Article: Toplumbilimsel Açıdan Engellilik Sorunsalı

Yukardaki Yazının Devamıdır:

ENGELLİLER VE AİLELERİ

Aile, toplumun en küçük ve temel birimidir. Ancak aile yapısı ülkeden ülkeye, kültürden kültüre farklılık gösterir. Böyle farklılıklar olsa da aile temel bir yapıdır ve bu yapı hep esas olandır.

Bilindiği gibi ailenin temel yapısını da çocuklar oluşturur. Çocuklar, aile yapısının korunması ve soyun devam etmesi görevini üstlenir. Doğal olarak da beklenti sağlıklı bireylerin dünyaya getirilmesidir.

Yeni evlenen bireylerin aileleri, evlilikten hemen sonra bebek haberi almayı beklerler. Beklentinin sebebi de soyun en iyi şekilde devam etmesini sağlamaktır.

Tabiî ki hiçbir anne baba bebeğinin engelli doğabileceğini düşünmek istemez. Bebek ne kadar can yakın ve yetenekli olursa olsun, herhangi bir engelinin bulunması istenmeyen ve beklenmeyen bir durumdur. Doğacak bebekten beklenti en az kendileri kadar sağlıklı olabileceğidir. Ancak bebek herhangi bir engelle doğmuşsa ilk yaşanan şok, kabullenememeleridir. Çünkü henüz bebek daha doğmadan geleceğine yönelik hayal kurulur. Ne tarz giyineceği, hangi futbol takımını tutacağı, hangi okullara gideceği ve hatta hangi mesleği seçeceği bile önceden düşünülür.

Bir bebeğin dünyaya gelişi herkese umut ve neşe verecektir. Sağlıklı bir bebek görmeye gelinilir, hediyeler vs. getirilir. Ama eğer bebek engelliyse aile üzüntü, acıma, öfke gibi olumsuz duygu ve düşüncelere kapılır. Bebeğin doğum haberini ilk aileye veren kişinin, engelli bir bebeğin doğduğunu söylerken gösterdiği tepki de çok önemlidir.

Bir anne yaşadığı olayı şöyle ifade etmiştir; “hemşire, bir kızım olduğunu sinirli bir tavırla söyledi bana. Yani “harika bir kızınız oldu” demedi ve kızımı aceleyle kucağıma bıraktı. Doktorlarda yanımda uzun süre kalmamaya gayret etti. Kocamla birlikte kızımızın yüzüne, tıpkı hemşirenin bize baktığı gibi göz ucuyla çarçabuk bakıp kafamızı çevirdik. Şimdi kendimi affedemiyorum. Kızım o kadar tatlı ki” ( Sinason, 2002:30 )

Yani yaşanılan ilk şokla doğan ‘kabullenmeme’ durumu git gide ‘ unutulmaya’ kadar gidiyor. Çünkü kabullenilmeyen bir bebeğin unutulmaya çalışılması bir kurtuluş gibi görülür.

Engelli bebek üzüntü verdiği anne ve babasının gözlerinden bunu fark eder. Yani bebek kendini üzüntü veren olarak görmeye başlayacaktır.

Yine bir anne engelli bebeğiyle arasındaki ilişkiyi şöyle anlatmıştır; “Mary 10 haftalık olunca küçük bebekleri olan bazı dostları ziyarete gitmiştik. Öteki bebeklerin tümü annelerine gülümsüyor ve anneleri de onlara aynı şekilde karşılık veriyordu. Birdenbire küçük Mary’nin hiç gülümsemediğini ve gözlerimin içine baktığını fark ettim. Öteki mutlu bebekleri izlerken, Mary’nin huzursuzluğunu algıladım ve hem kendimin hem de kızımın ne denli mutsuz olduğunu fark ettim. Bir anda kalbim Mary’ye karşı sevgiyle doluverdi. Onu sımsıkı kucakladım ve onu çok sevdiğimi söyledim. Konuşmaya başladığım zaman başka tarafa bakıyordu. Ama sonunda şaşkın bir ifadeyle bana dönüp yüzüme baktı. Belki de ilk kez birbirimize bakıyorduk. Bir hafta sonra Mary de gülümsemeye başladı.” ( Sinason, 2002:36–37)

