Zindan Adası

Gazoz Agacı

Moderatör
Moderatör
Katılım
Nis 23, 2012
Mesajlar
9,302
Tepkime Puanı
64
Puanları
48
Yaş
54
shutter_island_01.jpg




Vizyon Tarihi: 12 Mart 2010
Yapımı : 2010 - ABD
Tür : Dram, Psikolojik, Gerilim
Süre: 138 Dak.
Yönetmen : Martin Scorsese
Oyuncular : Leonardo DiCaprio , Mark Ruffalo , Ben Kingsley , Michelle Williams , Emily Mortimer
Senaryo : Laeta Kalogridis
Yapımcı : Martin Scorsese , Dennis Lehane

Ödüller: Teen Choice En İyi Korku/Gerilim Filmi Erkek Oyuncusu Ödülü

Özet & detaylar


Scorsese'nin olgunluk çağı ürünlerinden Zindan Adası da, yönetmenin bir çok filmi gibi yine bir başyapıt statüsünde. Filmde, Teddy Daniels ve Chuck Aule isimli iki polis memurunun, Rachel Solando adlı bir akıl hastasının ortadan kaybolması üzerine tehlikeli akıl hastalarının tedavi gördüğü Shutter Adası isimli bölgede konuşlanan Ashecliffe Hastanesi'ne soruşturma yapmak için gitmesi ve sonradan gelişen esrarengiz olaylar aktarılıyor.

Burada karşılaştıkları isyan tablosu ve çığrından çıkan işler bu davayı gittikçe zora sokacak, zamanla rüya ve gerçek arasındaki sınırlar zorlanacaktır. Usta yönetmen Martin Scorsese tarafından Dennis Lehane'nin ünlü romanından sinemaya uyarlanan filmin başrolünde yönetmenin gözde oyuncularından Leonardo Di Caprio bulunuyor.


zindanadasi.jpg




Paranoyayı deneyimlemek


Martin Scorsese Korku Burnu’ndan sonra Zindan Adası’yla birlikte bizleri bir kez daha türün içinde rahatsız edici bir yolculuğa çıkarıyor. Dışavurumculuktan beslenen klasik kara filmlere ve gotik edebiyatla ucuz romanları içinde eriten dedektiflik hikâyelerinin anlatıldığı bir alt tür olan “hard-boiled” filmlere göz kırpan Zindan Adası, genetik olarak akraba olduğu bütün bu türleri Hitchcockyen bir gerilimle birleştirerek; algının göreceliği üzerinden özne/nesne ilişkisini sorguluyor.

“Aslında hiç kimse kimseyi tanıyamaz.”

FİLMİN HİKÂYESİ, Boston açıklarında, içinde azılı akıl hastalarının bulunduğu ve dış dünyayla iletişimi tek bir noktadan sağlanan bir adada hastalardan birinin hücresinden kaçmasıyla başlar. Bu olayı araştırmakla görevli iki polis şefinin adaya gelmesinden sonra fırtına nedeniyle adanın ana karayla iletişimi kesilir ve herkes adada mahsur kalır. Bu basit girişten sonra fark edilebileceği gibi; filmin, temelinde yatan aldatmacaya rağmen, aslında basit bir hikâyesi vardır. Dört tarafı kayalıklarla çevrili bir adadan kaçan bir akıl hastası ve olayı inceleyen iki polis şefi…

Bu basit hikâyeyi karmaşıklaştıran unsursa, insanın doğasında ve yaşadığı olayları algılayış tarzında gizlidir. Olayı incelemek için adaya gelen polis şefi Teddy Daniels’ın 2. Dünya Savaşı’nda Nazi toplama kamplarından birinde gördüğü manzaraları hatırlamasıyla başlayan insan doğasının karanlık yönüne yapılan vurgular ve sonrasında insan algısının göreceliğini ifade eden özne/nesne ilişkisindeki değişim, filmin yüzeydeki görece basit hikâyesini de tersyüz etmeyi başarır. Bu sayede, film içindeki hikâyede gerçekleşen özne/nesne ilişkisine benzer bir şaşırtmacayı eser de seyircisine/okuyucusuna yaşatır. Algılarıyla oynanan sadece polis şefi Teddy değildir; oyuna bizler de dahil oluruz. Teddy’nin bakış açısıyla birlikte bizler de yaşananları ilk elden deneyimleyerek, gerçekliğe yönelik algımızı sınamak durumunda kalırız.

