyasında ilk defa bir sistematik etik kitabını yazan kişi oldu. Sisteminde Aristotales'in ahlak ilkeleriyle Gazâli'nin mistik ve tasavufi ahlak düşünceleriyle bir arada değerlendirmeye çalıştı. Bir tür sentez arayışında oldu. Bu ahlak felsefesinin bir bölümünü de eğitim konusundaki düşünceleri oluşturmaktadır. Ona göre çocuğun doğumundan itibaren ona uygun bir ad verilmeli (çünkü adlar kader üzerinde etki yapar), iyi bir sütanneye sahip olmalı ve yetişme döneminde çocuk kötü huy edineceği ortamlardan korunmalıdır. Bu süreçte ona aklını kullanmasını ve akıl yoluyla elde edilen erdemleri sevmesini öğretmek gerekir. Arzularına hakim olmanın ve kendini tutmanın bir erdem olarak öğretilmesi gerekir. Bundan sonra ise çocuk hangi sanata ya da ilgiye yetenekli ise ona yönlendirilmeli ve özendirilmelidir.


Kitapları

Şerh'i İşârat (temel felsefe kitabı, 20 yılda hazırlanmış)
Zic-i İlhânî (astronomi hakkında)
Tecrid-ül-akâid (kelam kitabı)
Tezker-i hayat
Tahrir-i Öklides
Tahrir-ül-Macestî
Esas-ül-iktibas (Mantık kitabı)
Esraf-ül-eşraf
Ahlak-ı Nâsırî
Fusul




Oktay Sinanoğlu

2015-12-28_045618.jpg

Dünyanın en genç yaşta profesör olmuş kişisi ve Nobel adayı. 1953 yılında Ankara’da TED’in Yenişehir Lisesi'ni birincilikle bitirdi. O zaman lisenin eğitim dili tamamen Türkçe’ydi, takviyeli yabancı dil dersleri vardı, sonradan kolej oldu. TED tarafından Amerika’ya burslu Kimya Mühendisliği için gönderildi. 1956 yılında Amerika Birleşik Devletleri Kaliforniya Üniversitesi, Berkeley’de Kimya Mühendisliğini birincilikle bitirdi. 1957’de Amerika Birleşik Devletleri'nde MIT’den birincilikle Yüksek Kimya Mühendisi oldu. Alfred Sloan ödülünü aldı. 1959’da Kaliforniya Üniversitesi, Berkeley’de; Kuramsal Kimya Doktorasını yaptı, doktorasını yaparken iki ödül kazandı. 1959-1960 yıllarında Amerika Birleşik Devletleri Atom Enerjisi Merkezi'nde araştırmalar yaptı. 1961’de hem Harward, hem de Yale’de kendisinin yeni Nicem (“Kuvantum”)Kimyası ve fiziği üzerine teorileri hakkında üst düzey derslerde yeni buluşlarını anlattı.

1962 yılında Batının 300 yılda en genç profesörü oldu (26 yaşında Yale Üniversitesinde); 1962 yılında Ortadoğu Teknik Üniversitesi mütevelli heyeti yalnız Oktay Sinanoğlu’na mahsus olmak üzere kendisine Danışman Profesör unvanını verdi. Türkiye’de de kuramsal kimya bölümünü kurdu. Ortadoğu Teknik Üniversitesi'nde eğitimin Türkçe olması için uğraş verdi. Ama, tabii olmadı. 1964’de Moleküler Biyoloji konusunda ikinci kürsüsüne Yale Üniversitesine atandı. 1973’te Almanya’nın en yüksek Aleksander von Humboldt Bilim Ödülü'nü ilk kazanan kişi oldu. 1975’te Japonya’nın Uluslararası Seçkin Bilimci Ödülü'nü kazandı; yine 1975 yılında özel kanunla Oktay Sinanoğlu’na ilk ve tek, Türkiye Cumhuriyeti Profesörü unvanı verildi. 1976’da Japonya’ya Türkiye Cumhuriyeti Özel Elçisi olarak gönderildi. Kendisi Türk-Japon kültür, bilim ve eğitim ilişkilerinin temellerini atmıştır. Amerika Bilim ve Sanat Akademisi'nin ilk ve tek Türk üyesidir. Hindistan’ın Devlet Misafiri olarak, Hintli Bakanlarla ve Cumhurbaşkanıyla görüşmüştür. Meksika’da aynı seviyede Üçüncü Dünya Bağımsızlığı için çalışmıştır. 1962’den günümüze dek ilk TÜBİTAK Bilim Ödülü'nü, ilk Sedat Simavi Ödülü'nü, 1992’de Bilgi Çağı, 1995’te İLESAM Üstün Hizmet Ödülü'nü, ayrıca Yılın Fikir Adamı, Yılın Bilim Adamı ödüllerini aldı. Yıldız Teknik, Yesevi Kazakistan ve benzeri bir çok kuruluşta profesör, mütevelli heyeti üyesi, Atatürk Kültür Kurumu asli üyesidir. 250 kadar uluslararası bilimsel yayını, bilim kuramları, çeşitli dillere çevrilmiş kitapları vardır. Türkiye’de de Türkçe pek çok yayın yapmıştır. Değişik ülkelerde iki kez Nobel’e aday gösterilmiştir.




Râzî

2015-12-28_045733.jpg

Tam adı Ebu Bekir Muhammed İbn Zekeriya El Râzî'dir. Büyük Türk Hekimi Râzî 864 yılında İran'ın Ray şehrinde doğdu. Yerleşik inançları sorgulayan felsefî düşünceleriyle tanınmış olan Râzî (öl. 925), bilimle de ilgilenmiş ve kimya ve tıp gibi alanlarda yapmış olduğu çalışmalarla bilim tarihinde seçkin bir yer edinmiştir. Kimya biliminde Câbir'in açmış olduğu yoldan giderek yapısal dönüşüm kuramını benimsemiştir; ancak Câbir gibi Aristotelesçi değildir; maddenin oluşumunu dört unsurun birleşmesiyle değil, atomların birleşmesiyle açıklama eğilimindedir. Câbir gibi, bir dizi deney yaparak saf elementi elde etmeye çalışmış ve bu işlemin, maddenin erimesi, çözülmesi, parçalanması, ortaya çıkan parçaların farklı parçalarla birleşmesi ve oluşan ürünün çökelmesi gibi 5 ayrı süreçten geçtiğini belirtmiştir.

