Benim Babam

Halil Yılmaz

Admin
Yönetici
Katılım
May 19, 2010
Mesajlar
14,498
Tepkime Puanı
189
Puanları
63
Yaş
50
Ben doğdum doğalı sessizlik ile boğuşuyordum. Daha doğrusu boğuşmaya çalışıyordum. Çünkü o beni çoktan içine almış ve hayallerimi yok etmeye başlamıştı. Ben, sessizliğin içinde kaybolmaya yeltenmiştim. Daha dünyaya adım atmaya hazırlanırken, sessizlik ile birlikte yaşamayı göze almıştım. Bu gerçekten çok zordu.

Herkes annem ve babama tuhaf, bana ise acınası gözler ile bakıyordu. Oysa bizim de diğer insanlardan bir farkımız yoktu. Onlar gibiydik. Sırf bize bu gözlerle baktıkları için uzun yıllar herhangi bir yolun kenarında, otobüste veya bir başka mekânda annem ve babamla konuşmaktan çekinirdim küçükken. Çünkü bilirdim ki çevremdeki insanların gözleri üzerimizdeydi. Bu çok can sıkıcıydı! Ne farkımız vardı onlardan? El işaretleri ile konuşmak çok mu garipsenecek bir durumdu? Çok mu farklıydık? Ne sevgi engeli vardı annem ve babamda, ne de taş kalpliydiler; sadece işitme engelliydiler. Onlar çok hassastılar. Bu yüzden dokunamazdım onlara. Çünkü korkardım, o saf kalplerini kırmaktan. Ben yaklaşık olarak on yaşıma kadar babamla uyudum. Babamın kollarında uykuya dalmak dünyanın en güzel, en huzur verici duygusuydu. Ben babamın kollarında huzur bulurdum. Onun sessizliğinde uykuya dalmaktan korkmazdım, çünkü kalp atışlarını duydukça yanımda olduğuna kanaat getirirdim. Oysa bu durum annemde böyle değildi. Ben annemin hiçbir zaman ipeksi sesini duyamadım, duyamayacaktım da… Bilirdim ki, arkadaşlarımın anneleri, onlara birçok masal okurken, türlü türlü şarkılar, türküler, ninniler söylerken ben annemin sesini duyamayacaktım. Benim tek bir ninnim vardı. Annemin o boğuk sesinde ‘eee eee eee’ şeklindeki beni uyutmaya çalışmaları… E ve a harflerinin birbiriyle karışması ile ortaya yeni bir harf çıkıyordu. Benim ninnim buydu.

Herkesin çeşit çeşit oyunları vardı. Saklambaç, körebe, yakalamaca gibi eğlenceli oyunları… Benim ise tek bir oyunum vardı; Sessizlik Oyunu! Arkadaşlarımın hepsi annesi ile körebe, saklambaç, yakalamaca falan oynardı, ben ise onları izlerdim. Bu, onlar için eğlenceli olmalıydı! Ben ise belirli bir yaşa kadar oyun sanıyordum yaşadıklarımı. İnanmazdım, annem ve babamın duyamadığına ve konuşamadığına. Benim hep sessizlik oyunlarım vardı, bir gün sonrasında konuşulacak olan. Oysa hiç sonuçlanmadı bu oyun. Hiç konuşmadı, konuşamayan… Sonucunda sadece buruk bir şarkı söylerdim ve oyunu burada bitirirdim. Zaman geçtikçe, yaşam tükenmeye yüz tutunca kabullendim bütün gerçeği… Anladım ki, bizim diğer insanlardan bir farkımız yokmuş. Sadece kendi dünyamızda, kendi dilimizi yaratmışız. Bunu fark ettiğimde mutluluk yüzümden okunuyordu.

On yaşımdan sonra babamdan ayrı yatmam gerekiyordu. Büyüyormuşum. Bu ne kadarda saçmaydı! Alışmak zor oldu, benim için. Geceleri sırtımı o boş odaya dönemezdim korkudan. Birileri beni kaçıracak diye, korkardım. Bu yüzden uzun bir süre sırtımı duvara yaslayarak uyumaya çalıştım. Korku dolu gecelerimin sonunda, gün ışığıyla beraber babama sarılmak, beni huzura kavuşturuyordu. Buna da alıştım zamanla. Babam ile uyuduğum zamanlarda karanlıkta bir şeyler anlatırdı; anlamaya çalışırdım. Anlayamayınca ışığı açardım ve babamın hüzün dolu gözleri ile karşılaşırdım. Bilirdim ki onu o karanlıkta anlayamadığım için üzülürdü. Oysa arkadaşlarım ebeveynleri ile yattıkları zamanlarda o karanlıkta onların kulaklarına en azından birkaç şey fısıldanırdı. Bu güzel bir duygu olmalıydı. Ben bu duyguyu hiç yaşamadım.