Alfred Hitchcock’un sıklıkla yaptığı bir şey olan bu “gerilimi hissettirme” durumunu yine Hitchcock sineması üzerinden örneklemekte fayda var. Robin Wood’dan alıntılayacak olursak; “Hitchcock konusunun o anda gereksinim duyduğu metafizik baş dönmesi duygusunu, bir belirsizlikler bataklığına ya da dipsiz bir kuyuya düşme duygusunu bize kesin olarak aktarır. Bunu, bizi olayların oluşuyla ilişki içinde belirli bir konuma yerleştirerek ve oyuncuların hareketleriyle ilişki içinde hareketlerimizi kontrol ederek yapar.”[1] Martin Scorsese de Zindan Adası’nda karakterinin yaşadığı paranoyayı ve şüpheyi seyircisinde yaşatmak için Hitchcock’un izlediği yolu izler.

Film, baştan sona Teddy’nin bakış açısına göre şekillenir. Film boyunca seyirci de Teddy’nin zihnindeki labirentlerde onunla birlikte yol alır. Filmin açılışında, Scorsese, Hitchcock’un ses efektlerini kullanım tarzına öykünür. Teddy’nin bakış açısından ufukta bir ada görünür, yavaş yavaş gemi adaya yaklaşır. Ses bandında tehlikeyi haber veren rahatsız edici ses efektlerini algılarız. Daha karakteri tanımadan, adayı görmeden, olay örgüsüne dahil olmadan yönetmen bizleri büyük bir tehlikenin varlığına ve bu tehlikenin hangi özneyle hangi nesne arasında gerçekleşeceğine ikna etmiştir bile. Başkarakterin bakış açısıyla görüşü ve algısı sınırlanan seyircinin bu durumda yapacağı tek şey kendisini başkarakterle özdeşleştirmek ve onun yolculuğuna ortak olmaktır.

Yönetmenin film boyunca kullandığı tehlike işaretleri ve olay örgüsü boyunca başkarakteri yanıltma çabaları, bu şekilde seyircide de yankı bulur. Seyirci artık olay örgüsünü dışarıdan izleyen ve yapbozun parçalarını birleştirmeye çalışan özne konumunda değildir. Seyircinin meta üzerindeki egemenliğini alaşağı eden bu yöntem, film izleme eyleminin de anlamını değiştirerek, bu eylemi bir deneyime dönüştürür.

Yönetmen Martin Scorsese film izlemeyi bir deneyime dönüştürürken, Alman Dışavurumculuğu’ndan da güç alır. Dünyanın birey merkezli algılanışı temelinde kurulan akım, 1. Dünya Savaşı’ndan yenik ayrılmış ve darmadağın olmuş bir ulusun insanlarının ruhsal ve psikolojik durumlarının da yansımasıdır. 1. Dünya Savaşı’yla birlikte insanoğlu en karanlık ve korkutucu yanlarını keşfederken, yaratılan korku filmi karakterleri de insanın karanlık doğasına vurgu yapar. Bu açıdan, Nazi kamplarında insanoğlunun neler yapabildiğini görmüş Teddy’nin kendini Dr. Cagliari’nin Muayenehanesi’ndekine (Das Cabinet des Dr. Caligari, 1920) benzer bir mekânda ve hikâyede bulması oldukça anlamlıdır. Scorsese bu sayede türle olan bağını da güçlendirerek, filmdeki sinemasal göndermelerini belli bir zemine oturtur.