Çalışmaları sırasında yeni kimyevî maddeler, yeni yöntemler ve yeni aletler geliştiren Râzî'nin en önemli başarılarından birisi, farklı organik maddeleri damıtmak suretiyle çeşitli yağlar, tuzlar ve boyalar elde etmiş olmasıdır; ayrıca, demir gibi zor eriyen metallerin ergitme işlemleri ile ilgili araştırmalar da yapmıştır. Razi'nin kimya alanındaki çalışmalarının yanı sıra, tıp alanındaki çalışmaları da çok önemlidir. Rey'deki bir hastanede doktor olarak görev yapmıştır. Bilimsel bir tutum sergileyerek yerleşik otoriteleri önemsememiş, daha çok kendi gözlem ve deneylerine öncelik tanımıştır. Kendisine daha çok Hippokrates'i örnek alan Râzî, Hippokrates gibi, iyi bir klinisyendir; hastalarını tedavi süresince dikkatle gözlemiş ve teşhis ve tedavisini bu gözlemler sırasında elde etmiş olduğu bilgiler ışığında yönlendirmiştir. Teşhis sırasında özellikle nabız, idrar, yüz rengi ve terleme gibi göstergeleri göz önünde bulundurmuştur.

Râzî ilk defa Ortadoğu ülkelerinin çoğunda yaygın olarak görülen çocuk hastalıklarından çiçek ve kızamığın tanılarını vermiş ve bunlar arasındaki farkları belirlemiştir. Râzî'nin hastalıklara ilişkin incelemelerini içeren küçük boyutlu yapıtlarının yanı sıra, Hâvî (Bütün Bilgiler) adlı kapsamlı bir yapıtı daha vardır. Burada, baştan ayağa doğru bütün beden hastalıklarını sıralayarak, bunlara ilişkin derleyebildiği bütün bilgileri sunmuştur. Yapıtın en önemli yönlerinden birisi, daha önce yaşamış olan hekimlerin görüşlerini de içermesidir; bu nedenle, tıp bilgisinin gelişim sürecini araştıran tarihçiler için bulunmaz bir kaynak niteliğindedir. Bu yapıttan edinmiş olduğumuz izlenime göre, Râzî hastalıkların tedavisinde, ilaçla tedavi yöntemini tercih etmiştir. Böbrek taşlarının ve mesane taşlarının çıkarılması gibi, genellikle cerrâhî müdâhalenin beklendiği durumlarda bile, ilaçla tedaviyi yeğlediği görülmektedir; hatta bu konu ile ilgili olarak kaleme almış olduğu müstakil bir eserde de aynı şekilde ilaçla tedavi öngörülmüştür.
 

Murat.Y

Üye
Üye
Katılım
Eyl 9, 2014
Mesajlar
1,998
Tepkime Puanı
0
Puanları
0
Türklerde Bilim / Büyük Türk Bilim Adamları

Salih Zeki Bey

2015-12-28_045839.jpg

1864 yılında İstanbul’da yoksul bir ailenin oğlu olarak dünyaya geldi. Babası Boyabatlı Hasan Ağa, annesi Saniye Hanımdır. Anne ve babasının ölümü üzerine ninesi tarafından on yaşındayken Darüşşafaka’ya verildi. 1882 yılında Darüşşafaka’yı birincilikle bitirdi. Aynı yıl Posta ve Telgraf Nezareti Telgraf Kalemi (Fen Şubesi)’ne memur olarak atandı. 1884 yılında Nezaretin Avrupa’da uzman telgraf mühendisi ve fizikçi yetiştirme kararı üzerine birkaç arkadaşıyla birlikte Paris’e gönderildi ve burada Politeknik Yüksekokulu’nda elektrik mühendisliği öğrenimi gördü. 1887 yılında İstanbul’a döndü ve eski dairesinde elektrik mühendisi ve müfettiş olarak çalıştı. Ek görev olarak Mekteb-i Mülkiye’de (bugün Ankara Üniversitesi’ne bağlı Siyasal Bilgiler Fakültesi) fizik ve kimya dersleri verdi (1889-1900). Bu arada Rasathane-i Amire müdürlüğünde ve II. Meşrutiyetin ilanından (1908) sonra Maarif Nezareti Meclis-i Maarif üyeliğinde bulundu. 1910’da Mekteb-i Sultani (bugün Galatasaray Lisesi) müdürlüğüne atandı. 1912’de Maarif Nezareti müsteşarı, 1913’te Darülfünün-ı Osmani (bugün İstanbul Üniversitesi) rektörü oldu. 1917’de rektörlükten ayrıldıysa da üniversitedeki görevini Fen Şubesi (Fakültesi) Müderrisi (Profesör) olarak sürdürdü. Ömrünün sonuna doğru aklî dengesini kaybetti ve tedavi altındayken 1921 yılında Şişli’deki Fransız Hastanesi’nde öldü. Fatih Camiinin bahçesine gömüldü. 3 kez evlenmiş olan Salih Zeki, bu evliliklerden birini Halide Edip’le (Adıvar) yapmış, ölümünden kısa bir süre önce ayrılmıştı. Salih Zeki, önde gelen son dönem Osmanlı matematik bilginlerindendi. İkdam, Darüşşafaka ve İktisadiyat gazeteleri ile Darülfünun dergisine sayısız katkıda bulundu. Dönemin ünlü bilginleriyle matematik ve fen bilimleri konusunda yazılı tartışmalara girdi ve bu konularda bir kısmı ders kitabı olmak üzere çok sayıda yapıt verdi.




Takiyüddin

1521 yılında Şam'da doğdu. Eğitiminden sonra Tennis kadılığına atandı. Kadılığı sırasında yaptığı gözlemler ile ün kazandı. 1571'de Mustafa Çelebi'nin ölümünden sonra II. Selim tarafından saray müneccimbaşılığına atandı. 1574 yılında Galata Kulesi'nde gözlem çalışmalarına başlamıştır.Hoca Saadettin ve Sokullu Mehmet Paşa'nın desteği ve padişah III. Murat'ın fermanıyla 1577 yılında Tophane sırtlarında Takîyüddîn’in yönetimi altında bir gözlemevi kurulmuştur.

İstanbul Rasathanesi ilginç bir yıkım yaşamasına rağmen, yıkımın nedenine ilişkin elde fazla veri yoktur. Ancak, rasathanenin yıkılışında 1577 yılında gözlenen kuyrukluyıldızın ve 1578’de baş gösteren veba salgınının nedeni olarak gösterilmesinin, daha da ileri giden çevrelerce Takiyüddin ve rasathane personelinin meleklerin bacaklarını gözlediği yolundaki söylentilerin, şüpheleri artırdığı söylenir. Şeyhülislam Kadızade Ahmet Şemsettin Efendi’nin de bu görüşleri desteklemesi üzerine, padişahın verdiği emirle, Rasathane 1580 yılında Kılıç Ali Paşa’ya yıktırıldı.

