Yusuf: Öykü

Halil Yılmaz

Admin
Yönetici
Katılım
May 19, 2010
Mesajlar
14,522
Tepkime Puanı
193
Puanları
63
Yaş
50
Rüzgâr, sararmış yaprakları acımasızca savurmuştu. Her biri sulak asfaltın bir köşesinde, kendine süreksiz bir yer bulmuştu. Sonbahar gelip de güçsüzleştiklerinde bir bir harcanmışlardı. İnsanlarda sarardıkları gibi bir yapraktan daha gaddarca harcanırlardı; hem de insanlarca.

Yusuf, çam ağacının sivri yaprakları gibi olması gerektiğinin farkındaydı: Her daim güçlü ve heybetli.
O gün Yusuf için, takvimin en önemli günüydü. Ayakları heyecandan titrerken, kalbi ona ritim tutuyordu. Sanat okulunun kapısına geldiğinde nefesi de bütün bu ritim bozukluğuna ayak uyduruyordu. Ancak, cesaretini toplayarak içeriye adımını attı. Sözlü mülakatlar başlamak üzereydi. Birçok entelektüel tip, avuç içlerini yaratıcıya çevirmiş, bekliyorlardı. Heyecanını bastırmak için sağa sola volta atanlar, oturduğu yerde bacağını sallayanlar, tırnağına dişleriyle desenler yapanlarla doluydu bekleme salonu. Salonda, eski tip banklar duvar kenarına sıralanmış, ortada botanik bir dokusu olan çiçeklik boy gösteriyordu. Duvarlarda imitasyon tablolar ve ünlü düşünürlerin aforizmaları yer alıyordu. Burası kütüphanede, sahafta var olan ya da iyi bir kitabı okurken hissettiği kokuyla kaplıydı. En sevdiği, hayatı boyunca peşinden gitmek istediği koku…

Bekleyenlerin isimleri bir bir telaffuz edilmeye başlanmıştı. İsmi söylenenler içeri girip, bir süre sonra iki farklı ifadeyle içeriden çıkıyorlardı: Hep ya da hiç. Yusuf, buradan ayrılışında bir hiç olmak istemiyordu. Yazılı sınavdan nasıl da tam puan almıştı; işte öyle başı dik çıkmalıydı kapıdan. Yazarlık onun orijin noktasıydı. Yeni bir başlangıçtı. Onu yazmaktan daha fazla mutlu edecek bir şey olamazdı.

Bir süre sonra manifestodan ismi okundu: Yusuf Gümüş. Ancak Yusuf yerinden oynamadı bile. Yanında oturan ve elindeki başvuru formunu gören kız, Yusuf’u dürttü ve çığırtkanı göstererek, “Sıra size geldi,” dedi. Yusuf, şaşkınca ayağa kalktı ve kapıya doğru ilerledi. Çığırtkan, bir eliyle heybetli ve ahşaptan kapıyı açarken, diğeriyle Yusuf’un sırtını sıvazlıyordu. Genç yazar adayı hiç bu kadar kalbinin varlığını hissetmemişti. Ancak kendini toparlamalıydı; çünkü kendini anlatmak için diğerlerine göre daha fazla çaba sarf etmesi gerekiyordu. Kapı, küçük bir odaya açılmıştı. İçeriye girdiğinde, karşısında üç meşgul insan buldu. Önlerindeki kâğıtlarla hararetli bir şekilde ilgileniyorlardı. En solda, kır saçlı, 50 yaşını aşkın, gözlüklü, ketum tipli bir adam; ortada, daha genççe, sevecen, ince yapılı bir kadın; en sağda ise 25 yaşlarında olduğunu tahmin ettiği, fazlasıyla zeki görünen bir adam oturuyordu. İlk kafasını kaldıran ince yapılı kadın oldu. Yüzüne bir gülümseme kondurarak “Merhaba!” dedi. Yusuf, sadece gülümseyerek karşılık verdi.

Zeki görünen adam devam etti: “Sanırım isminiz Yusuf?”
Genç yazar adayı, kafasını “evet,” anlamında aşağı yukarı salladı.
“Benim ismim de Kaan.”
İnce yapılı kadın araya girdi: “Öncelikle ismimin Malumattar olduğunu söylememe izin verin lütfen… Sizi yaratıcı yazarlığa iten şey nedir?” Bu sorudan sonra Yusuf, omuzundaki çantadan telli bir ajanda çıkardı ve yazmaya başladı. Bunu gören ketum tipli adam sinirle masaya vurdu.