Martin Scorsese, J. Lee Thompson’ın 1962 yapımı filmi Korku Burnu’nu (Cape Fear) yeniden çekerken, hatırlarsak bunu tür içinde gezinti yapmak için kendisine bir fırsat olarak da görmüştü. İçinde “private eyes” dedektiflerin olduğu ucuz polisiye hikâyeleri, Hitchcock’un unutulmaz filmlerinden Psycho ve Vertigo’yu ve Roman Polanski’nin gerilim filmlerinde yarattığı tedirgin edici atmosferi (özellikle de Knife in the Water ve Repulsion’da) filmin yeniden çevriminde kullanarak; sadece yeniden çevrimini yaptığı filme değil, aynı zamanda türe de bir saygı duruşunda bulunmuştu. Zindan Adası’nda da yönetmenin benzer bir yol izlediğini görürüz.

1950’lerin ortasında geçen hikâye, Alman Dışavurumculuğu’ndan ve klasik kara filmlerden estetik olduğu kadar varoluşsal olarak da yararlanır. Sırasıyla 1. Dünya Savaşı, Büyük Buhran ve 2. Dünya Savaşı gibi önemli toplumsal olayları yaşamış ve bu olaylardan sonra bloklara ayrılmış kaotik bir dünyada yaşamanın getirdiği paranoya hali bütün filme nüfuz eder. Ana karadan uzaktaki bir akıl hastanesinde yaşanan olayların yarattığı gerilim, yaşanan önemli toplumsal olaylardan ve Soğuk Savaş döneminden beslenen genel bir toplumsal paranoyayla birleşir. Bu anlamda, yönetmen bir yandan bir tür filmi kotarır bir yandan da bir dönem filmi atmosferi yaratır.

Zindan Adası; Dr. Cagliari’nin Muayenehanesi gibi insanoğlunun karanlık yanını vurgulayan çılgın bir korku filminden, Invasion of the Body Snatcher (1956) gibi Soğuk Savaş döneminin paranoyasını yansıtan bir bilimkurgudan, Hitchcock’un Vertigo’su (1958) gibi “metafizik baş dönmesi” duygusunu yaşatan bir klasikten ve Cul-de-Sac (1966) gibi bir adada geçen ve kimin deli kimin akıllı olduğunu tahmin etmenin gittikçe imkânsızlaştığı bir gerilim filminden izler taşır. Ama Scorsese kendi filminin atmosferini kurarken, bütün bu parçalardan dikkatli bir şekilde faydalanır.

Farklı dönemlerde çekilmiş ve kendi içlerinde farklı nitelikler taşıyan bu filmlerin hiçbiri, günümüzde postmodern anlatılarda sıkça örneklerini izlediğimiz filmlerdeki gibi alelade serpiştirilmiş “pastiş” niteliği taşımaz. Bu parçaların hepsi Scorsese’nin filminde bütüne hizmet eden bir dişliye dönüşür. Aynı zamanda bütün, parçalarına ayrıldığında da her bir parça bütünün ana fikrine denk düşecek şekilde hesaplanır. Bu açıdan bakıldığında, Dennis Lehane’in kitabı Scorsese’ye ne kadar yardımcı olmuşsa, Scorsese’nin türe hakimiyeti de hikâyenin seyircilere aktarılmasında o kadar yardımcı olur. Scorsese kendisini filmine kaynaklık eden kitapla sınırlamaz ve sinema tarihi içinde bir gezintiye çıkarak; dönem atmosferini filmler aracılığıyla kurmaya çalışır.

Psikoterapi ve insanın kötücül doğası

Filmde Martin Scorsese’nin öne çıkardığı bir diğer nokta da psikoterapi sürecinde izlenen metotlardaki farklılıklardır. Teddy’nin araştırdığı akıl hastanesinde bir grup doktor ilaçla ve eğitimle (psikodrama) akıl hastalarını tedavi etmek isterken, diğer grup lobotomi ve elektro şok gibi “barbarca” yöntemler uygulamak ister. Soğuk Savaş’a benzer şekilde psikoterapi alanında da iki karşıt görüşün savaşı sürerken; Teddy’nin geçmişinde yaşadıkları üzerinden insanın şiddete yatkınlığı da sorgulanan bir suale dönüşür.

