Dini Hikayeler

Burak55

Üye
Üye
Katılım
Tem 15, 2012
Mesajlar
201
Tepkime Puanı
0
Puanları
16
hayatımda okuduğum en güzel ve en duygu yüklü bu hikayeyi şiddetle okumanızı tavsiye ederim...LÜTFEN OKUYUN

Hamza ve Şeyda birbirlerini çocukluklarından beri çok seven iki sevgiliydi... Birlikte büyümüşlerdi... Ayrılmak akıllarının ucundan bile geçmezdi... Artık ik
isi de evlenme çağına gelmişti... Ve evlenmeyi düşünüyorlardı...


Herşey Hamza'nın evlilik teklifi yapmasına ertelenmişti... Ama Hamza da bir değişiklik vardı... Eskisi gibi ilgi göstermiyordu Şeyda'ya.. Ne olmuştu O'na.. Artık buluşmak istemiyor, mesajlara doğru dürüst cevap vermiyor, hiç aramıyordu...
Yoksa başkası mı vardı hayatında..?

Bu düşünceler Şeyda'yı çılgına çeviriyordu... Sonunda dayanamadı ve neler olup bittiğini öğrenmek için Hamza'yı aradı...

-Alo! -Nasılsın Hamza..?

-Elhamdulillah iyiyim, sen nasılsın..?

-Kaç gündür soğuk davranıyorsun, nasıl olmamı beklersin..?

-Şeyyy bunları sonra konuşsak, şimdi camiye girmek üzereyim... ALLAH'a emanet ol...

Şeyda elinde telefonla kalakalmıştı... Hamza camiye girdiğini söylemişti... Oysa Hamza namaz kılmazdı.. Neden camiye gitmişti ki... Yoksa namaza mı başlamıştı...! Bir saat sonra bir mesaj geldi... Hamza göndermişti.. Şunlar yazıyordu ;

"Günlerdir değiştiğimin ben de farkındayım.. Bu değişikliği de KURAN'a ve NAMAZ'a borçluyum.. Evet ben namaza başladım.. Ve birçok şeyi bıraktım.. Tüm kötü huylarımla birlikte senden de vazgeçmek zorunda kaldım... Çünkü zina yapmış oluyoruz.. Artık ne elini tutacağım, ne yanına oturacağım.. Gözlerine bile bakmaktan sakınacağım...

Lütfen bana kızma.. Seni seviyorum..." Tahmini doğru çıkmıştı Şeyda'nın... Demek ki bu yüzden kaçıyordu kendinden... Zaten dine karşı hiç sempatisi olmayan Şeyda, Hamza'yı elinden aldığını düşünerek iyice düşman olmuştu Kuran'a, Namaz'a... Ramazan Bayramı'ydı... Öğle saati olmuş ama Hamza'dan ne mesaj gelmişti, ne de aramıştı...

Daha fazla bekleyemeden Şeyda aradı Hamza'yı...

-Bayramın kutlu olsun Hamza...

-Seninki de MÜBAREK olsun Şeyda...

-Neden aramadın..?

-Yetimhanedeyim, fırsat bulamadım...

-Yetimhane mi? Senin ne işin var nerden geldiği belli olmayan o pis çocukların yanında.. Annesi babası bakmamış, sen mi bakıyorsun.. Ne kadar dar düşüncelere sahipsin... Şeyda buna benzer cümleleri art arda sıralıyordu...

Hamza: -Şeyda, dilerim ki ALLAH seni bunlarla imtihan etmesin... Bir hafta sonra... Şeyda parkta oturmuş Hamza'yı bekliyordu.. Uzun süredir görmüyordu O'nu..

Hem kızgındı, hem özlemişti... Hangi duygu ile karşılayacağını O da şaşırmıştı... Hamza buluşmak istediğini söylemişti, O da koşa koşa gelmişti... Çok geçmeden Hamza da geldi... Ama bambaşka bir insan olmuştu Hamza.. Şekil verdiği saçları yoktu, sıradan bir şekilde taramıştı... Top sakalı da yoktu, SÜNNET olan sakal bırakmıştı... Ve o giydiği daracık kot pantolonlara, rengarenk ve üzerinde sevdiği sanatçıların resminin bulunduğu tişörtlere veda etmiş onların yerine, geniş pantolon ve yakasız bir gömlek giymişti...

Sanki Hamza değil de başkasıydı Şeyda'nın karşısında oturan... Üstelik tokalaşmak için uzattığı eli de tutmamıştı...