“Al bir de buradan yak, dilsiz bir yazar ha!”
Malumattar şaşkın gözlerle genç yazar adayına bakıyordu. Kaan ise dikkatli gözlerle olan biteni izliyordu.
Ketum tipli adam öfkeyle devam etti: “Söylediklerimizi anlayabiliyor musun bari?”
Yusuf, ağlamaklı gözlerle, hızlıca deftere yazdı:” Dudak okuyabiliyorum.”
“Oh ne ala!”

Sesini duyamasa da çok iyi bir vücut dili okuyucusu olan Yusuf, karşısındaki adamın sinirini bütünüyle içinde hissedebiliyordu. İyice paniklemişti ve panikle defterine bir şeyler yazıyor, karşısındakilere gösteriyordu. Ancak en soldaki kızgın adam, bütün fevriliğiyle sözlü mülakatta bir dilsizin yeri olmadığını düşünüyordu. Hele ki katılımın önemli olduğu yazarlık derslerinde, böyle bir çocukla vakit kaybetmek istemediğini vurguluyordu.

Malumattar bütün naifliğiyle ortalığı sakinleştirmeye çalıştı: “Bakınız Seyit Hocam! Ben de genç arkadaşımızın bize sağlayacağı katkıdan kuşkuluyum. Evet, bizim için yeterli bir öğrenci olmayabilir; ancak onun da duyguları olduğu unutmayınız. Kendisinin buradan kırgın ayrılmasını istemem doğrusu.”
“Bırakın da ona gerçekleri anlatayım. Boş hayallere kapılması daha mı iyi olur sizce? Bütün gün oturup, onun defterine bir şeyler yazmasını mı bekleyeceğiz? Ya derslerde, metin okumalarında, tasvir derslerinde ne yapacağız?”

Yusuf, endişeli bakışlarını bir sağa bir sola kaydırıyordu. Seçici kurulun arasındaki tartışmaları dudak okuyarak takip etmeye çalışıyordu. Tabi, birbirlerinin sözünü keserek konuşan Seyit ve Malumattar’ı takip etmek oldukça güçtü. Bu hararetli konuşmaya nihayet Kaan da katıldı: “Bu kadar beyin jimnastiği yeter! Seyit Hocam, neden bu kadar gaddarsınız? Anlayamıyorum doğrusu. Benim bu konudaki görüşüm kesindir. Yazmak için dile ihtiyacımız yoktur. Bir kalem, bir defter ya da sadece bir daktilo… Bir de en önemlisi beyin. Bu gencin bunlardan hiçbirinin yoksunu olduğunu sanmıyorum. Tam tersi bunlardan bir fazlası var: İnanç. Dışarıda bekleyen onlarca kişiden, daha zor bir hayatı olduğu kesin. Ama o, bize bu işi yapabileceğini kanıtlamak için yüreklice karşımıza gelmiş. Ne cesurca bir hareket! Takdir edeceğimiz kişiyi tekdir ediyorsunuz.”

Kaan’ın çıkışmasıyla, diğer iki kurul öğesi kafaları önde hülyalara dalmışlardı. Yusuf minnet ve taleple Kaan’a bakmaya devam ediyordu. Kaan odadaki muammayı dağıtmak istedi: “Pekâlâ! Ben bu gence bir şans verelim diyorum. Ona, son öğrenci adayını içeriye alana dek bir zaman verelim. O da yeteneklerini kaleminden kâğıdına aktarsın. Değerlendirmeyi o zaman yaparız.”

Yusuf heyecanla defterine “Teşekkürler,” yazdı. Gözlerinin içi parlıyordu. Parlak gözleri, kurul üyelerine kuşkuyla döndü. Seyit isteksiz, Malumattar ise umutsuz bir evet işareti yaptılar başlarıyla. Yusuf coşkuyla kapıya yönelecekti ki, Kaan seslendi: “Bildiğini yaz!”

