AŞK KİŞİSEL BİR DEVRİMDİR
Bazan; aşkın onarıcı bir yanı olduğuna, insanı ehlileştirdiğine, kibarlaştırdığına, hatta insancıl ve duygusal yanlarını beslediğine inanır, bazansa aşkın insanı hayvanlaştırdığını, sürekli dizginlemek için savaş verdiği kötücül yanlarını ortaya çıkardığını düşünürüm. Ama her iki anlamda aşkın insanlara eşitlik duygusu verdiğine inanırım. Beni bu düşünceye iten şey, sanılanın aksine aşkın yüzeysel bir biçimde insana verdiği mutluluk değil, onları birbirine yakınlaştıran gizli çekim gücü, duygusal ve psikolojik yanı ve hatta çok daha derinlerde yatan melankolidir. Melankoli, sevdiğim bir merkez olsa da, fazla ve gereksiz olanı can sıkar. Bu nedenle melankolik bir mutluluğa sahip aşk; insanlara doğası itibariyle aşıladığı eşitlik duygusunun yanı sıra hoşgörü de kazandırır.
Bireysel olan her eylemin çıkış noktasında hemfikir olmak zorunda kaldığımız toplum ise bu noktada olumsuz bir "tasarlayıcı" olarak karşımıza çıkıyor.
Bir coğrafyaya dair fikir edinmek isteyen her okur, o topraklarda aşkın nasıl yaşandığına dikkat ederse şayet, hem o toplumun aşkı nasıl yaşadığını görebilir, hem de toplumu oluşturan bireylerin karakterlerini tahlil edebilir. Bu "tasarlayıcı" topluma önceleri de olduğu gibi menzilden bakan biz engelli bireyler, tıpkı diğer konularda olduğu gibi aşk konusunda da anlamsız bir şekilde tartışma konusu oluyoruz.

Çünkü topluma göre aşk, engelliler için lüks bir davranış biçimidir.
Lüks olarak kabul gören bu davranış biçimi nedeniyle konunun kabul görmesi için ortaya atılan tartışmalar ise konunun kendisinden daha acıklı bir hâl alıyor: Estetik duygusu, genel-geçer kurallar, toplumsal tavırlar ve kalıplar vs.
Fakat ben, -okurun da malumu olduğu üzere konu aşk olduğu için, can sıkıcı, tatsız şeylerden söz etmek yerine- salt aşkı konuşmayı, bir erkek ve kadın arasındaki -tercihler ve zevkler konumuzla alakalı olmadığı için- duygusal bağı ve bu bağın insanlara verdiği özgürlük ve eşitlik duygusunda söz edeceğim.
Diğer birçok konuda olduğu gibi, aşk konusunda da şeylerin tuhaflığına her daim kapılmışımdır. Beni bu tuhaflığa iten şey yalnızca dikkatimi verdiğim estetik duygusu değil, bireysel olarak arayışa koyulduğumuz şekillerdir: Aşk, cinsellik, arzu, biçim ve kavram estetiği, algı ve karşılıklı duygu metaforları. Yazımın kalbinde her ne kadar bu duygu metaforları yatsa da, ben konuyu biçim, estetik ve aşkı algılayış şeklimiz üzerinden yürütmek isterim. Bunun nedeni herkes tarafından kabul gören, farklı anlatılarak yüceltilen bu duygunun hepimiz tarafından ortak olarak kabul gören yanlarını masaya yatırmak olacak.
Kişisel fikrim şudur ki; bireyin büyüdüğünü, olgunlaştığını gösterir nitelikleri yalnızca ilgi duyduğu şeyler ve sorumlulukları değil, bir mecliste konuştuğu konular ve ilgilenmek zorunda kaldığı şeylerdir. Bu cemaat duygusunun bizi bir araya getiren kısmı her ne kadar insancıl bir yan olarak kalsa da, temelde yatan şey -güçlükle de olsa kabul görür bir yanı vardır elbette- aşk duygusu ve bu duygunun biçimidir. Konuya her ne kadar gelir-geçer toplumsal bir gözle bakmaya çalışsam da, kafamın içindekiler buna engel olmayı başarıyor.