Gerçeğin düşle karıştığı ve paranoyanın ayyuka çıktığı bu anda, Scorsese bir de insan doğasının kötücüllüğüyle bizi baş başa bırakır. Bu noktada, yeniden Hitchcockyen gerilime dönmekte fayda var. Zira, Hitchcock’un geriliminde seyircinin başkarakterin bakış açısıyla sınırlandırılması ne kadar önemliyse; onun insan doğasına yaptığı vurgu da o derece önemlidir. “…Bu ‘tiksindirici tat’ olgusunun iki temel nedeni olduğuna inanıyorum. Birincisi Hitchcock’un karmaşık ve şaşırtıcı ahlak anlayışıdır; bu anlayışta iyi ve kötü gerçekten ayrılmaz düzeyde birbirine karışmıştır ve şeytansal itkilerin hepimizde varolduğunda ısrar edilir. İkincisi belki de tamamen bilinç düzeyinde olmasa da (bu izleyiciye bağlıdır) arzularımızın kirliliği konusunda onun bizi uyarma yeteneğidir.”

1186214_665067596836954_822483898_n.jpg



Geçmişinde önemli travmalar yaşamış Teddy karakteri kendi geçmişiyle yüzleşirken, işte bu noktada onun anıları aracılığıyla bizler de insanoğlunun kolektif bilincinde kısa bir gezintiye çıkarız. Teddy’nin verdiği kararlar ve geçmişinde yaşadığı olaylar iyi/kötü ayrımının da yapılmasını zorlaştırır ve insanın akli yanı kesintiye uğrar. Bu aşama, filmin bütün olay örgüsünden ve içindeki sürprizlerden daha büyük bir etki bırakır. Başkarakterle birlikte bizler de bir adada kapana kısılmış bir vaziyette bu sorularla baş başa kalırız.

Gerilimin ve tedirginliğin esas kaynağı fiziksel sıkışmışlık hissinin ötesine geçer. Hitchcock karakterlerinde olduğu gibi Scorsese’nin karakterleri de iyinin ve kötünün ayrılamayacağı düzeyde birbirine karışırlar. İyinin ve kötünün, doğrunun ve yanlışın, aydınlığın ve karanlığın, düzenin ve kaosun, rahatlamanın ve sıkışmanın ortasında kalırlar.
Bu ortada kalma durumu, gerçekliğin göreceliğiyle de koşutluk oluşturarak; seyircinin yaşananlarda kendisine bir taraf belirleyememesine neden olur.

Bakışı, başkarakterin bakışıyla sınırlanan seyirci, başkarakterin kendi geçmişinden dolayı yaşadıklarına karşı verdiği tepkileri sadece izlemekle yetinir. Son kertede bile bir şüphe hissi taşır. Akıl hastanesine girişte, Teddy’e bakıcılardan biri “delilik bulaşıcıdır” dediğinde, bu söz seyirci için bir anlam ifade etmez. Ama final itibariyle seyirci de o “delilikten” nasibini almıştır. Finalde doktorun mu yoksa Teddy’nin mi doğruyu söylediğinden emin olamayan seyirci, oyuna dahil olmuş ve iktidarını kaybetmiştir.

Zindan Adası ustalıkla kurulan atmosferi ve sinemasal yetkinliğinin dışında, paranoya duygusunu seyirciye yaşatarak; seyirciyi de film bitmesine rağmen şüphe içinde ve iktidarından yoksun bir şekilde bırakmayı başarır. Yazının başındaki alıntıya dönecek olursak; deliliğin bulaşıcı olduğu bir yerde aslında hiç kimsenin hiç kimseyi tanıyamayacağı gerçeğiyle de yüzleşiriz.