Takiyüddin döneminin önemli bilginlerindendir. Matematik ve Astronomi başta olmak üzere birçok alanda araştırmaları vardır. Özellikle trigonometri alanındaki çalışmaları övgüye değerdir. 16. yüzyılın ünlü astronomu Copernicus, sinüs fonksiyonunu kullanmamış, sinüs, kosinüs, tanjant ve kotanjanttan söz etmemiştir; oysa Takiyüddin bunların tanımlarını vermiş, kanıtlamalarını yapmış ve cetvellerini hazırlamıştır.

Takiyüddin, trigonometrik fonksiyonların kesirlerini, ilk defa ondalık kesirlerle göstermiş ve birer derecelik fasılalarla 1 dereceden 90 dereceye kadar hesaplanmış sinüs ve tanjant tabloları hazırlamıştır. Bu dönemde, logaritma tabloları veya hesap makineleri olmadığı için, trigonometrik hesaplamalarda ya bu cetveller ya da rub, yani “trigonometrik çeyreklik” denilen basit bir alet kullanmıştır.

Takiyüddin’in aritmetik alanındaki çalışmaları da oldukça önemlidir. Kendisine özgü pratik bir rakamlama sistemi geliştirmiş ve çok eskiden beri kullanılmakta olana altmışlık kesirlerin yerine ondalık kesirleri kullanmaya başlamıştır. Takiyüddin, ondalık kesirleri kuramsal olarak incelemiş ve bunlarla dört işlemin nasıl yapılacağını örnekleriyle göstermiştir. Batı’da, bu düzeye, yaklaşık on sene sonra yazılmış olan (1585) Simon Stevin’in (1548 - 1620) eseri ile ulaşılabilmiştir.

Ondalık kesirleri, Uluğ Bey’in Semerkand Gözlemevi’nde müdürlük yapan Gıyâsüddin Cemşid el-Kâşi’nin Miftâhü’l-Hisâb (Aritmetiğin Anahtarı, 1427) adlı yapıtından öğrenmiş olan Takiyüddin’e göre, el-Kâşi’nin bu konudaki bilgisi, kesirli sayıların işlemleriyle sınırlı kalmıştır; oysa ondalık kesirlerin, trigonometri ve astronomi gibi bilimin diğer dallarına da uygulanarak genelleştirilmesi gerekir.

Acaba Takiyüddin’in ondalık kesirleri trigonometri ve astronomiye uygulamak istemesinin gerekçesi nedir? Osmanlıların kullanmış oldukları hesaplama yöntemlerini, yani Hind Hesabı denilen onluk yöntemle Müneccim Hesabı denilen altmışlık yöntemi tanıtmak maksadıyla yazmış olduğu "Bugyetü’t-Tüllâb min İlmi’l-Hisâb" (Aritmetikten Beklediklerimiz) adlı çok değerli yapıtında Takiyüddin, ondalık kesirleri altmışlık kesirlerin bir alternatifi olarak gösterdikten sonra, dokuz başlık altında, ondalık kesirli sayıların iki katının ve yarısının alınması, toplanması, çıkarılması, çarpılması, bölünmesi, karekökünün alınması, altmışlık kesirlerin ondalık kesirlere ve ondalık kesirlerin altmışlık kesirlere dönüştürülmesi işlemlerinin nasıl yapılacağını birer örnekle açıklamıştır.

Ancak Takiyüddin’in tam sayı ile kesrini birbirinden ayırmak için bir simge kullanmadığı veya geliştirmediği görülmektedir; örneğin 532.876 sayısını, “5 Yüzler 3 Onlar 2 Birler 8 Onda birler 7 Yüzde birler 6 Binde birler” biçiminde veya “532876 Binde birler” biçiminde sözel olarak ifade etmekle yetinmiştir.

Ayrıca, yüzbinler basamağı ile yüzbinde birler basamağı arasında kalan kesirli sayıların kolayca mertebelendirilebilmesi, yani tam ve kesir kısımlarının birbirlerinden ayrılabilmesi için bir tablo düzenlemiştir. Çarpma, bölme ve karekök alma işlemlerinden sonra sonuç sayısının tam ve kesir kısmını anlayabilmek için bu tabloya bakmak yeterlidir. Yalnız bu tablonun işlemlerde sağlayacağı kolaylık, ondalık simgesinin sağlayacağı kolaylıktan daha fazla değildir.

Takiyüddin, bu yapıtında göksel konumların belirlenmesinde kullanılan altmışlık yöntemin hesaplama açısından elverişli olmadığını bildirir; çünkü altmışlık yöntemde, kesir basamakları çok olan sayılarla çarpma ve bölme işlemlerini yapmak çok vakit alan bıktırıcı ve yıldırıcı bir iştir; bugün kullandığımız onluk kerrat cetveline benzeyen altmışlık kerrat cetveli bile bu güçlüğün giderilmesi için yeterli değildir. Oysa onluk yöntemde, kesir basamakları ne kadar çok olursa olsun, çarpma ve bölme işlemleri kolaylıkla yapılabileceği için, Ay ve Güneş’in yanında gözle görülebilen Merkür, Venüs, Mars, Jüpiter ve Satürn’ün gökyüzündeki devinimlerini gösterir tabloları düzenlemek ve kullanmak eskisi kadar güç olmayacaktır.

Bu önerisiyle gökbilimcilerinin en önemli güçlüklerinden birini gidermeyi amaçlayan Takiyüddin, açıları veya yayları ondalık kesirlerle gösterirken, bunların trigonometrik fonksiyonlarını altmışlık kesirlerle gösteremeyeceğini anlamış ve ondalık kesirleri trigonometriye uygulamak için "Sidretü’l-Müntehâi’l-Efkâr fi Melekûti’l-Feleki’d-Devvâr" (Gökler Bilgisinin Sınırı) adlı yapıtında birim dairenin yarıçapını 60 veya 1 olarak değil de, 10 olarak aldıktan sonra kesirleri de ondalık kesirlerle göstermiştir.

Zâtü’l-Ceyb olarak bilinen bir gözlem aletini tanıtırken, “Bir cetvelin yüzeyini altmışlı sinüse göre, diğerini ise bilginlere ve gözlem sonuçlarının hesaplanmasına uygun düşecek şekilde kolaylaştırıp, yararlılığını ve olgunluğunu arttırdığım onlu sinüse göre taksim ettim.” demesi bu anlama gelmektedir.