Yani anne ve bebek arasındaki ilişki anne karnında başlayıp devam etmektedir. Anne ve bebek arasında kurulan sıkı bağın, bebeğin gelişiminde önemli bir payının olduğu bir gerçektir. Tıpkı annesinin kendisini sevdiğini anlayan Mary’nin gülümsemeye başlaması gibi.

Engelli bir bebeğe sahip olmanın yarattığı diğer bir etki de eşler arasında yaşanan gerginliktir. Bebeğin ciddi bir engelinin olması eşler arasında boşanmaya bile yol açmaktadır. Çünkü baba, o çocuğu kendindeki bir sorunun sonucu, cinsel gücünün yetersizliği olarak görmektedir. Hatta kendi çocuğuna bakmak bile istemez.

Bazı çiftler de boşanmasa bile, baba ya evi terk eder ya da tüm sorumluluğu anneye bırakır. Fakat bunların yanı sıra engelli bebeğin yetiştirilmesinde, bebeğin her şeyiyle ilgilenip anneye yardımcı olan babalar da vardır.

Engelliler ile ilgili bir kuruluşta çalışan Coroham, “neden bilmiyorum ama Derek’in engelli olması benim için önemli bir sorun değildi. Karımın hamileliği boyunca henüz doğmamış bebeğimle aramda bir bağ kurulmuştu ve herhangi bir terslik olsa bile onu seveceğimi biliyordum. Doğumdan sonra ancak iki hafta izin alabildim, ama her akşam işten eve gelince bebeğin bakımını üstlenerek karıma yardımcı olmaya çalıştım. Kendi işim nedeniyle, babaların her şeyden ellerini çekip çocukların bakımını tümüyle eşlerine yıktıklarını görüyordum. Bu durum bebeğin gelişmesini güçleştiriyor. Ben oğlumun tümüyle bağımsız olmasını istiyorum ve bunu sağlamak için de ona yeterli zaman ayırmaya çabalıyorum.” diye açıklamıştır görüşlerini. ( Sinason,2002:38)

Farklı bir durum da engelli bebek, eşler arasında cinsel gerginliğe yol açar. Hatta bazı ilkel düşünceye göre, bebek anne ve babanın sevişmesi sonucunda oluştuğu için cinsel birlikteliğin sakıncalı olduğudur. Böyle ilkel düşüncelerin yok olmasını sağlayacak ise aile kuruluşlarıdır. Bu kurumlar anne ve baba olmanın, aile olmanın gerektirdiklerini ve yapılması gerekenleri açıklar. Zaten yapılan hataların, endişeye kapılmanın en büyük sebebi bilgisizliktir. Bu bilgisizlik beraberinde acıma duygusunu getirir.

Engelli çocuğu kabullenemeyen aileler, çocuğu ile iletişim kanallarını kapatır, etkili bir iletişimden uzak kalan çocuk ise daha öncede belirttiğim gibi mutsuz olur. Yani çocuk sorunlu bir aile ortamında büyür. Aile onun isteklerine duyarsız kalır. Zaten ailelerin karşılaştığı en büyük sorun çocuğun kabullenilmesi ve engelinin anlaşılmasıdır. Çünkü bu sorunlar aşılırsa hem çocukla güçlü bir iletişim sağlanır, hem de böylece gelişimi hızlanır.

Engelli çocuğunu kabullenemeyen aileler, onu dışarı çıkarmazlar, eve hapsederler. Bu durumların önüne geçilmesi için ailelere uzmanların desteği sağlamalıdır. Böylece kabullenme süreci aşılmış olacaktır.