shutter-island-zindan-adasi-replikleri4.jpg
 

tamerlale

Üye
Üye
Katılım
Nis 18, 2023
Mesajlar
14
Tepkime Puanı
0
Puanları
1
shutter_island_01.jpg




Vizyon Tarihi: 12 Mart 2010
Yapımı : 2010 - ABD
Tür : Dram, Psikolojik, Gerilim
Süre: 138 Dak.
Yönetmen : Martin Scorsese
Oyuncular : Leonardo DiCaprio , Mark Ruffalo , Ben Kingsley , Michelle Williams , Emily Mortimer
Senaryo : Laeta Kalogridis
Yapımcı : Martin Scorsese , Dennis Lehane

Ödüller: Teen Choice En İyi Korku/Gerilim Filmi Erkek Oyuncusu Ödülü

Özet & detaylar


Scorsese'nin olgunluk çağı ürünlerinden Zindan Adası da, yönetmenin bir çok filmi gibi yine bir başyapıt statüsünde. Filmde, Teddy Daniels ve Chuck Aule isimli iki polis memurunun, Rachel Solando adlı bir akıl hastasının ortadan kaybolması üzerine tehlikeli akıl hastalarının tedavi gördüğü Shutter Adası isimli bölgede konuşlanan Ashecliffe Hastanesi'ne soruşturma yapmak için gitmesi ve sonradan gelişen esrarengiz olaylar aktarılıyor.

Burada karşılaştıkları isyan tablosu ve çığrından çıkan işler bu davayı gittikçe zora sokacak, zamanla rüya ve gerçek arasındaki sınırlar zorlanacaktır. Usta yönetmen Martin Scorsese tarafından Dennis Lehane'nin ünlü romanından sinemaya uyarlanan filmin başrolünde yönetmenin gözde oyuncularından Leonardo Di Caprio bulunuyor.


zindanadasi.jpg




Paranoyayı deneyimlemek

Martin Scorsese Korku Burnu’ndan sonra Zindan Adası’yla birlikte bizleri bir kez daha türün içinde rahatsız edici bir yolculuğa çıkarıyor. Dışavurumculuktan beslenen klasik kara filmlere ve gotik edebiyatla ucuz romanları içinde eriten dedektiflik hikâyelerinin anlatıldığı bir alt tür olan “hard-boiled” filmlere göz kırpan Zindan Adası, genetik olarak akraba olduğu bütün bu türleri Hitchcockyen bir gerilimle birleştirerek; algının göreceliği üzerinden özne/nesne ilişkisini sorguluyor.

“Aslında hiç kimse kimseyi tanıyamaz.”

FİLMİN HİKÂYESİ,
Boston açıklarında, içinde azılı akıl hastalarının bulunduğu ve dış dünyayla iletişimi tek bir noktadan sağlanan bir adada hastalardan birinin hücresinden kaçmasıyla başlar. Bu olayı araştırmakla görevli iki polis şefinin adaya gelmesinden sonra fırtına nedeniyle adanın ana karayla iletişimi kesilir ve herkes adada mahsur kalır. Bu basit girişten sonra fark edilebileceği gibi; filmin, temelinde yatan aldatmacaya rağmen, aslında basit bir hikâyesi vardır. Dört tarafı kayalıklarla çevrili bir adadan kaçan bir akıl hastası ve olayı inceleyen iki polis şefi…

Bu basit hikâyeyi karmaşıklaştıran unsursa, insanın doğasında ve yaşadığı olayları algılayış tarzında gizlidir. Olayı incelemek için adaya gelen polis şefi Teddy Daniels’ın 2. Dünya Savaşı’nda Nazi toplama kamplarından birinde gördüğü manzaraları hatırlamasıyla başlayan insan doğasının karanlık yönüne yapılan vurgular ve sonrasında insan algısının göreceliğini ifade eden özne/nesne ilişkisindeki değişim, filmin yüzeydeki görece basit hikâyesini de tersyüz etmeyi başarır. Bu sayede, film içindeki hikâyede gerçekleşen özne/nesne ilişkisine benzer bir şaşırtmacayı eser de seyircisine/okuyucusuna yaşatır. Algılarıyla oynanan sadece polis şefi Teddy değildir; oyuna bizler de dahil oluruz. Teddy’nin bakış açısıyla birlikte bizler de yaşananları ilk elden deneyimleyerek, gerçekliğe yönelik algımızı sınamak durumunda kalırız.

