Çelişki

Halil Yılmaz

Admin
Yönetici
Katılım
May 19, 2010
Mesajlar
14,507
Tepkime Puanı
189
Puanları
63
Yaş
50
Cemil bu saatlerde her zaman yaptığı gibi yere, minderinin üzerine oturmuş, kanepenin üzerindeki defterine bir şeyler yazmakla meşguldü. Bu hal onun için neredeyse bir trans haliydi. Kanepenin sırtına bakıyor ve bu dünyadan kopup gidiyordu. Başkalarının yaptığı gibi açık havada ya da başka yerlerde de okuma veya yazma denemeleri yapmıştı ama pek bir sonuç alamamıştı. Şu vardı ki bu trans hali çok uzun sürmüyor, birkaç paragraftan sonra pençelerini boğazına geçiren mükemmeliyetçiliği, kalemini hareket edemez hale getiriyordu. Bu illet başında olmasaydı belki bugün ki gibi iki tane değil bir sürü kitabı olabilirdi. Telefon çaldı:
- Alo
- Nasılsın üstat, ben Metin.
- Hamdolsun. Sen nasılsın?
- Ben de iyiyim. Sen açtığına göre yalnızsın galiba.
- Evet, yalnızım!
-Asırlardır yalnızmışsın gibi söyledin, hayırdır?
- (kendi haline gülerek) Sanırım sessiz çığlıklarım, sözcüklerimin arasına karışıyor.
- Yalnızlıktan şikâyet eden, arada bir arkadaşını arar. Biz aramasak…
- Ya! Beni biliyorsun, telefonla aram yok.
- Kitap ne oldu, ilerliyor musun, hangi mevzudasın?
- Dil mevzuu…
- Anlat biraz…
- Küreselleşme büyük bir hızla bizi benzeştirirken, diller bunun dışında kalır mı, tek dile doğru mu gidiyoruz vs.
- Hım… Çok ilginç bir kitap olacak. Bunlar birçok kişinin cevabını duymaya korktuğu sorular.
- Dünya hızla değişiyor ve insanlığın her attığı adım daha önce hiç ayak basılmamış bir yere geliyor. Bir labirentte ilerliyormuşuz gibi… Akılsa gözümüzün gördüğünden ötesini göremiyor. En liberal olanların bile korkması doğal bence.
- Haklısın.
- Umarım ilgi görür çünkü yazarken çektiğim stres yiyor bitiriyor beni. Sen ne âlemdesin?
- Antalya’dayım. Geçen söylemiştim ya, kongre var diye. (sitemli bir gülümseyişle) Hatırlamıyorsun değil mi?
- Konuşmuştuk galiba ama maalesef hafızamda tarih falan yok.
- Ne adamsın ya, biz boşuna mı anlatıyoruz bunca şeyi!
Aslında Metin arkadaşının bu halini öğreneli çok olmuştu ama gösterdiği ilginin karşılığını alamadığı konusunda sitem etmekten geri durmazdı.
- Hafızam bazı şeylerin altını çizmiyorsa ben ne yapayım.
- De get, bana edebiyat yapma. O kitaba yazacaklarını unutmuyorsun da bir benim söylediklerimi mi unutuyorsun…
- İnanmıyorsun ama doğru söylüyorum. Zihnim sanki kitapları, televizyonu daha gerçek sanıyor… Günümün büyük bölümünü onlarla geçirdiğimi düşünürsek, şaşırmamak lazım.
-Neyse hadi, gene kurtuldun elimden, toplantı başlıyor gitmeliyim, var mı benden bir isteğin?
- Yok, arada bir rahatsız etmen yetiyor, sağ ol.(gülümsüyorlar)
- İyi o zaman, görüşürüz.
-Görüşürüz.
Cemil kas hastası olduğu için bacakları kolları ve boynu zayıftı. Özellikle bacaklarının vücuduna oranla küçüklüğü yakışıklı görünme arzusunu kolayca boşa çıkaracak kadar belirgindi. Çoğu zaman saçı başı dağınıktı.
Tuvalete gitmesi gerekiyordu. Ayağa kalktı. Aslında sağlıklı bir insanı bu halde görseydik “çömelmiş” derdik ama onun kasları senelerdir ancak bu şekilde yürümesine izin veriyordu. Tuvalet alışkanlığı yeni yeni kazandırılan çocuklar gibi o da sevmezdi tuvalete gitmeyi. Aslında sevmediği şey, hayatın bu basit gerekliliklerinin ömründen alıp götürdüğü koca koca zamanlardı. Herkesin beş dakikada yaptığı şeyi o, yarım saatte bir saate yapabiliyordu. Geçen gün izlediği, köy hayatıyla ilgili bir belgeselde de insanlar sadece sıcak kalabilmek için, üşümemek için odun buluyorlar, kesiyorlar, sobayı yakıyorlar ve onun etrafından ayrılamıyorlardı… Yemek için de bir o kadar zaman harcıyorlardı… Bunun gibi birkaç basit ihtiyacın neredeyse günlerinin tamamını alıyor olması gene o garip hissin içinde oluşmasına neden olmuştu: İnsan bu kadar yüceyken, bu kadar karmaşık ve aşkınken; nasıl bu kadar basit, bu kadar sefil bu kadar eşyaya bağımlı olabilir? Kainatı kucaklayan ruh, nasıl, kırk elli kiloluk, bir et parçasına mahkum olur? O burada, evinin oturma odasında düşmemek için yavaş yavaş yürürken ve hayatı bu kadar yeknesakken, şirketler, gökdelenler, parklar, plajlar nasıl var olabilir ve zaman onlar için nasıl bu kadar hızlı akabilir?