Aileler engelli çocuklarının istekleri doğrultusunda, daha doğrusu konan engel türünün teşhisi doğrultusunda kendilerini geliştirmeli, yeni uygulamalar bulmalı, onlara nasıl yardım edeceklerini belirlemelidirler.

Diğer bir aile modeli de “kabullenen” ailelerdir. Çocuklarına konan engelli tanısından sonra bu engel ile barışık yaşama yolunu seçerler. Aile üyelerinin birindeki bir engel tüm aile bireylerini etkilediği için, tüm aile fertlerinin bu durumla barışık yaşaması gerekir. Kabullenen ailelerde karmaşık duygulardan uzaklaşma görülür. Böylece duruma uygun davranıp, çözüm üretebilme sürecine geçmiş olurlar.

Ailede engelli bir çocuk iki alanda etkili olur. Bunlar duygusal ve ekonomiktir. Ekonomik açıdan engelli çocuğa daha çok kaynak ayrılması, diğer çocuklarda olumsuz düşüncelere yol açabilir. Ayrıca çocuklar ailelerin zamanın çoğunu engelli kardeşlerine ayırmalarından hoşnut olmayacaklardır. Hatta kendilerini sevilmeyen, değersiz çocuk olarak görebilirler.

Böyle bir durumun yaşanmaması için aileler, engelli olmayan çocuklarına onu sevdiklerini ve onlar için önemli olduklarını hissettirmeleri gerekir. Zaten engelli olmayan kardeşle kurulan iyi bir iletişim, onun da aileye engelli kardeşi için destek olmasını sağlayabilir.

Engelli çocuğun her türlü gereksinimini karşılamaya çalışan annelerdir. Ama aslında baba da bu konuda anneye destek olmalıdır. Engelli çocuğun babanın gösterdiği ilgiyle, bu çocukların eğitim ve rehabilitasyonda daha başarılı oldukları görülmüştür.

Engelli bir çocuğa sahip olan ailelerin gösterdiği bir diğer tepki de onu normalleştirmeye çalışmalarıdır. Sinason şöyle demiştir: “bazen ana babalar çocuklarını alabildiğince normal görünebilmeleri için değiştirmeye çabalarlar, çünkü onların çok farklı görünmelerine dayanamazlar. Bir kısmı çocuklarının sonun da bu değişiklikten emin oldukları için öfke ve ıstıraplarıyla başa çıkabileceklerini bilirler.” (Sinason,2004:79)

Bu konuda ailelerin kapıldığı yanlış duyguları, yine engelli olan 23 yaşındaki Jeffrey hissettiklerini şöyle anlatıyor: “ Doktorlar ve fizyoterapistler sürekli olarak canımı acıtıyorlardı ve annemle babam da hiç ara vermeden bir şeyler yapmamı istiyorlardı. Ama daha sonra ilk doktorumu görmeye gittiğimde, hayretler içinde kaldığını fark ettim. Benim yürüyebileceğim doktorun aklına hiç gelmemiş.” (Sinason, 2004:79)

Genellikle de bir engelli çocuğun ameliyatı söz konusu ise, onun ne düşündüğü önemli değildir. Belki görünüş açısından değişiklik olabilir ameliyatla ama bu o çocuğun engelli olduğu gerçeğini değiştirmez. Zaten asıl olan da, ona göre hayat düzeni oluşturmak, çözüm önerileri getirmektir.

Araştırmalar da varılan genel yargıları şöyle özetlemek mümkündür.

Engelli çocuğa sahip annelerin yaşları genellikle 33–39 arasındadır. Bunun sebebi olarak da iş yaşamı ve sosyal çevre edinme durumlarının ortaya çıktığı görülmektedir.

Engelli çocuğa sahip annelerin eğitim durumları oldukça düşüktür. Genelinin ilkokul mezunu veya okuma yazma bilmediği görülür. Bu annelerin de engelli çocukları hakkında yeterli bilgiye sahip olmadıkları görülür.