Alfred Hitchcock’un sıklıkla yaptığı bir şey olan bu “gerilimi hissettirme” durumunu yine Hitchcock sineması üzerinden örneklemekte fayda var. Robin Wood’dan alıntılayacak olursak; “Hitchcock konusunun o anda gereksinim duyduğu metafizik baş dönmesi duygusunu, bir belirsizlikler bataklığına ya da dipsiz bir kuyuya düşme duygusunu bize kesin olarak aktarır. Bunu, bizi olayların oluşuyla ilişki içinde belirli bir konuma yerleştirerek ve oyuncuların hareketleriyle ilişki içinde hareketlerimizi kontrol ederek yapar.”[1] Martin Scorsese de Zindan Adası’nda karakterinin yaşadığı paranoyayı ve şüpheyi seyircisinde yaşatmak için Hitchcock’un izlediği yolu izler.

Film, baştan sona Teddy’nin bakış açısına göre şekillenir. Film boyunca seyirci de Teddy’nin zihnindeki labirentlerde onunla birlikte yol alır. Filmin açılışında, Scorsese, Hitchcock’un ses efektlerini kullanım tarzına öykünür. Teddy’nin bakış açısından ufukta bir ada görünür, yavaş yavaş gemi adaya yaklaşır. Ses bandında tehlikeyi haber veren rahatsız edici ses efektlerini algılarız. Daha karakteri tanımadan, adayı görmeden, olay örgüsüne dahil olmadan yönetmen bizleri büyük bir tehlikenin varlığına ve bu tehlikenin hangi özneyle hangi nesne arasında gerçekleşeceğine ikna etmiştir bile. Başkarakterin bakış açısıyla görüşü ve algısı sınırlanan seyircinin bu durumda yapacağı tek şey kendisini başkarakterle özdeşleştirmek ve onun yolculuğuna ortak olmaktır.

Yönetmenin film boyunca kullandığı tehlike işaretleri ve olay örgüsü boyunca başkarakteri yanıltma çabaları, bu şekilde seyircide de yankı bulur. Seyirci artık olay örgüsünü dışarıdan izleyen ve yapbozun parçalarını birleştirmeye çalışan özne konumunda değildir. Seyircinin meta üzerindeki egemenliğini alaşağı eden bu yöntem, film izleme eyleminin de anlamını değiştirerek, bu eylemi bir deneyime dönüştürür.

Yönetmen Martin Scorsese film izlemeyi bir deneyime dönüştürürken, Alman Dışavurumculuğu’ndan da güç alır. Dünyanın birey merkezli algılanışı temelinde kurulan akım, 1. Dünya Savaşı’ndan yenik ayrılmış ve darmadağın olmuş bir ulusun insanlarının ruhsal ve psikolojik durumlarının da yansımasıdır. 1. Dünya Savaşı’yla birlikte insanoğlu en karanlık ve korkutucu yanlarını keşfederken, yaratılan korku filmi karakterleri de insanın karanlık doğasına vurgu yapar. Bu açıdan, Nazi kamplarında insanoğlunun neler yapabildiğini görmüş Teddy’nin kendini Dr. Cagliari’nin Muayenehanesi’ndekine (Das Cabinet des Dr. Caligari, 1920) benzer bir mekânda ve hikâyede bulması oldukça anlamlıdır. Scorsese bu sayede türle olan bağını da güçlendirerek, filmdeki sinemasal göndermelerini belli bir zemine oturtur.