Takiyüddin, ondalık kesirlerin trigonometri ve astronomiye nasıl uygulanabileceğini kuramsal olarak gösterdikten sonra, 1580 yılında bitirmiş olduğu Teshilu Zici’l-A’şâriyyi’ş-Şâhinşâhiyye (Sultanın Onluk Yönteme Göre Düzenlenen Tablolarının Yorumu) adlı katalogunda uygulamaya geçmiştir. İstanbul Gözlemevi’nde yaklaşık beş sene boyunca yapılmış gözlemlere göre düzenlenen bu katalog, diğer kataloglarda olduğu gibi kuramsal bilgiler içermez; yalnızca Yermerkezli sistemin ilkelerine uygun olarak belirlenmiş gezegen konumlarını gösterir tablolara yer verir.

Takiyüddin 1584 yılında İstanbul’da tamamlamış olduğu Ceridetü’d-Dürer ve Haridetü’l-Fiker (İnciler Topluluğu ve Görüşlerin İncisi) adlı başka bir yapıtında, son adımı atmış ve birim dairenin yarıçapını 10 birim almak ve kesirleri, ondalık kesirlerle göstermek koşuluyla bir Sinüs - Kosinüs Tablosu ile bir Tanjant - Kotanjant Tablosu hesaplayarak matematikçilerin ve gökbilimcilerin kullanımına sunmuştur. Eğer Takiyüddin bu tabloları hazırlanırken birim uzunluğu 10 birim olarak değil de, 1 birim olarak benimsenmiş olsaydı, bugün kullanmakta olduğumuz sisteme ulaşmış olacaktı.

Batı’da ondalık kesirleri kuramsal olarak tanıtan ilk müstakil yapıt, Hollandalı matematikçi Simon Stevin (1548-1620) tarafından Felemenkçe olarak yazılan ve 1585′de Leiden’de yayımlanan De Thiende’dir (Ondalık). 32 sayfalık bu kitapçıkta, Stevin, sayıların ondalık kesirlerini gösterirken hantal da olsa simgelerden yararlanma yoluna gitmiş ve ondalık kesirleri, uzunluk, ağırlık ve hacim gibi büyüklüklerin ölçülmesi işlemlerine de uygulamıştır. Ancak, De Thiende’de ondalık kesirlerin trigonometri ve astronomiye uygulandığına dair herhangi bir bulgu yoktur. Bu durum, Takiyüddin’in yapmış olduğu araştırmaların matematik ve astronomi tarihi açısından çok önemli olduğunu göstermektedir. Takiyüddin cebirle de ilgilenmiş ve ikinci derece denklemlerinin çözümünde aritmetiksel yolu izlemiştir.

Takiyüddin başarılı çalışmalar sergilediği bir diğer alan olan optik konusunda Göz ve Bakış Bahçelerinin Işığı Üzerine Kitap (Kitâbu Nur-i Hadakati’l-Ebsâr ve Nur-i Hadikati’l-Enzâr) adlı bir yapıt kaleme almıştır. Bu kitabın dikkat çekici yönü, temel dokusunun İslâm Dünyası’nda yaklaşık sekiz yüzyıl önce başlatılmış olan köklü ve başarılı optik çalışmalar sonucu elde edilmiş temel argümanlar, problemlerden oluşturulmuş olmasıdır.

Öyle ki, elde edilen yüksek düzey, 17. yüzyıla kadar batıda güncelliğini koruyan temel tartışmaların çerçevesini oluştururken, aynı şekilde, Osmanlı İmparatorluğu’nda da bütün canlılığıyla etkinliğini sürdürmüştür. Bu durumu anlamak ve anlamlandırmak zor değildir. Çünkü 17. yüzyıla kadar batıda optik konusunda egemen olan görüş İbnü’l-Heysem’in bir tür gelenek haline dönüşmüş olan görüşleridir. Bu görüşte temel olan düşüncenin iki boyutu vardır:

Optik problemlerin tam anlamıyla birer geometri problemine dönüştürülerek konunun geometrik olarak incelenmesi;

Problemin aynı zamanda nedensel olarak açıklanmasıdır. Ayrıca bu iki temel düşünce ayrıntılı ve çok ustalıklı olarak düzenlenmiş deneylerle de desteklenmiştir.

Bu tarz bir araştırma modeli çeviriler yoluyla batıya aktarılırken, doğuda ise 14. yüzyılda Kemâlüddin el-Fârisi’nin Optiğin Düzeltilmesi adlı ayrıntılı yorum kitabıyla daha yüksek düzeyli tartışmalara olanak ve zemin hazırlanmıştır. Daha sonra 1579 yılında bu kez Takiyüddin, hem İbnü’l-Heysem’in hem de Kemâlüddin el-Fârisi’nin çalışmalarına dayanarak Kitâbu Nûr’u yazmıştır.

Kitap bir giriş ve üç ana bölümden oluşmaktadır. Kitapta tartışılan temel konular, ışık, görme, ışığın göze ve görmeye olan etkisi ve ışıkla renk arasındaki ilişki, ışığın farklı ayna türlerinde uğradığı değişimler, yansıma kanunun deneysel olarak kanıtlanması, farklı ortamların ışık üzerine etkileri ve kırılmadır.

Takiyüddin’in temel düşüncesini ışığın doğrusal çizgilerde ancak küresel olarak yayıldığı savına dayandırmıştır. Bu tür bir ışık tasarımı İslâm Dünyası’nda konuya getirilmiş yeni bir bakış açısıdır ve bu bakımdan önem taşımaktadır.

Kitapta ele alınan diğer bir konu da yansımadır. Burada ışığın aynalarda uğradığı değişimler ve çeşitli aynalarda görüntünün nasıl oluştuğu deneysel olarak tartışılmıştır. Kırılma konusunda ise yoğunluğu farklı ortamlarda ışığın uğradığı değişimleri inceleyen Takiyüddin, yaptığı bütün deneysel ve matematiksel irdelemeler sonucunda, kırılma kanununu bulamamıştır. Fakat konuyu tamamen geometrik olarak ele alan, trigonometriyi işin içine sokmayan ve açılar arasında oranlar ya da eşitsizlikler kurmak yoluna dayanan değişik bir yaklaşım getirmeye çalışmıştır.

Takiyüddin aynı zamanda yetenekli bir teknisyendir. Güneş saatleri ve mekanik saatler yapmıştır. Cep, duvar, masa saatlerinin yanında astronomik saatlerle gözlem saatlerini anlattığı Mekanik Saat Yapımı adlı kitabı, Batı Dünyası da dahil olmak üzere, bu yüzyılda bu konuda kaleme alınmış en kapsamlı kitaptır.