Engelli çocuğa sahip annelerin genellikle de ev hanımı oldukları görülmektedir. Zaten bu durumda eğitim durumuna bağlı olarak ortaya çıkmaktadır.

Engelli çocuğa sahip babaların da genellikle işsiz oldukları, sağlık güvencesinin olmadığı yerlerde ve hatta kaçak olarak çalıştıkları görülmüştür.

Engelli çocuğa sahip ailelerin gelir düzeyleri de düşüktür. Engelli çocuğa sahip ailelerde engelin öğrenilmesinde ilk yaşanan şoktur. Bunun bazıları takdir-i ilahi, kimileri verilen bir ceza, kimileri de çaresizlik olarak algılar.

Engelli bir çocuğa sahip ailelerin yaşadıkları kaygı “ biz ölünce çocuğum ne olacak” tır. Onları emanet edebilecekleri bir yer olsun isterler.

Bu varılan genel yargılara getirilen çözüm önerileri ise şöyledir:

Engelli çocuğa sahip annelerin eğitim düzeyleri düşük olmasından dolayı, çocukların engelli hakkında yeterli bilgileri yoktur. Bu nedenlerle öncelikle bu annenlerin eğitimleri için projeler oluşturulmalıdır. Tüm engelli durumları kapsayan hem nedenleri hem de çözüm önerileri gibi konuları içeren seminerler düzenlenmelidir. Engelli çocuğa sahip aileleri her alanda ve anlamda biçimlendirmek ve onlara yardım etmek gerekmektedir. O annelere çevre ile uyumlu kendisi ile barışık olarak yaşamı öğrenme bilinci kazandırılmalıdır. Engellilik alanında yapılan bilimsel çalışmalar yakından takip edilmeli, elde edilen bilgilere tedavi programlarında uygulanmalıdır.


Engelli olmanın bir hastalık olmadığı, asıl amacının engelli çocuğun bağımsızlığını kazanabilmesi için kendisine yeterli hale gelmesi amaçlanmalıdır. Aile bu amaç doğrultusunda hem psikolojik hem de sosyolojik açıdan hazırlanmalıdır.


Sonuçta bir engelli çocuğun sosyal yaşama kazandırılması görevi büyük ölçüde ailelere düşmektedir. Bunun yanı sıra ailelere bilgi verme, destek olma gibi alanlarda da kuruluşlara önemli pay düşmektedir.

ENGELLİLER VE TOPLUMLA OLAN İLİŞKİLERİ

Bilindiği üzere “aile” toplum yapısının temel taşıdır. Sağlıklı, düzenli bir şekilde oluşturulmuş bir temele bağlı olarak ortaya çıkan toplumlar da bir o kadar sağlıklı olacaktır.

Aile yapısının sağlıklı olması da aileyi oluşturan bireylerin sağlık olmasına bağlıdır. Ancak sağlıklı olmak, hasta olmamak anlamında değildir. Sağlıklı olmak aile yapısının, aile tanımına uygun olması, aile içi iletişimin iyi olması gibi anlamları taşımaktadır.

Ailenin aile olmasını sağlayan da çocuklardır. Bir bebeğin doğacak olması büyük umutları da beraberinde taşır. Kimi kız çocuğunun olmasını ister; kimi erkek çocuğunun. Belki istendiği gibi kız /erkek çocuk dünyaya gelmiştir. Ancak engelli olması tüm umutları suya düşürür; annenin kapıldığı ilk duygu “utanç” duymaktır. Çünkü böyle bir durumda ilk akla gelen “çevre”nin ne diyeceği, ne düşüneceğidir. Anne utanç duyuyor çünkü doğan bebeğin engelli olduğunun belli olmasıyla birlikte toplumsal bir baskı oluşturacaktır. Utanç duygusu beraberinde korku ve endişeyi de beraberinde getirir.