Martin Scorsese, J. Lee Thompson’ın 1962 yapımı filmi Korku Burnu’nu (Cape Fear) yeniden çekerken, hatırlarsak bunu tür içinde gezinti yapmak için kendisine bir fırsat olarak da görmüştü. İçinde “private eyes” dedektiflerin olduğu ucuz polisiye hikâyeleri, Hitchcock’un unutulmaz filmlerinden Psycho ve Vertigo’yu ve Roman Polanski’nin gerilim filmlerinde yarattığı tedirgin edici atmosferi (özellikle de Knife in the Water ve Repulsion’da) filmin yeniden çevriminde kullanarak; sadece yeniden çevrimini yaptığı filme değil, aynı zamanda türe de bir saygı duruşunda bulunmuştu. Zindan Adası’nda da yönetmenin benzer bir yol izlediğini görürüz.

1950’lerin ortasında geçen hikâye, Alman Dışavurumculuğu’ndan ve klasik kara filmlerden estetik olduğu kadar varoluşsal olarak da yararlanır. Sırasıyla 1. Dünya Savaşı, Büyük Buhran ve 2. Dünya Savaşı gibi önemli toplumsal olayları yaşamış ve bu olaylardan sonra bloklara ayrılmış kaotik bir dünyada yaşamanın getirdiği paranoya hali bütün filme nüfuz eder. Ana karadan uzaktaki bir akıl hastanesinde yaşanan olayların yarattığı gerilim, yaşanan önemli toplumsal olaylardan ve Soğuk Savaş döneminden beslenen genel bir toplumsal paranoyayla birleşir. Bu anlamda, yönetmen bir yandan bir tür filmi kotarır bir yandan da bir dönem filmi atmosferi yaratır.

Zindan Adası; Dr. Cagliari’nin Muayenehanesi gibi insanoğlunun karanlık yanını vurgulayan çılgın bir korku filminden, Invasion of the Body Snatcher (1956) gibi Soğuk Savaş döneminin paranoyasını yansıtan bir bilimkurgudan, Hitchcock’un Vertigo’su (1958) gibi “metafizik baş dönmesi” duygusunu yaşatan bir klasikten ve Cul-de-Sac (1966) gibi bir adada geçen ve kimin deli kimin akıllı olduğunu tahmin etmenin gittikçe imkânsızlaştığı bir gerilim filminden izler taşır. Ama Scorsese kendi filminin atmosferini kurarken, bütün bu parçalardan dikkatli bir şekilde faydalanır.

Farklı dönemlerde çekilmiş ve kendi içlerinde farklı nitelikler taşıyan bu filmlerin hiçbiri, günümüzde postmodern anlatılarda sıkça örneklerini izlediğimiz filmlerdeki gibi alelade serpiştirilmiş “pastiş” niteliği taşımaz. Bu parçaların hepsi Scorsese’nin filminde bütüne hizmet eden bir dişliye dönüşür. Aynı zamanda bütün, parçalarına ayrıldığında da her bir parça bütünün ana fikrine denk düşecek şekilde hesaplanır. Bu açıdan bakıldığında, Dennis Lehane’in kitabı Scorsese’ye ne kadar yardımcı olmuşsa, Scorsese’nin türe hakimiyeti de hikâyenin seyircilere aktarılmasında o kadar yardımcı olur. Scorsese kendisini filmine kaynaklık eden kitapla sınırlamaz ve sinema tarihi içinde bir gezintiye çıkarak; dönem atmosferini filmler aracılığıyla kurmaya çalışır.

Psikoterapi ve insanın kötücül doğası

Filmde Martin Scorsese’nin öne çıkardığı bir diğer nokta da psikoterapi sürecinde izlenen metotlardaki farklılıklardır. Teddy’nin araştırdığı akıl hastanesinde bir grup doktor ilaçla ve eğitimle (psikodrama) akıl hastalarını tedavi etmek isterken, diğer grup lobotomi ve elektro şok gibi “barbarca” yöntemler uygulamak ister. Soğuk Savaş’a benzer şekilde psikoterapi alanında da iki karşıt görüşün savaşı sürerken; Teddy’nin geçmişinde yaşadıkları üzerinden insanın şiddete yatkınlığı da sorgulanan bir suale dönüşür.