Yusuf, kendine sanat okulunun ücra köşesinde dingin bir yer buldu. Elinde ajandası ve kalemiyle düşünmeye koyuldu. Bacağını sallıyor, kalemi dudağına çarpıştırıyor; ama aklına bir şey gelmiyordu. Ne yazacağı hakkında hiçbir fikri yoktu. Aklı durmuştu sanki. Ellerini başının arasına aldı ve “Düşün… Düşün…” diyerek kendini zorluyordu. Birkaç voltanın ardından aklına Kaan’ın son sözleri geldi: “Bildiğini yaz!” Gülümsedi ve işe koyuldu.

Genç yazar adayı tekrar içeri girdiğinde, karşısında yorgun ve bıkkın üç kişi buldu. Umudu, bu tablo karşısında yontulsa da kararlı duruşunu bozmadı. Fotokopisini çektirdiği nüshaları tek tek kurulun önüne bıraktı. İlk satırlardan itibaren Kaan’ın yüzüne memnun bir gülümseme yerleşti. İstediğini yapmış olmalıydı. Diğerleri ise ruhsuz bir ifade takınmışlardı. Genç yazar adayı, Seyit Hoca’dan tamamıyla umutsuzdu; ancak Malumattar belirleyecekti her şeyi. Kaan daha fazla okumaya gerek duymadan, ışık saçan gözlerini Yusuf’a dikti. Kafasını “İşte bu,” dermişçesine salladı. Yusuf da ona sevgi ve saygıyla baktı. Kaan: “Lafı bekletmeye gerek yok; benim oyum kabulden yana,” dedi. Çok geçmeden Malumattar kâğıdı masaya bıraktı. Eliyle başını ovalamaya başladı. Yusuf, merakla ona bakıyordu. Her şey ona bağlıydı. Şu ketum adam ölürdü de kabul oyu vermezdi kendisine. Malumattar ekşimsi yüzünü kaldırdı ve “Oyum ret,” dedi. Genç yazar adayı yıkıldı. Nasıl olurdu böyle bir şey? Kaan şaşkınlıkla yanındaki ince yapılı kadına bakıyordu. Malumattar umursamazca kafasını iki yana sallayıp başını ovalamaya devam etti. Kaan olduğu sandalyeye çökmüştü. Çok inanmıştı Yusuf’a. Onun sanat okulunun en başarılı öğrencisi olacağına yürekten inanmıştı hâlbuki. Son olarak uzun bir okumanın ardından Seyit Hoca elindeki kâğıdı masaya bıraktı. Dudaklarını büzerek geriye yaslandı. Derin bir nefes alıp lafa girdi: “Size, bu gencin diğerleriyle aynı kefeye konulamayacağını söylemiştim. Sözlü iletişimin önemli olduğu derslerde bize katılımı sıfır olacak. Yazdığı hiçbir şeyi okuyamayacak. Metinleri yorumlaması için onun oraya buraya bir şeyler yazmasını beklemek ayrı bir sıkıntı olacak. Bizim için büyük bir zaman kaybı. Ama buna değer. Bu çocuk gerçek bir dehadır azizim. Oyum kabuldür.”

Bütün bu sözler Yusuf’un yanaklarını gözyaşı ile buluşturmuştu. Genç yazar adayı şaşkınlıktan olduğu yere çakılı kalmışken, Seyit odayı terk ediyordu. Belli ki ketumluğundan ödün vermeden orayı terk etmek arzusundaydı. Kaan ise Yusuf’u tebrik etti. Yusuf, onun söylediğini yapmıştı. Bildiğini, yani hayatını, çektiği zorlukları, haykıramadığı duygularını yazmıştı. Seyit Hoca’yı bile etkileyecek yeteneği ise zaten içerisindeydi. İnancı ona hayallerini vermişti.

AD: Gökten Çağrı AKTAN

ÖZGEÇMİŞ:
Gökten çağrı AKTAN, 12 Ocak 1989’da Ankara’da doğdu. Kıbrıs ve Keçiören’de geçen çocukluğunun ardından, ,İlköğrenimini Hüseyin güllü ceylan i.o.’nda lise öğrenimini Ankara ticaret meslek ve Anadolu ticaret meslek Lisesi’nde tamamladı. Daha sonra Adü bankacılık bölümünü bitirdi. Şu anda Ankara’da ikametine devam ediyor.
 
Tekerlekli Sandalye
Üst