Bahsini ettiğimiz üzere aşk, toplumsal bir ayaklanmadır, yine topluma karşı. Çünkü her birey, her toplum, çağın getirdiği duygusal gereklilikler nedeniyle zaman içerisinde ve zaman zaman değişmek, dönüşmek ve devrim yaratmak ister. Bu nedenle birey, biçim anlamında aldığı toplumsal şekilden kurtulmak ve bu "tasarlayıcı" fikrinden kurtulmak için yaşadığı duygusal devinime ve değişime bir kılıf arar. Fakat toplumsal metalar ve engeller, bireyin aşkını özgürce yaşamasına engel olur. Hele ki söz konusu biz engelli yurttaşlar olunca.
Oysa sevgili okur:
Aşk; zaten iki insanın özgürleşmek, birbirlerini aynı mesafeden görebilmek, eşitlik duygusunu paylaşabilmek için birbirlerine uydurduğu dünyanın en güzel yalanı değil midir?
Aşk; çıkmayan sesimize, şakalar, kahkahalar hatta haykırışlar katmak değil midir?
Aşk; onu bir gün görmeyince, anlamsız ve nedenini bilmediğin bir şekilde özlemek değil midir?
Aşk; zaten özlenmekte olan kişinin sesini bir bahaneyle duymak için kişinin kendisinin bile inanmayacağı yalanları çocukça söyleyebilmesi değil midir?
Aşk; zaten insanın kendine söylediği en büyük yalan değil midir?
Aşk; dünyanın en güzel yalanı değil midir?
Bu yüzden sevgili okur: Toplumun estetik, fiziksel, zihinsel ve yazdıkça yüzümü ekşiten o manasız kalıp ve engelleri yüzünden aşkını yaşayamamak dünyanın en büyük ahmaklığıdır.
Belki küçük-büyük çeşitli engellerle karşılaşıyor olabilirsiniz. Fakat duygusal anlamda yaşadığınız devrim, o hayal ettiğiniz özgürlük ve eşitlik duygusunu size bir şekilde verecektir.
Yaşadığınız toplum, size her gün işaret parmağını gösterip, "Bunu yapmamalısın, çünkü engellerin var," diyerek çeşitli bahaneler üretiyor olabilir. Ama tamamen kişisel bir devrim olarak kalan ve zaman içerisinde toplumu da şekillendiren aşk devriminiz için kimsenin size söz söylemesine izin vermeyin. Aşk, size engel olmak isteyen topluma da zaman içerisinde eşitlik duygusu verecektir.
Bazan; aşkın onarıcı bir yanı olduğuna, insanı ehlileştirdiğine, kibarlaştırdığına, hatta insancıl ve duygusal yanlarını beslediğine inanır, bazansa aşkın insanı hayvanlaştırdığını, sürekli dizginlemek için savaş verdiği kötücül yanlarını ortaya çıkardığını düşünürüm. Ama her iki anlamda aşkın insanlara eşitlik duygusu verdiğine inanırım. Beni bu düşünceye iten şey, sanılanın aksine aşkın yüzeysel bir biçimde insana verdiği mutluluk değil, onları birbirine yakınlaştıran gizli çekim gücü, duygusal ve psikolojik yanı ve hatta çok daha derinlerde yatan melankolidir. Melankoli, sevdiğim bir merkez olsa da, fazla ve gereksiz olanı can sıkar. Bu nedenle melankolik bir mutluluğa sahip aşk; insanlara doğası itibariyle aşıladığı eşitlik duygusunun yanı sıra hoşgörü de kazandırır.
Bireysel olan her eylemin çıkış noktasında hemfikir olmak zorunda kaldığımız toplum ise bu noktada olumsuz bir "tasarlayıcı" olarak karşımıza çıkıyor.
Bir coğrafyaya dair fikir edinmek isteyen her okur, o topraklarda aşkın nasıl yaşandığına dikkat ederse şayet, hem o toplumun aşkı nasıl yaşadığını görebilir, hem de toplumu oluşturan bireylerin karakterlerini tahlil edebilir. Bu "tasarlayıcı" topluma önceleri de olduğu gibi menzilden bakan biz engelli bireyler, tıpkı diğer konularda olduğu gibi aşk konusunda da anlamsız bir şekilde tartışma konusu oluyoruz.

Çünkü topluma göre aşk, engelliler için lüks bir davranış biçimidir.
Lüks olarak kabul gören bu davranış biçimi nedeniyle konunun kabul görmesi için ortaya atılan tartışmalar ise konunun kendisinden daha acıklı bir hâl alıyor: Estetik duygusu, genel-geçer kurallar, toplumsal tavırlar ve kalıplar vs.