Anita adlı bir anne yaşadığı olayı şöyle anlatıyor: “Ailemin önünde utandığımı hissettim. Harika bir oğlan doğurmamı bekliyorlardı ve istedikleri gibi bir oğlan dünyaya getirdim, ama oğlumun beyninde zedelenme vardı.”(Sinason, 2004, s.34)


Anita’nın diğer bir düşündüğü şey de ailede engelli bir çocuğun olmasının sağlıklı olan ablasının evlenme şansını azaltabileceğiydi. Çünkü hangi toplum olursa olsun, korku ve endişeler farklılık gösterse de her toplumda belli önyargılar vardır. Bilindiği gibi önyargıları yıkmak, yok etmek çok zor bir durumdur.

Bu utanç duygusu anne ve babalar arasında da olur. Çünkü anne ve baba kendilerinde olan eksik bir durumun çocuğa aktarıldığı düşüncesindedirler. Çünkü çocuk, anne ve babanın ortak ürünüdür. Anne ve babadaki özellikler DNA’lar ile çocuğa geçer. Böylece hissedilen duygular aile içinde de baskıya neden olur.

Toplum bir bütündür ve bütünü oluşturan da parçalarıdır. Bu parçalar ise bir halkadır, birbirine bağlanarak bütünü yani toplumu oluşturur. Bu halkalardan birini koparmak ise bir eksiklik yaratır. Yaşlısı, genci, kadını, erkeği vb. birer halkadır. Toplum zincirini oluşturan bir halka da engellilerdir. Dünyada engelli bireylerin toplumdaki oranının ℅ 10–12 arasında olduğu kabul edilmektedir. Bu oran azımsanacak bir oran değildir.

Toplumla bir bütün oluşturabilme ve uyum sağlamanın temelleri ailede atılır. Bireyi, özellikle de engelliyse, toplumun bir bütünü olarak yetiştirmek gerekir. Bu da öncelikle ailenin eğitilmesi ve bilinçlenmesiyle gerçekleşir. Engelli bir çocuğa doğduğundan itibaren kendi kendine yetebilme yetisi verilmeli, öz güven kazandırılmalıdır. Böylece bu bireyler toplumun tüm önyargılarına karşı çıkabileceklerdir.

Daha önce de belirtmiş olduğum gibi, toplum engellilere çeşitli önyargılarla bakar, tavır takınır. Genellikle engelli bireyler suçlu, günahkâr gibi görülmektedir. Tolumun onlara olan tutumu acıma, onları dışlama, alay etme, aşağılama biçimindedir. Çünkü toplum, onları kendisinin bir parçası olarak görmez. İşte asıl sorun da bu noktadan itibaren başlamaktadır.

Dr. Mehmet AYSOY engelliliğin sorunların en önemlisinin toplumsal düzeyde olduğundan ve bunun sonucunda “ideal toplum modeli”nden bahseder. İdeal toplum modeli de ulaşılabilir toplumu gerekli kılmaktadır.

“Ulaşılabilir toplum, özürlülüğün “özel ihtiyaç” çerçevesinde ele alındığı ve özürlülerin toplum yaşamına katılmada ve kendi seçimleri olan yaşam biçimlerini sürdürmede desteğe ihtiyacı olan bireyler olarak değerlendirildiği yaklaşımın bir ürünü olan bir kavramlaştırmadır. Bu anlamda ulaşılabilir toplum; daha güçlü ve daha benimseyici, herkesin amaçlarına ulaşmada ve toplum yaşamına katılmada aynı imkânlara sahip olduğu bir toplumdur.” (Aysoy,2004:72)

Aksoy’un belirttiği ve öngördüğü gibi ulaşılabilir toplumun engellilik konusunda toplumun temelini toplum temelli sistem oluşturmaktadır. Toplum temelli sistemin en önemli öğesini gönüllülük oluşturur. Böylece sorunlara daha kolay çözüm önerileri üretilebilir.