Küçük olmama rağmen büyükler gibi davranmak zorundaydım. On iki yaşındaki küçük bir kız çocuğunun önemli yerlerde tercümanlık yapmaya çalışması çok zor idi. Anlayamadığım birçok terim vardı. Anlatamıyordum. Anlatamadığım için üzülüyordum. Birde bunun üzerine annem ve babamın hırçın davranışlarına maruz kalıyordum. Bu terimleri anlayamadığım için, bana kızıyorlardı. Fakat biliyordum; kızgınlıkları bana değil, kendilerineydi. Çünkü kızlarını böyle yobaz insanların arasına tercümanlık yapması için getirmişler idi. Bu onlar için çok yanlış, benim içinse değildi. Çünkü onlara her zaman yakındım ve onlar için uğraşıyordum. Bu güzel bir duyguydu!

Benim belirli sorumluluklarım vardı. Ev telefonlarını açmak, tercümanlık yapmak vb. gibi... Fakat bu sorumluluklar, benim için yetersizdi. Annem ve babamı mutlu etmeliydim. Bu mutluluğu ses veya söz ile yapamazdım, çünkü anlayamazlardı. Örneğin; onlara şarkı söyleyemezdim, çünkü duyamazlardı ya da onlara şiirler yazıp, okuyamazdım, anlayamazlardı. Bu yüzden halk oyununa başladım, onlara görsel bir şeyler sunmak çok güzeldi. Çünkü böyle durumlarda, yüzlerinden tebessüm hiç eksik olmuyordu. Bu da beni mutlu ediyordu. Onların mutluluğu benim mutluluğum demekti.

Annemi mutlu etmemin sadece bir yolu vardı; sevgi dolu kollarına sımsıkı sarılmak. Mutsuz olduğu zamanlarda ona sarılmayı çok severdim, çünkü gözyaşları kahkahaya dönüşürdü. Annemin en sevdiği şey; beni süslemekti. Benim saçlarımı örmeyi, bana elbiseler dikmeyi çok severdi. Annem için bir oyuncaktım sanki. Zamanının çoğunu bana harcardı. Bu benim sevgiye ve ilgiye olan açlığımı doyurmaya yetiyordu. Annemi her şeyden ve herkesten çok seviyordum. Herkes engellileri yok sayarken, benim için annem ve babamın işitme engelli olması önemsizdi. Çünkü annem ve babamın işitme engelli olması, hiçbir şeyi değiştirmiyordu.

Engelli insanlar çok yetenekliydiler. Örneğin; annem halk oyunu oynamakta, el işlerinde ve çiçek resimlerini yapmakta çok iyiydi. Babam ise bozulan eşyaları tamir etmekte, futbol oynamakta ve resim yapmakta… Benim halk oyunu oynama yeteneğim annemden, resim yapma yeteneğim ise babamdan bana geçmiş olmalıydı. Birkaç yıl önce okulda düzenlenen resim yarışmasında birinci olmuştum. Annem ve babama bu müjdeli haberi verdiğim zaman mutluluktan havalara uçmuşlardı. Babam halk oyunu oynamama karşıydı, çünkü halk oyunum olduğu zamanlarda eve biraz geç gelirdim. Oysa annem bu durumdan memnundu, çünkü onun sevdiği bir şeyle uğraşıyordum. Babam her ne kadar halk oyununa gitmeme kızsa da beni o sahnede gördüğü zaman, heyecanlanırdı. Ekibimizle birkaç yarışmaya katıldık ve yarışma sonunda birinci olduk. Bunu babama söylediğimde tüm kızgınlığını unutup beni kucaklamıştı. Babamın boğuk kahkahasını seviyordum. Onlara her zaman layık olmaya çalıştım. Onları mutlu etmekte elimden geldiğince başarılıydım, fakat çevredeki insanlar bu başarımı engellemekte ustaydı.