Takiyüddin, ayrıca göllerden, ırmaklardan ve kuyulardan suları yukarı çıkarmak için çeşitli araçlar tasarlamış ve bunları bir eserinde ayrıntılarıyla tasvir etmiştir. Araştırmalar, Takiyüddin’in ağabeyi olan Necmeddin ibn Marûf’un da iyi bir bilim adamı olduğunu ve özellikle astronomi ile ilgilendiğini ortaya koymuştur.

Takiyüddin’e ait el yazmalarının bir bölümü Boğaziçi Üniversitesi Kandilli Rasathanesi ve Deprem Araştırma Enstitüsü’nde bulunmaktadır. Enstitü’nün UNESCO’yla (Birleşmiş Milletler Eğitim Bilim ve Kültür Organizasyonu) birlikte yürüttüğü "Memory of the World" projesi çerçevesinde, Takiyüddin’e ait el yazmalarının da içinde bulunduğu 821 Türkçe, 414 Arapça ve 102 Farsça, toplam 1337 eser mikrofilmleri çekilerek CD- Rom üzerinde kataloglanmaktadır. Takiyüddin’in diğer eserleri başka kütüphanelerin raflarındadır.




Uluğ Bey

2015-12-28_050041.jpg

Türk Dünyası'nın 15'inci asırda yetiştirdiği en büyük astronomi bilgini ve Timur Han'ın torunu olan Uluğ Bey, 22 Mart 1394'te Güney Azerbaycan'daki Sultaniyye'de doğdu. İyi bir eğitim görerek, 13 yaşındayken Horasan ve Maveraünnehir eyaletlerine hakan naibi oldu. Başkent seçtiği Semerkant'ta, müstakil bir hükümdar gibi hareket etti. Fen bilimleri ve astronomiye merakı, kendisini dünya tarihinin en büyük astronomlarından biri haline getirdi.

İlim adamlığı yanında devlet adamlığı vasfı da yüksek olan Uluğ Bey, Semerkant'ta 38 yıl hükümdarlık yaptı. Bir akademi haline getirdiği sarayı, devrin meşhur alimlerinin toplanıp tartıştığı bir mekan oldu. iktidar döneminde başta Semerkant ve Buhara olmak üzere tüm ülke, Türk mimarisinin seçkin eserleriyle donatıldı. Oğlu Abdüllatif tarafından tahttan indirilen Uluğ Bey, 25 Ekim 1449'da, Abbas adlı bir düşmanı tarafından öldürüldü ve dedesi Timur Han'ın yanına defnedildi.

Uluğ Bey'in Semerkant'ta kurduğu rasathanedeki astronomi çalışmaları, astronomi biliminin bugünkü seviyeye gelmesinde büyük pay sahibidir. Uluğ Bey, astronomi çalışmalarının temelini teşkil eden trigonometri ilmi üzerinde geniş çalışmalar yaptı. Kendisinden önceki Doğu - Batı dünyasının tahmini ve yaklaşık bilgilerini bırakıp bilimsel esasları tespit ederek, trigonometride yeni bir araştırma yolu açtı. Dünya onu astronomi alanındaki eserleriyle tanıdı. Semerkant'taki rasathanesinde yapılan çalışmalar, bugünkü astronomiye hala ışık tutmaktadır.

2015-12-28_050104.jpg
 

Murat.Y

Üye
Üye
Katılım
Eyl 9, 2014
Mesajlar
1,998
Tepkime Puanı
0
Puanları
0
Türklerde Bilim / Nizamiye Medreseleri

Nizamiye Medreseleri

2015-12-28_050239.jpg

İlk Selçuklu medresesi Tuğrul Bey (1040-1063) tarafından 1046 yılında Nişabur'da kurulmuştur. Başlıca Selçuklu medreseleri Nizamülmülk (1063-1092) tarafından kurulmuştur. Nizamülmülk'ün kurmuş olduğu bu devlet teşkilatı, kendisinden sonra gelen İslâm-Türk devletleri için bir örnek olmuştur.

Ayrıca kurduğu medreselerde güçlü bir din eğitiminin yanında, İslâm hukuku anlayışına uygun eğitilmiş güvenilir ve yetenekli yöneticileri yetiştirmektir. Dinî sahada izlediği hoşgörülü ve birleştirici siyaseti, ülkeyi terk eden Kuşeyrî ve Cuveynî gibi ünlü bilim adamlarının yurtlarına geri dönmelerini sağlamıştır. Bu hoşgörülü siyaseti, kendini medreselerde de göstermiştir. Çünkü, kurduğu Nizamiye medreseleri çeşitli düşüncelerin barınabildiği ilmî ve idari muhtariyete sahip üniversite karakteri taşıyordu. Nizamülmülk Bağdat, Musul, Basra, Nişabur, Belh, Herat, İsfahan, Merv, Amul, Rey ve Tuş gibi büyük kentlerde çok sayıda bu tip medreseler kurdu.

Büyük Selçuklu İmparatorluğu Veziri Nizamülmülk’ün 1068 de Bağdat’ta açmış olduğu “Nizamiye Medresesi” Türk yükseköğretim tarihinde yükseköğretim kurumu olarak önemli bir kurumdur. Gazali, Nişabur Medresesi’de öğrenim gördükten sonra Bağdat’ta açılan “Nizamiye Medresesi” nde 1091-1095 yılları arasında “müderrislik” yapmıştır.

Nizamiye Medreselerinin Başlıca Amaçları

1) Din adamı yetiştirmek,
2) Yoksul ve yetenekli öğrencileri okutup topluma kazandırmak,
3) İmparatorluğun yönetimi için memur yetiştirmek ve
4) Devlet adamlarını eğitmektir.
5) Bilginleri bir görev ve maaşla medreselere bağlayıp denetim altında tutmaktır.

Nizamiye medreseleri, "eğitimde şans ve fırsat eşitliği" gerçekleştirmeye çalışmıştır. Devlet, medreseleri "yatılı ve burslu" bir eğitim kuruluşu haline getirmekle öğretimde imkân ve fırsat eşitliğini sağlama çalışmalarına girişmiş oluyordu. Ayrıca “öğrenci statüsü”nde bazı yenilikler getirmiştir. Bu yenilikler, medrese öğrencilerinin büyük bir kısmının yatılı olması ve medrese vakfından burs alabilmeleridir.