Yine Aysoy’a göre “toplum temelli yaklaşımın merkezi ise ailedir. Ailenin toplum temelli politikanın merkezine alınması, özürlü ailesinin eğitimi, özürlü ailesinin desteklenmesi gibi ana temaların özürlüler politikasının temel bileşenleri haline gelmesini de belirlemektedir.” (Aysoy, 2004:73) Burada Aysoy’un da belirttiği gibi her sorunun çözümünün temelinde aile bulunmaktadır. Çünkü iyi bir aile yapısı iyi bir toplumu meydana getirir.

Toplumun engelliye bakışını etkileyen en önemli öğe eğitimdir. Çünkü eğitim görmüş bireyler bilinçli bireyler anlamına gelir ki, bu da bilinçli toplum demektir. Böylece engelli bireyler toplum içinden dışlanmayacak, toplumun bir parçası olacaktır.

Toplum baskısı, aile üzerinde bir baskı yaratır. Karancı, bu konudaki fikrini şöyle ifade etmiştir; “ ailenin yaşadıklarını duygusal zorlama, çocukların yaşadıklarına ilişkin yeterli bilgi edinememe, başkalarına çocuğun durumunu açıklamada çekilen güçlük, çocukta özre bağlı olarak davranış ve sağlık sorunlarını, tedavi, eğitim konusunda pek çok uzmanla görüşme gerekliliği, uygun eğitim alanlarını bulma çabaları, daha fazla zaman, para harcama gereksinimi ve çocuğun geleceğine ilişkin kaygılar, aileler için önemli stres kaynaklarını oluşturmaktadır.” (Karancı, 1997,s.38) Bunların sonucunda da, aile engelli çocuğa karşı olumsuz davranışlar sergiler. Kimi aileler çocuklarını yok sayar, kimileri de dışlar.

Daha önce de belirtmiş olduğum gibi bu ailelerin eğitim düzeylerinin yüksek ve hayat standartlarının iyi olması, çocuklarına olan bu olumsuz davranışları önlemede etkili olacaktır.

Toplumun olumsuz davranışlarını önlemek için oluşturulacak bir setin adı da sosyal çevreden destektir. Çünkü aileler çevrelerindeki eş-dost, akraba gibi yakınlarından destek görürse toplumun ön yargılarına daha kolay karşı koyabilir.

Yine toplumun ön yargılarının sonucu engelli bireyler bir “damgalanma” ile karşı karşıya kalır. Eripek’e göre “ bunun sonucunda çocuk kendini değersiz görerek, kendisine ilişkin beklentilerini aşağıya çekmekte, kendisine olan güvenini yitirmektedir.” (Eripek, 1993.s.82)

Damgalama, sadece engelli bireyi değil onun ailesini, yakınlarını da etkiler. Örneğin, eğer ailenin bir bireyi engelli ise o aileden kız almak ya da o aileye kız vermek kuşkuları da beraberinde getirir. Çünkü ailenin engelli bir çocuğu vardır. Yeni evlenecek olan çiftin de engelli bir çocuğa sahip olabileceği düşünülür. Evet, bu belki bir anlamda doğrudur. Çünkü engellilik kalıtsal olarak da ortaya çıkmaktadır. Ancak şu var ki engellilik doğuştan olabileceği gibi sonradan geçirilen bir kaza sonucu ya da hastalık vs. gibi durumlarda da oluşabilmektedir.

Sonuç olarak, engelliler de toplumun zincirini oluşturan bir halkadır. Dünya nüfusunun ℅ 10-12’sini engelliler oluşturuyorken onları görmezden gelemeyiz, yok sayamayız. Toplumun engellilere olan olumsuz bakış açısını değiştirebilmek için bilinç önemlidir. Bu bilinç de ailelerin dolayısıyla da toplumun eğitimiyle gerçekleşir. Bilinçli bir tolumda yaşayan engelliler de daha başarılı ve öz güven sahibi olan bireyleri oluşturur.