Fakat ben, -okurun da malumu olduğu üzere konu aşk olduğu için, can sıkıcı, tatsız şeylerden söz etmek yerine- salt aşkı konuşmayı, bir erkek ve kadın arasındaki -tercihler ve zevkler konumuzla alakalı olmadığı için- duygusal bağı ve bu bağın insanlara verdiği özgürlük ve eşitlik duygusunda söz edeceğim.
Diğer birçok konuda olduğu gibi, aşk konusunda da şeylerin tuhaflığına her daim kapılmışımdır. Beni bu tuhaflığa iten şey yalnızca dikkatimi verdiğim estetik duygusu değil, bireysel olarak arayışa koyulduğumuz şekillerdir: Aşk, cinsellik, arzu, biçim ve kavram estetiği, algı ve karşılıklı duygu metaforları. Yazımın kalbinde her ne kadar bu duygu metaforları yatsa da, ben konuyu biçim, estetik ve aşkı algılayış şeklimiz üzerinden yürütmek isterim. Bunun nedeni herkes tarafından kabul gören, farklı anlatılarak yüceltilen bu duygunun hepimiz tarafından ortak olarak kabul gören yanlarını masaya yatırmak olacak.
Kişisel fikrim şudur ki; bireyin büyüdüğünü, olgunlaştığını gösterir nitelikleri yalnızca ilgi duyduğu şeyler ve sorumlulukları değil, bir mecliste konuştuğu konular ve ilgilenmek zorunda kaldığı şeylerdir. Bu cemaat duygusunun bizi bir araya getiren kısmı her ne kadar insancıl bir yan olarak kalsa da, temelde yatan şey -güçlükle de olsa kabul görür bir yanı vardır elbette- aşk duygusu ve bu duygunun biçimidir. Konuya her ne kadar gelir-geçer toplumsal bir gözle bakmaya çalışsam da, kafamın içindekiler buna engel olmayı başarıyor.
Bahsini ettiğimiz üzere aşk, toplumsal bir ayaklanmadır, yine topluma karşı. Çünkü her birey, her toplum, çağın getirdiği duygusal gereklilikler nedeniyle zaman içerisinde ve zaman zaman değişmek, dönüşmek ve devrim yaratmak ister. Bu nedenle birey, biçim anlamında aldığı toplumsal şekilden kurtulmak ve bu "tasarlayıcı" fikrinden kurtulmak için yaşadığı duygusal devinime ve değişime bir kılıf arar. Fakat toplumsal metalar ve engeller, bireyin aşkını özgürce yaşamasına engel olur. Hele ki söz konusu biz engelli yurttaşlar olunca.
Oysa sevgili okur:
Aşk; zaten iki insanın özgürleşmek, birbirlerini aynı mesafeden görebilmek, eşitlik duygusunu paylaşabilmek için birbirlerine uydurduğu dünyanın en güzel yalanı değil midir?
Aşk; çıkmayan sesimize, şakalar, kahkahalar hatta haykırışlar katmak değil midir?
Aşk; onu bir gün görmeyince, anlamsız ve nedenini bilmediğin bir şekilde özlemek değil midir?
Aşk; zaten özlenmekte olan kişinin sesini bir bahaneyle duymak için kişinin kendisinin bile inanmayacağı yalanları çocukça söyleyebilmesi değil midir?
Aşk; zaten insanın kendine söylediği en büyük yalan değil midir?
Aşk; dünyanın en güzel yalanı değil midir?
Bu yüzden sevgili okur: Toplumun estetik, fiziksel, zihinsel ve yazdıkça yüzümü ekşiten o manasız kalıp ve engelleri yüzünden aşkını yaşayamamak dünyanın en büyük ahmaklığıdır.
Belki küçük-büyük çeşitli engellerle karşılaşıyor olabilirsiniz. Fakat duygusal anlamda yaşadığınız devrim, o hayal ettiğiniz özgürlük ve eşitlik duygusunu size bir şekilde verecektir.
Yaşadığınız toplum, size her gün işaret parmağını gösterip, "Bunu yapmamalısın, çünkü engellerin var," diyerek çeşitli bahaneler üretiyor olabilir. Ama tamamen kişisel bir devrim olarak kalan ve zaman içerisinde toplumu da şekillendiren aşk devriminiz için kimsenin size söz söylemesine izin vermeyin. Aşk, size engel olmak isteyen topluma da zaman içerisinde eşitlik duygusu verecektir.