Zamanla büyüdüm, olgunlaştım. Şimdi anlıyorum, insanın sessizlik ile yaşamasının ne denli zor olduğunu… Fakat insanlardan kaçmak yerine, onlara hakikati göstermem gerektiğini anladım. Çünkü insanlar engellileri görmezden geliyorlardı. Oysa asıl engel kalplerdeydi. Hani şu gözleri görmeyen, kulakları duymayan, taş kesilen kalpler… Gözleri görmeyen biri doğanın rengini inkâr edebilir miydi, ya da kulakları duymayan biri şarkıların varlığını? Engelli kişiler tüm gerçekleri olduğu gibi kabul ederken, severken, sağlıklı insanlarımız neden engelli kişileri yok sayıyor; onları görmezden geliyordu? Evet, tüm engelli kişilerin evrene bile sığdıramayacağı sevgi dolu yüreği var. Oysa önemli olan sessizliklerinin veya dünyalarının kara bir perdeyle örtülmüş olması değil, o çıkmazda aydınlık bir yol bulabilmiş olmaları. Bu karanlık dünyayı aydınlatacak kişiler ise vicdanlarının sesini dinleyen kişiler olmalıydı…

Eser sahibinin;
ADI: EMEL
SOYADI: ACAR

ÖZGEÇMİŞİM

1997 yılında Denizli’de doğdum. Babam emekli, annem ev hanımı. İki kardeşim var.
Anaokulu ve 1. Sınıfı Zehra Nihat Moralıoğlu İlköğretim Okulu’nda, 2. ve 3. Sınıfı Ali Baysal İlköğretim Okulu’nda okudum. 4. Sınıfta Fatih İlköğretim Okuluna geçiş yaptım ve oradan mezun oldum. Şuan Servergazi İMKB Kız Teknik ve Meslek Lisesi’nde 2. Sınıf öğrencisiyim.
2012-2013 yılları arasında Denizli İşitme Engelliler derneğinde 1. Kur İşaret Dili Kursu eğitimi sonucunda İşaret Dili Sertifikası aldım. Halk oyunu eğitmenliği yapıyorum.
Halk oyunu oynamayı, engellilerle vakit geçirmeyi seviyorum.
 

Gazoz Agacı

Moderatör
Moderatör
Katılım
Nis 23, 2012
Mesajlar
9,302
Tepkime Puanı
64
Puanları
48
Yaş
54
Zamanla büyüdüm, olgunlaştım. Şimdi anlıyorum, insanın sessizlik ile yaşamasının ne denli zor olduğunu… Fakat insanlardan kaçmak yerine, onlara hakikati göstermem gerektiğini anladım. Çünkü insanlar engellileri görmezden geliyorlardı. Oysa asıl engel kalplerdeydi. Hani şu gözleri görmeyen, kulakları duymayan, taş kesilen kalpler… Gözleri görmeyen biri doğanın rengini inkâr edebilir miydi, ya da kulakları duymayan biri şarkıların varlığını? Engelli kişiler tüm gerçekleri olduğu gibi kabul ederken, severken, sağlıklı insanlarımız neden engelli kişileri yok sayıyor; onları görmezden geliyordu? Evet, tüm engelli kişilerin evrene bile sığdıramayacağı sevgi dolu yüreği var. Oysa önemli olan sessizliklerinin veya dünyalarının kara bir perdeyle örtülmüş olması değil, o çıkmazda aydınlık bir yol bulabilmiş olmaları. Bu karanlık dünyayı aydınlatacak kişiler ise vicdanlarının sesini dinleyen kişiler olmalıydı…

Merhaba Emel,

Sen de bu karanlık dünyayı aydınlatacak kişilerden birisin ve bu kadar duyarlı olduğun için, bu öyküyü yazarak yarışmaya gönderdiğin için sana çok teşekkür ederim. Eminim, senin yaşıtların çoğaldıkça gelecek nesiller karanlıkta kalmayacak. Vicdanımın sesini dinliyorum şu an ve seni sevgiyle gözlerinden öpmek istediğimi söylemek istiyorum.

Ellerine , emeğine, yüreğine sağlık,
 

EMEL ACAR

Üye
Üye
Katılım
May 10, 2013
Mesajlar
1
Tepkime Puanı
0
Puanları
0
Merhaba Gazoz Ağacı,

Duygu ve düşüncelerini bu kadar güzel dile getirdiğin için asıl ben teşekkür ederim.
 
Tekerlekli Sandalye
Üst