Bu okulların bir benzerleri Anadolu Selçukluları tarafından Konya, Kayseri, Sivas ve Erzurum'da açılmıştı. Bir dönemin bilim merkezi olarak toplumu aydınlatan Nizamiye Medreseleri Osmanlı, medreselerine de örneklik etmiştir. İmam-ı Gazali gibi büyük bir şahsiyet Nizamiye medresesinde baş müderrislik görevinde bulunmuş, âlim ve fâzıl biri olarak onlarca talebe yetiştirmişti.

Aslında medreseler Selçuklulardan önce kurulmuştur. Ancak bunlar özel medrese niteliğindeydi. Oysa, Nizamiye medreseleri devletin teftiş ve himayesi altında faaliyet gösteren resmî ve muntazam öğretim kurumları idi.

Nizamülmülk'ün yaptırdığı medreseler ile Karahanlı medreseleri arasında çeşitli benzerlikler vardır. Selçuklu medreseleri de Karahanlı medreseleri gibi Budist manastırlarına benziyorlardı. Bundan dolayı ünlü müsteşrik Wilhelm Barthold (1869-1930), Selçuklu medreseleri için, Budist viharalarından örnek alındığını iddia etmiştir.

Nizamiye Medreselerinin Türk ve İslâm Eğitim Tarihindeki Yeri ve Önemi

1) Medreseler ile camiler: Medreseler, mimarî açıdan camiden tamamen ayrı bir plana sahiptirler. Bu yapılarıyla medreselerin, okul mimarîsinin veya üniversite kampüsünün ilk örneğini teşkil ettikleri görülür.
2) Medreseler, ilk önce Türkistan'da Karahanlılar tarafından kurulup, Gazneliler ve Samanoğulları tarafından da geliştirilmekle beraber, medreselerin devlet ve toplum tarafından büyük bir ilgi ve destek görmesi sonucunda yaygınlaşmaları ve bir üniversite kimliği kazanmaları Nizamiye medreseleriyle gerçekleşmiştir.
3) Nizamiye medreselerinde genellikle din, hukuk ve dil öğretimi yapılırdı. Felsefeye karşı ilk tepki Bağdat Nizamiye medresesinde müderrislik yapan Gazali'den gelmekle beraber, Nizamiye medreselerinde Felsefe ve Mantık dersleri de okutulmuştur.
4) Nizamiye medreselerinde kullanılan öğretim metodu, İslâm dünyasındaki medreselerde kullanılan geleneksel öğretim metodu haline gelmiştir. Bilhassa şerh ve haşiye metodunun İslâm dünyasında kullanılan geleneksel öğretim metodu haline gelmesinde Nizamiye medreseleri etkili rol oynamışlardır.
5) Arapça'nın İslâm dünyasının ortak öğretim dili olarak yaygınlaşması Nizamiye medreseleriyle gerçekleşmiştir. Türkçe'nin şerh ve haşiye dili olarak kullanılması ve Farsça'nın da Türk medreselerinde okutulmasının öncülüğünü Nizamiye medreseleri yapmıştır.
6) Nizamiye medreseleri, Türk ve İran halkı ve kültürünün yakınlaşması ve kaynaşmasında aktif rol oynadığı gibi, ortak bir İslâm kültürü ve müslüman kardeşliğinin doğmasında da etkili olmuşlardır.
7) Bugün orta ve yüksek öğretim kurumlarında uygulanan "ders geçme ve kredi sistemi"nin başlangıcını teşkil eden, medreselerdeki "ders geçme sistemi", Nizamiye medreseleriyle kurumlaşmış ve yaygınlaşmıştır.
8) Bugün çağdaş dünyada yüksek öğretim kurumlarında uygulanan burs, kredi ve yatılılık sistemi, Nizamiye medreseleriyle kurumlaşmış ve yaygınlaşmıştır.
9) Medreselere daimi statüde öğretim elemanı yetiştirme ve bunlar arasında bir mertebeleşme sistemi oluşturma, yine Nizamiye medreseleriyle kurumlaşmıştır.
10) Medreselerden mezun olanlara "icazetname" verme uygulamasının ilk örnekleri, Nizamiye medreselerinde görülmektedir.

Büyük Selçuklu yönetimini örnek almış olan Anadolu Selçukluları, medreselerde talebelerine daha geniş imkanlar sağlamıştır. Bu dönemde medreseler, devletin önde gelen kişileri tarafından vakıf olarak kurulmuştur. Selçuklulara baktığımızda medreselerin yaygın olduğunu görmekteyiz.
Bunun sebeplerini inceleyecek olursak;

1) Genişleyen Selçuklu İmparatorluğu’nun yönetimi için memur yetiştirme ihtiyacı,
2) İslamiyet'i yeni benimsemiş Oğuz topluluklarının yeni inançlarının pekiştirilme, eskilerinin silinme gereğinin duyulması,
3) Din adamı yetiştirme ihtiyacı,
4) Yeni ele geçirilen ülkelerin manen de fethini sağlamak için gerekli insanları yetiştirme düşüncesi,
5) Yoksul veya yetenekli öğrencileri okutup topluma kazandırma düşüncesi,
6) Bilginleri bir görev ve maaşla medreselere bağlayıp denetim altında tutmak ve böylece devlete karşı gizli hareketlere katılmaları ihtimalini ortadan kaldırmak,
7) Devlet adamlarının eğitim ve bilim severliği.

İlk medreseler camilere ve mescitlere bağlı, onların yanında ya da içinde öğretime ayrılmış özel yerlerdi. Daha sonra Selçuklu sultanları kendi adlarına olduğu kadar eşlerinin adına da -çoğu tıp alanında öğrenim veren- medreseler inşa ettirdiler. XII. yüzyıldan itibaren görülen Anadolu Selçuklu Medreseleri, açık ya da kapalı avluludur. Açık avlulu medrese tipi ise en yaygın olanıdır. Bunlarda tek, çift, üç ve dört eyvanın yanı sıra iki katlı olanları da bulunmaktadır. Bunun yanı sıra avlu yerine, büyük bir kubbeyle örtülü merkezi bir mekanın bulunduğu medreseler de ikinci temel tipi oluşturmaktadır.
 