Gerçeğin düşle karıştığı ve paranoyanın ayyuka çıktığı bu anda, Scorsese bir de insan doğasının kötücüllüğüyle bizi baş başa bırakır. Bu noktada, yeniden Hitchcockyen gerilime dönmekte fayda var. Zira, Hitchcock’un geriliminde seyircinin başkarakterin bakış açısıyla sınırlandırılması ne kadar önemliyse; onun insan doğasına yaptığı vurgu da o derece önemlidir. “…Bu ‘tiksindirici tat’ olgusunun iki temel nedeni olduğuna inanıyorum. Birincisi Hitchcock’un karmaşık ve şaşırtıcı ahlak anlayışıdır; bu anlayışta iyi ve kötü gerçekten ayrılmaz düzeyde birbirine karışmıştır ve şeytansal itkilerin hepimizde varolduğunda ısrar edilir. İkincisi belki de tamamen bilinç düzeyinde olmasa da (bu izleyiciye bağlıdır) arzularımızın kirliliği konusunda onun bizi uyarma yeteneğidir.”

1186214_665067596836954_822483898_n.jpg



Geçmişinde önemli travmalar yaşamış Teddy karakteri kendi geçmişiyle yüzleşirken, işte bu noktada onun anıları aracılığıyla bizler de insanoğlunun kolektif bilincinde kısa bir gezintiye full hd film izle çıkarız. Teddy’nin verdiği kararlar ve geçmişinde yaşadığı olaylar iyi/kötü ayrımının da yapılmasını zorlaştırır ve insanın akli yanı kesintiye uğrar. Bu aşama, filmin bütün olay örgüsünden ve zindan adası izle içindeki sürprizlerden daha büyük bir etki bırakır. Başkarakterle birlikte bizler de bir adada kapana kısılmış bir vaziyette bu korku filmleri izle sorularla baş başa kalırız.

Gerilimin ve tedirginliğin esas kaynağı fiziksel sıkışmışlık hissinin ötesine geçer. Hitchcock karakterlerinde olduğu gibi Scorsese’nin karakterleri de iyinin ve kötünün ayrılamayacağı düzeyde birbirine karışırlar. İyinin ve kötünün, doğrunun ve yanlışın, aydınlığın ve karanlığın, düzenin ve kaosun, rahatlamanın ve sıkışmanın ortasında kalırlar.
Bu ortada kalma durumu, gerçekliğin göreceliğiyle de koşutluk oluşturarak; seyircinin yaşananlarda kendisine bir taraf belirleyememesine neden olur.

Bakışı, başkarakterin bakışıyla sınırlanan seyirci, başkarakterin kendi geçmişinden dolayı yaşadıklarına karşı verdiği tepkileri sadece izlemekle yetinir. Son kertede bile bir şüphe hissi taşır. Akıl hastanesine girişte, Teddy’e bakıcılardan biri “delilik bulaşıcıdır” dediğinde, bu söz seyirci için bir anlam ifade etmez. Ama final itibariyle seyirci de o “delilikten” nasibini almıştır. Finalde doktorun mu yoksa Teddy’nin mi doğruyu söylediğinden emin olamayan seyirci, oyuna dahil olmuş ve iktidarını kaybetmiştir.

Zindan Adası ustalıkla kurulan atmosferi ve sinemasal yetkinliğinin dışında, paranoya duygusunu seyirciye yaşatarak; seyirciyi de film bitmesine rağmen şüphe içinde ve iktidarından yoksun bir şekilde bırakmayı başarır. Yazının başındaki alıntıya dönecek olursak; deliliğin bulaşıcı olduğu bir yerde aslında hiç kimsenin hiç kimseyi tanıyamayacağı gerçeğiyle de yüzleşiriz.


shutter-island-zindan-adasi-replikleri4.jpg
Çok iyi çok güzel bir film.
 
Tekerlekli Sandalye
Üst