ENGELLİLERİN TOPLUMLA BÜTÜNLEŞMESİNİN ÖNÜNDEKİ ENGELLER

Yoksulluk

Engellilerin toplumla bütünleşmesinin önündeki engellerin en başında yoksulluk gelir. Yapılan araştırmalar göstermiştir ki engellilerin çoğunun gelir düzeyi geçim sınırının altındadır. Bundan dolayı olanakları kısıtlıdır. Örneğin; eğer tekerlekli sandalye alma imkânı yoksa o engelli bireyin toplum içine karışması oldukça zordur.

Bu nedenle eğer engelliler topluma kazandırılmak isteniyorsa, öncelikle bu engellilerin ekonomik durumları iyileştirilmelidir. Yani, onlara iş olanakları sağlanmalıdır.

Eğitim

Engellilerin toplumla bütünleşmesinin önündeki diğer bir engel de eğitimdir.

Planlanmış olan tüm eğitim programları engelli bireyler düşünülmeden yapılmıştır. Bundan dolayı okul çağına gelmiş çocuklar eğitim alanındaki bu sorunla karşı karşıya kalırlar. Yani bir taraftan eğitimle topluma kazandırılmaya çalışılan engelli bireyler, onlar düşünülmeden yapılan eğitim programlarıyla da bir anlamda toplumdan dışlanmaktadır. Ancak, unutulmamalıdır ki eğitim engelli olsun olmasın herkesin hakkıdır. Bu çarpıklığı düzeltmek için, eğitim programları engelliler düşünülerek yeniden düzenlenmelidir.

Yapılan bir araştırmanın sonucuna göre “eğitim alanındaki engelli çocukların ℅96’sı okula gidemezken , ℅ 99’u ise istihdam edilemiyor.” Kısacası engelliler yok sayılıyorlar.


Ulaşım, Fiziksel Çevre ve Konut

Ulaşım, fiziksel çevre ve konut gibi faktörler de engellilerin toplumla bütünleşmesini engelleyen problemlerdir. Bunların sorun olması ise yine engelliler düşünülmeden yapılmış olmasıdır. Parklar, bahçeler, kaldırımlar, yollar, kamu binaları, tiyatro ve sinemalar, tuvaletler, ulaşım araçları gibi alanların engelliler düşünülmeden planlanıp, yapılmasından kaynaklanmaktadır. Bu durumlar engellileri toplumdan uzaklaştırmaktadır. Fakat tüm bu alanları düzenleyerek engellilerin toplumla bütünleşmesini sağlamak mümkündür.

Rehabilitasyon

Bir birey, yapabildiği işi yapamayacak duruma geldiğinde, o işi tekrar yapabilmesi için ona bir takım olanaklar sağlanmalıdır. Bu işe de “ rehabilite etmek” denmektedir.

Rehabilite edilmeyen bireyler kendi kendine yetecek halde olamayacaklarından bağımlı hale gelecektir. Engellilerin rehabilitasyonla eğitilmesi onları toplumla bütünleştirecektir. Bunun sağlanması için hem engellilerin, hem de ailelerin iyileştirme olanaklarından yararlanması sağlanmalıdır.


Engellilerin Özel Yaşamı

Daha önce de belirtmiş olduğum gibi engelli bireyler için aileleri çok önemlidir. Onların da evlenmeye ve aile kurmaya hakları vardır. Bu, diğer bireylere göre biraz daha zordur. Ancak gereklidir. Toplumun yanlış inanışları yüzünden engellilere ait bir özel yaşamın olmayacağı düşünülmüştür. Ancak bu bir ön yargıdan başka bir şey değildir.