Murat.Y

Üye
Üye
Katılım
Eyl 9, 2014
Mesajlar
1,998
Tepkime Puanı
0
Puanları
0
Türklerde Bilim / Oniki Hayvanlı Türk Takvimi

2015-12-28_050458.jpg

Tarihçe

Oniki hayvanlı Türk takvimi, bir Ay-Güneş takvimidir. 12 yılın 5 katı olan 60 yıllık devreleri ile Göktürkler'de, Uygur Türkleri'nde, Tuna-Bulgar Türkleri’nde, İtil Bulgar Türkleri’nde ve daha önceleri de büyük ihtimalle Hun Türkleri’nde kullanılmış olup, Türkler arasında çok yaygın bir sistem olmuştur. Göktürk yazıtları, Uygur kitap ve hukuk belgeleri, Tuna Bulgarları’nın yazıtları, Bulgar Hakanları Listesi bu takvimle tarihlendirilmiştir. Hatta, Manas Destanı’ndaki bazı olaylar bile Oniki Hayvanlı Türk Takvimi ile tarihlendirilmiştir. Türk Takvimi’nde bir gün 12 bölüme ayrılır, her bölüme "Çağ" adı verilirdi. Bir çağ iki saat, dolayısıyla bir gün de 24 saat idi. Herbir çağ ise sekiz "Keh'ten ibaretti. Yılbaşı olarak gece-gündüz eşitliğinin yaşandığı 21 Mart, Nevruz günü alınırdı. Edouard Chavannes'in "Le Cycle turc des Douze Animaux - Oniki Hayvanlı Türk Takvimi", adlı araştırmasına göre Asya'da kullanılan Oniki hayvanlı takvim Türklere ait bir takvim sistemiydi ve Çinliler bu takvimi Türklerden almışlardı. Chavannes bu yüzden de araştırmasının adını 12 Hayvanlı Türk Takvimi koymuştur.

Bu takvimin çıkışını Kaşgarlı Mahmut şu şekilde anlatır: Türk hakanlarından birisi, birkaç sene önce yapılmış bir savaşı öğrenmek istemiş, ama o savaşın yapıldığı yıl konusunda bir anlaşma sağlanamamış. bunun üzerine hakan, ileri gelenlerle bir kurultay düzenleyerek, “Biz bu tarihte nasıl yanıldıksa, bizden sonra gelecek olanlar da yanılacaktır; öyleyse şimdi göğün on iki burcu ve on iki ay sayısınca her yıla bir ad koyalım ve yaptıklarımızı bu yılların geçmesiyle anlayalım; bu, aramızda unutulmaz bir anı olarak kalsın.” deyince, ulus bu öneriyi hemen onaylamış. Bundan sonra hakan ava çıkmış ve beraberinde bulunan askerlerine yaban hayvanlarını Ilısu’ya doğru sürmelerini emretmiş. Askerler, hayvanları sıkıştırarak bu nehre doğru sürmüş. Hayvanlardan bazılarını avlamışlar, bazıları ise nehre atılıp karşı yakaya yüzmüş. Karaya ilk defa sıçan çıktığı için, birinci yıla sıçan yılı demişler; sıçandan sonra, sırasıyla sığır, pars, tavşan, timsah, yılan, at, koyun, maymun, tavuk, köpek ve domuz karaya ulaşmışlar ve bu nedenle sonraki yıllara bunların adı verilmiş. Daha sonra, bu yılların her birinde bir hikmetin olduğu düşünülerek fal tutulmuş ve kehânete baş vurulmuş. Mesela sığır yılına girildiğinde, savaşlar çoğalırmış; çünkü öküzler sürekli olarak birbirleriyle vuruşur ve tos yaparlarmış. Tavuk yılında yiyecek çok olur, ancak insanlar arasında karışıklık çıkarmış; çünkü tavuğun yemi danedir ve daneyi bulabilmek için çöpleri ve kırıntıları birbirlerine karıştırırmış.

Oniki Hayvanlı Türk Takvimi'nin 1900'lerin başına dek Orta Asya Türkleri arasında, özellikle de avam sınıfında yaygın olduğu söylenir. Zira Zeki Velidi Togan’ın anılarında anlattığına göre kimliğini gizleyerek kaçmaya çalıştığı sıralarda yolunu kesen Rus askerleri kimliğini sorgulamak için adını, soyadını, yaşını sorduklarında: “Valla yılan yılında doğmuşum…” demiş, böylelikle askerleri cahil bir göçebe olduğuna ikna etmiştir.

Çinliler Türklerden aldıkları bu takvimi 2007 yılı itibâriyle, 3444 Güneş yılından bu yana yazılı kaynaklarında kullanmışlardır. Buna ek olarak, Yazılı Çin Târîhi'nin öncesindeki 1200 yıllık Sözlü Çin Târîhi'nin de bu takvim ile târîhlendirildiği göz önüne alınırsa, takvimin yalnız Çin’de 4644 yıldır kullanıldığı ortaya çıkar.

Yılbaşı

Oniki hayvanlı Türk takviminde yeni yıl, Güneş'in Kova Burcu'na girmesinden sonra görünen ilk hilâl ile başlar. O andan itibâren yeni yılın birinci ayının birinci günü başlamış olur.

Yıl Süresi

Güneş Yılı süresi 365.24218979 gündür. Bu süre içine 12 adet Türk Ayı girer. Birinci Güneş Yılı, 13. Ay Ayı'nın yaklaşık 11., ikinci Güneş Yılı, 25. Ay Ayı'nın yaklaşık 22. ve üçüncü Güneş Yılı ise 38. Ay Ayı'nın yaklaşık 3. günlerinde tamamlanırlar. Kısacası 3 Güneş Yılı süresi içerisine 37 Ay Ayı ve yaklaşık 3 gün girer. İşte bu sebepten ötürü Türk Yılı süresi, bâzen 12 bâzen de 13 Ay Ayı olur. Gün sayısı olarak Türk Yılı bâzen 354 veyâ 355 bâzen de 384 gün olabilir.

Hilâl, yer yüzünün her noktasından mutlakâ aynı gün görünmeyebilir. Bu bakımdan herhangi bir Türk yılı yer yüzünün batısında 355 gün çekerken doğusunda 354 gün çekebilir. Bir başka deyimle, herhangi bir Türk Yılı yer yüzünün batısında, Güneş Yılı'nın örneğin 32. gününde başlarken, doğusunda 33. gününde başlayabilir.

Ay Süresi

Ay süresi, o ayı başlatan hilâli tâkîp eden ilk hilâlin görünümünde biter. Yeni hilâlin göründüğü gün, süren ayın son günü, göründüğü an ise yine süren ayın son gününün bitiş ânı veyâ yeni ayın ilk gününün başlangıç ânı yâni başlangıcıdır. Ay, Yer çevresini 29.5305845830903 günde dolaşır. Bu sebepten Türk Ayları bâzen 29, bâzen de 30 gün çekerler.

Hilâl, yer yüzünün her noktasından mutlakâ aynı gün görünmeyeceğinden herhangi bir Türk Ayı yer yüzünün batısında 30 gün çekerken doğusunda 29 gün çekebilir. Bir başka deyimle, herhangi bir Türk Ayı yer yüzünün batısında, Güneş Yılı'nın örneğin 175. gününde başlarken, doğusunda 176. gününde başlayabilir.