-Şeyda..! Biliyorum bendeki bu değişikliğe alışman zaman alacak.. Sana istediğin kadar zaman verebilirim... Ama ben artık bu işin fazla uzamasını istemiyorum dedi ve elindeki hediye paketini uzattı...

-Ne bu..? -Aç bakalım neymiş, dedi gülümseyerek... Şeyda paketi açtı heyecanla... Ama heyecanı boşa çıkmıştı (kendince).. O pahalı lüks hediyeler beklerken paketin içinden çıkanlar tepesini attırmıştı... Pakette KURAN, BAŞÖRTÜSÜ, TESBİH ve GÜLSUYU vardı...

-Gülsuyu'nu bir arkadaşım Medine'den getirdi.. Efendimiz'in Ravza'sının kokusu . . Daha cümlesi bitmemişti ki Şeyda gülsuyunun kapağını açıp dökmeye başladı...

-Ne yapıyorsun diyerek yerinden fırladı Hamza... Elindekini alıverdi... Şeyda'nın öfkesi geçmemişti... Tesbihi alıp kırdı, taneleri etrafa saçıldı...

-Sen kendine eş değil köle arıyorsun... Şu verdiğin kitap'ta öyle yazıyormuş.. Benden başka üç tane daha kadın almanı söylüyor.. Ben salak değilim.. Şuna bak bir de başörtüsü almış... Başörtüyü köleler takar.. Ben özgür biriyim ve saçlarım da özgür kalmalı... Dedi ve hışımla kalkıp gitti...

Hamza neye yanmalıydı... Şeyda'nın doğrularını görmediğine mi, Kuran'a yapılan hakaretlere mi, kırılan tesbihe mi, dökülen gülsuyuna mı...?

Nasıl bir zihniyetle büyümüştü ki Kuran'ı böyle yanlış tanımıştı... Şeyda o günden sonra Hamza'yı hiç aramadı.. Telefonunu değiştirdi.. Çok geçmedi adresini de... Artık birbirlerini çok seven iki genç ayrılmışlardı... 7 yıl sonra... Hamza yine bir Ramazan Bayramı sabahı yetimhaneden çıkmış bir parkta oturuyordu.. Evlenmemişti... Çocukları çok sevdiği için oturup onları izlemekten hoşlanırdı...

Bir ara gözü bir çocuğa takıldı... Üstü başı perişan halde bir kenarda sessiz sessiz ağlıyordu... Hemen yanına gitti...

- Neyin var küçüğüm, neden oynamıyorsun..?

Çocuk burnunu çeke çeke konuşmaya başladı...

-Bugün bayram.. Herkesin yeni elbisesi var, benim yok... Herkes babası ile bir yerlere gidiyor, benim babam bizi terketti.. Herkes annesiyle eğleniyor, benim annem çok hasta evde yatıyor...

-Baban yoksa ben varım, deyiverdi Hamza... Çocuk anlamıştı ne dediğini... Gözüne baktı tanımadığı adamın... Elini uzattı Hamza...

-Gel seninle bir yere gidelim... Korkma benden zarar gelmez sana... Elinden tuttu çocuğun ve doğruca açık bir mağaza aramaya koyuldu.. Bulmuşlardı... Çocuğa takım elbise aldı.. Yerinde duramayan çocuğa baktı ve derinlere daldı.. Şeyda ile evlenmiş olsaydı, belki kendisininde bu yaşlarda bir çocuğu olacaktı... Öyle dalmıştı ki yanağına dokunan bir öpücükle kendine geldi... -

- Teşekkür ederim amca...

Hamza'nın ve çocuğun gözlerindeki sevinç görülmeye değerdi...

-Hadi seni evine götüreyim... Eve doğru giderken Hamza ev için birşeyler de almıştı... Babasının olmadığını ve hasta olduğunu söylemişti çocuk.. Evin önüne geldiler..
Hamza vedalaştı çocukla...

-Amca seni annemle tanıştırmak istiyorum..

-Ben de isterim ama eve girmem uygun olmaz..

-Bir şey olmaz, hadi kırmayın beni.. İstemeden de olsa içeri girdi... Evin içi perişan haldeydi... Aldıklarını mutfağa bıraktı.. Mutfakta da kuru ekmekler dışında bir şey yoktu...