16 yaşındaki John bu konuyla ilgili şunları söylemiştir: “Hiç kimse bedenim hakkında bana bir şey söylemedi. Sanırım gözlerim görmediği için bir penisim olduğunu fark etmeyeceğimi düşündüler. Eğer bir gün görme engelli gençlerle çalışırsam, onların bu konuda iyi eğitilmelerini sağlayacağım. Bedenimizin nasıl çalıştığını bilmemek insanı duygusal ve toplumsal açıdan tehlikeye atıyor.” (Sinason,2002, s.67)

Yani engellilerinde bir özel yaşamının, gereksinimlerinin olacağı görmezlikten geliniyor. Küçükkaraca’ya göre, “engelliye ait bir mekanın yokluğu ve kimi etkinliklerin( cinsel yaşam gibi) yasaklanması gibi pek çok sınırlama özel yaşamı ortadan kaldırmaktadır.” (Küçükkaraca, 1998, s.100–103) Yok sayma, sınır koyma engellileri toplumsal yaşamdan uzaklaştırmaktadır.

İstihdam Sorunu

İnsanlar bir şeyler üretebildiği sürece, kendilerini daha önemli hissederler. Üretebilmenin yolu da çalışmaktır. Bir toplumda ise çalışan birey sayısı ne kadar fazla ise toplumun refahı da o derece yüksek olur.

İşsizlik hem maddi hem de manevi açıdan sorun yaratan bir durumdur. Bu durumun engeliler üzerinde yarattığı etki ise daha fazladır. Çünkü onlara tam anlamıyla istihdam olanağı sağlanmamıştır.

Özürlülerin toplumsal yaşama uyumlarının ve katılımlarının sağlanması için öncelik verilmesi, hizmetlere gönüllü kuruluşların katılımlarının sağlanması ve bilgi birikimlerinden yararlanması son derece önemlidir. Yaşamını kendi başına sürdürmekte zorluk çeken özürlünün mümkün olduğu kadar toplumdan bağımsız olarak yaşayabilmeleri ve kendileri için öngörülen hizmetlerin yönetiminde ve geliştirilmesinde yer almaları, bir başka ifadeyle katılımları sağlanmalıdır.

Ülkemizde; özürlünün katılımını sağlamayı, onun bağımlılığını en aza indirgeyen kapasite geliştirmeyi, tüketici olmaktan çıkıp üretici olmasını, kendine güvenin artması, hizmetlerle gelişen teknolojiyi transferlerin yapılmasını, mevcut kaynakları maksimize edecek ve yeni kaynaklar yaratacak finansman sağlanmasını öngören bir politika oluşturma sürecine ihtiyaç olduğu açıktır. Böylece ayrımcılıktan uzak, kalkınmanın temeli olan insan kaynağının gelişmesine katkıda bulunacak, özürlünün insan hak ve özgürlüklerine, sosyal güvencesine sahip çıkacak, yasal düzenlemeleri eyleme dönüştürecek gerçekçi bir “özürlüler politikası” oluşturmak gereklidir.

Toplum, kadını erkeği, yaşlısı genci, sağlıklısı özürlüsü ile bir bütündür. Özürlünün durumu sağlıklıyı etkileyecek, toplumsal gelişmenin hızını düşecektir, gelişmeler özürlülerin hakları ve bizim tutumlarımızda etkileyecektir. Bizim yapmamız gereken sıradan bir yurttaş olarak özürlüyü anlamaya çalışmamızdır.

Bu çalışma boyunca; birçok engelli sorunun altında toplumsal yaşayıştan kaynaklandığı ve bunun da sosyoloji açısından ortaya konması ve veriler ışığında engellinin nasıl bir toplumda yaşabilecekleri gözler önüne konulmaya çalışılarak engellilerin sorunlarına bakış açısı çizdik.

İNTERNET ALINTILARI
2). ( T.C. Başbakanlık Özürlüler İdaresi Başkanlığı )
 
Geri
Üst