Kırk dakika kadar sonra işini bitirmiş, ellerini yıkamak için banyoya yönelmişti. Çok fazla sıkılmamış olduğunu umarak, elini çeşmeye uzattı. On beş gündür başına bir de bu sıkıntı çıkmıştı: Çeşme damlatıyor, diğerleri de damlamasın diye iyice sıkıştırıyorlardı. Bilmiyorlardı tabi cemil gelip yardım istemesi gereken yeni bir şeyle daha karşılaşınca içinden nasıl ağlamaklı bir gülüşün yükseldiğini, ellerini sabuna iyice bulayabilmek için harcadığı eforla, başkalarının eğlenceli bir halı saha maçını çıkartabileceklerini… Annesini çağırıp çeşmeyi açtırdı… Yüzünü çeşmenin altına soktu. Sular yüzünü yalayıp düştükçe, alnındaki ateş sönüyordu… Çıktı, diğer odaya geçti. Aynaya baktı, sakalları uzamıştı, yakışıklı gözükmüyordu “sanırım engelliler için otuz beş yolun yarısı değil, sonları” diye geçirdi içinden. Kollarını nasıl hareket ettirmesi gerektiğini yılların deneyimiyle öğrenmişti. Makinanın ağırlığını nasıl daha az hissedeceğini, boğazındaki kılları nasıl keseceğini… Zihnindeki bilgilerin önemli bir bölümü böyle şeylerle ilgiliydi. Bir yanda İbni Haldunlar, Marxlar, küresel piyasalar, New York’un sokakları, Hongkonk’un gökdelenleri, Paris’in cafeleri… Diğer yanda tıraş makinasından fırlayan kılların etrafa yayılması, yatağına yattığında kalçasında hissettiği acının nedeninin, düğmesi mi yoksa arka cebinin kıvrılması mı olduğuna dair bir sürü düşünce, tırnak makası, havlu ve bilmem ne bela…
İşi bittiğinde bacaklarındaki derman da tükenmek üzereydi. Derin bir nefes alıp verdi. Oturma odasına doğru ezberlenmiş hareketlerle giderken bir yandan da yazacaklarını düşünüyordu. Sağ ayağını attı ve birkaç salisede bütün benliğini ele geçiren bir korku hissetti. Vücudunun bu kadar hızlı harekete geçmesi onu hep şaşırtmıştı. Depremden sonraki artçı sarsıntılarda da böyle oluyordu. Daha o düşünüp, ne olduğunu anlayamadan, vücudu her şeyi kavrayıp müthiş bir tepki veriyor; kalbi, o ilk salisede düğmesine basılmış gibi hızla çarpmaya başlıyordu. Ayağı halıya takılmıştı. Dengesini sağlamaya çalıştı, olmadı. Yere kapaklandığında gözlerinin önünden geçen görüntünün ancak birkaç karesini hatırlayabiliyordu. Yüzü yere yapışmış ve bütün korkusu kaybolmuştu. Yatağına uzanmış gibi rahatlamış ve teslim olmuş, bekliyordu. Başında tatlı bir sarhoşluk vardı. Biraz sonra annesi kız kardeşi ve babası başındaydı… Onların bağrışmalarının ve telaşının aksine o yaşamak için hiçbir gayreti yokmuş gibi huzurluydu. Böyle durumlarda bütün kibrinden arınır, zavallılığıyla hemen barışıverirdi. Annesi “Bir şey oldu mu, bir şey oldu mu” diye bağırıp duruyordu. Bir şey söylemedi. Sanki etrafındaki insanların onun için bu kadar telaşlı kendisininse bu kadar sükûnet içerisinde oluşu ona haz veriyordu. Biraz sonra annesi “doktora götürelim mi” deyince, hiçbir yere gitmek istemediği, sadece oturmak istediği için belli belirsiz kafasını iki ana sallayıp “gerek yok” dedi. Daha önce de birkaç kere düşmüştü. Hatta yılda bir kere düşme ihtimalinin ne kadar olduğuyla ilgili hesaplar bile yapmıştı. Onu içeriye, kanepenin yanındaki minderin üzerine taşıdılar. Bir şeyi olmadığını anlayınca da işlerine güçlerine dağıldılar. Yarım saat kadar televizyona bakarak öylece durdu. Bu dinginlikle daha saatlerce o halde durabilirdi. Kanepenin üzerinde durmakta olan defterini kendine doğru çekti. Sabah o kadar kafa patlattığı şeyler şimdi ne kadar lüzumsuz görünüyorlardı. Sayfanın kenarına bir şey damladı, sonra bir tane daha ve bir tane daha… canlı, koyu kırmızı damlalar… Elini burnuna götürdü, avucu kanla dolmuştu.

Hikayenin Adı: Çelişki
Ahmet Sağlam

Bu öykünün tüm hakları eser sahibi ve http://engelliler.gen.tr sitesine aittir. İzinsiz ve kaynak göstermeden öyküyü yayınlar hakkında yasal işlem yapılacaktır.
 
Tekerlekli Sandalye
Üst