Gün Süresi

Hilâlin göründüğü andan itibaren başlayan yeni ayın birinci günü, ertesi günün Güneş batımına kadar devâm eder. Güneş batımından itibâren ayın ikinci günü başlar ki, o gün de ertesi günkü Güneş batımına kadar devâm eder ve bu böylece yeni ayın hilâli görününceye kadar sürer gider. Burada Güneş'in batması demek, deniz ufkuna göre Güneş'in tepe noktasının ufukta tamâmen kaybolması demektir.

Türk Takviminin Çalışması

Türk takviminde 12 yıllık bir süre içerisindeki her bir yıl bir hayvan adı ile anılır. Hayvanlar sırasıyla, Sıçan, Sığır, Pars, Tavşan, Ejderha, Yılan, At, Koyun, Maymun, Tavuk, İt ve Domuz'dur.

12 yıllık sürenin birinci hayvanı Sıçan'dır. 12 yıllık sürenin 12. yılı olan Domuz yılı bittiğinde 12 yıllık yeni bir süre başlar ki bu sürenin de birinci yılı yine Sıçan adını alır ve bu böylece sürer gider.

Türkler hayvan adlarıyla andıkları yıllarına sayı vermemişlerdir. Yıllara hem sayı ve hem de ayrıca ad vermek gereksizdir. Ancak sistemin mantıklı görünmesine rağmen, 12 yıl bir küme sayılmalı idi, bundan sonra sayılmalıdır. Bu kümelere de 1., 2.,...., 25., 26. v.b.g. sayılar verilmeli idi, bundan sonra verilmelidir.

Çinliler, Türk’lerin yapmadıkları ya da yaptıkları hâlde bizlerce bilinmeyen bu kümelendirme işlemini, sözlü târîhlerine âit süreyi içine alan zamân dilimi için de yapmışlardır. 12 yılın oluşturduğu zamânı bir küme saymışlar, beş kümeyi de (yâni 60 yılı da) bir araya getirmek sûretiyle bir bağ meydana getirmişlerdir. Çinliler kümeleme işine, iddiâlarına göre sözlü târîhlerinin mebdei olan M.Ö. ki 2637 yılından itibâren başlamışlardır.

Başka bir deyim ile Türk takvimi, M.Ö. ki 2637 yılından başlayarak, 12 yılı bir küme, 5 kümesi bir bağ Yapılarak Çinliler tarafından günümüze kadar hem de düzenli bir şekilde kullanıla getirilmiştir.

Takvimin Başlangıcı

Sağlıklı olmamakla birlikte, elimizde bir başka uluslararası ölçü bulunmadığı yönünde kabûllenmek zorunda kaldığımız Mîlâdî takvim, 1582 yılı öncesine de uygulanarak târîhî vakaların, yıllar içerisinde aynı günlere isâbet etmesi sağlanır. Böyle bir sağlama sonucunda görülecektir ki Rûmî yıllığın ıslâh edilerek geçerlilik kazandığı M.Ö. ki 01.Mart.45 Rûmî târîhi, aslında, M.Ö. ki 28.Şubat.45 Mîlâdî târîhidir. İşte bu yüzden Türk takvimini, kabûllenmek zorunda kaldığımız Mîlâdî takvim ile (Mîlâdî takvim sanki 1582 yılından önce de varmış gibi düşünerek) ölçmek, kıyaslamak, çakıştırmak şarttır.
M.Ö. ki 2637 yılından itibâren sayılandırılmaya başlanan Türk takviminin, her 12 yılı bir küme teşkîl ederler. Bu kümeler ise 1., 2.,...., v.b.g. ile sayılandırılırlar. Kümelerin bağ yapılması ise gereksizdir. Yunt Yılı'na âit olan yıllıkta görülen 387. ifâdesi, M.Ö. 2637 Mîlâdî yılından bu güne kadar geçmiş olan 386 tam kümeden sonra girilen 387nci kümenin adıdır ve Yunt Yılı, bu 387nci kümenin 7. yılıdır. Yine aynı yıllıktaki 4639. ifâdesi ise, 386 küme x 12 yıl = 4632 yıla, Yunt yılına âit olan 7. yıllık değerin eklenmesiyle bulunan yıl sayısıdır.

Türk Aylarının Adları

Türk Ayları sırası ile Birinçay, İkinçay, Üçünçay, Dörtünçay, Beşinçay, Altınçay, Yedinçay, Sekizinçay, Dokuzunçay, Onunçay, Onbirinçay ve Onikinçay diye adlandırılırlar. Bugüne kadar bulunmuş olan Türk Alfabeli yazılı taşların üzerlerinde "Birinçay" ve "Onüçünçay" adlı aylara rastlanmamıştır. Bilindiği gibi bu aylar kış aylarıdır. Muhtemelen bu aylarda, atalarımızın târîhe geçecek ehemmîyette bir faalîyet göstermeleri, iklim şartlarının elverişsizlikleri sebebiyle mümkün olamamıştır. Uygur Alfabesi ile yazılmış, Uygur Vesîkaları'nda da "Birinçay" ve "Onüçünçay" adlı aylar yoktur. Bunlardan "Birinçay" yerine Fars Dili'nden geçmiş olabilecek "Ârâm" kelimesi kullanılmaktadır. Yine aynı belgelerde, 13 aylı yılların 13. ayının adı için kullanıldığını ve muhtemelen Soğd Dili'nden alınmış olduğunu sandığımız "Çakşabut" kelimesi mevcûttur. 12 aylık klasik yıl alışkanlığımızın içinde kolaylıkla farkedilebilmesi için takvimlerde bu kelime, "Onüçünçay" yerine kullanılmalıdır. Kaldı ki Çakşabut, Türk Dili'nin ses uyumu kuralına uygun bir kelimedir. Türk takviminde mevsimler ise,

İlkbahar: Oğlak Ay
Yaz: Uluğ Oğlak Ay
Sonbahar: Uluğ Ay
Kış: Ay olarak adlandırılmıştır.

Türk Günlerinin Adları

Türklerde ve Türk takviminde günlerin adları yoktur. Günler, bir, iki, üç, ..........., yirmidokuz (aslı dokuzotuz), otuz veyâ birinde, ikisinde, üçünde, .........yirmidokuzunda (aslı dokuzotuzunda), otuzunda diye sıralanırlar.


Onur GÜRMAN'ın Türkler adlı programından alınmıştır.
 
Tekerlekli Sandalye
Üst