Sonra oturma odasında yatan kadına gözü takıldı...
Galiba kanser hastasıydı.. Çünkü saçları dökülmüş, kel kalmıştı...

-Anne bak kimi getirdim sana... Kadın oğluna döndü.. Onu takım elbise içinde görünce şaşırmıştı...

-Benim oğlum nasıl da yakışıklı olmuş, dedi... O sırada Hamza içeri girdi... Bu nasıl olurdu... Karşısında duran Şeyda'nın ta kendisiydi... Her ikisi de donup kalmıştı... Bu durum bir süre devam etti.. Sessizliği bozan küçük Hakan oldu...

- Anne bak bu amca bana bu elbiseyi aldı.. Evimize de bir sürü yiyecek aldı.. Artık aç uyumayacaksın...

-Küçüğüm annenle bana biraz müsaade verir misin? Bir şey konuşacağım onunla...

-Tabi ki...

Sessizlik bir süre daha devam etti...

Şeyda başladı konuşmaya...

-Senden sonra biriyle evlendim... Zengin ve modern biriydi.. Başta çok iyiydik... Ama sonradan ruhsal sorunlar yaşamaya başladı ve benim kendisini aldattığımı düşünecek kadar paranoya hale geldi... Ve beni eve hapsetti...

Beni kapattığı odanın penceresi bile yoktu.. Çocuğumu bile göstermiyordu bana... Aylarca orada kaldım.. Kısaca bana KÖLE gibi davrandı (derken mahcubiyetle başını öne eğdi)... Sonra durumu düzeldi.. Ama bu arada ben kansere yakalandım... (özgür kalacak dediği saçları artık yoktu)..Hasta olduğum için üzerime kuma getirdi...(Yıllar önceki söyledikleri geldi yine aklına)...

Sonra da beni ve oğlumu evden kovdu... Oğlum şimdi yetim gibi büyüyor... Ve sen yıllar sonra yine bir yetimi sevindiriyorsun yine... Çok pişmanım... Söylediğim her sözün cezasını çektim yeteri kadar... Hamza konuşmuyor, Şeyda ise ağlıyordu....

Konuşmadan çıkıp gitti Hamza...

Ve ertesi gün... Kapı çalındı... Gelen Hamza'ydı.. Küçük Hakan Onu içeri davet etti...

Şeyda yatağında oturuyordu... Hamza'yı görünce heyecanlandı... Elinde bir paket vardı... Bu paket yıllar önceki paketin aynısıydı... Yoksa, yoksa içindekiler de aynı mıydı..?

Paketi aldı ve heyecanla açtı paketi.. Evet aynı Kuran, aynı başörtüsü, aynı tesbih (Tesbih kırılmıştı evet ama Hamza taneleri tek tek toplamış tekrardan dizmişti) ve gülsuyu...

Kapağını açtı gülsuyunun.. Aynısı olup olmadığını anlamak istedi... Kokladı, gayet güzel kokusu vardı hâlâ...

Aynısı olsaydı bozulurdu diye düşündü... Sanki içini okumuş gibi "Aynı gülsuyu" dedi Hamza.... Bozulmadan durmuştu yedi yıl boyunca...

-Bunlar senin Şeyda.. Eğer pişmansan biliyorum ki can atıyorsundur dinine dört kolla sarılmak için.. işte sana fırsat.. Kuran okumayı bilmediğini biliyorum ama mealini oku.. Okuduktan sonra da kararını ver... Yıllarca sakladım bunları.. Niye sakladığımı bilmeden.. Demek ki bu gün içinmiş...

Ve bir kitap daha çıkardı..

-Bu da senin.. Kitabın adı Hz. Fatıma.. Bir kadının örnek alması gereken büyük insanın hayatı... Bunu da oku...

Ve cebinden küçük bir kutu daha çıkardı...

-Bu da senin... Yıllar önce almıştım.. O gün parkta vermeye fırsat bırakmadın.. 15 gün sonra yine geleceğim, iyi düşün karar ver... Ve arkasını dönüp gitti... Kutuyu açtı Şeyda.. Evlilik yüzüğü vardı içinde.. Nasıl olur da evlenmek isterdi ki kendisiyle...

Kanserdi ve ölecekti... Sonra gözü Kuran'a takıldı.. Elini uzattı almak için... Hayır alamazdı.. Kuran'a abdestsiz dokunulmadığını biliyordu... Yerinden kalktı usulca.. Daha önce gördüğü ve bildiği kadarıyla abdest aldı...

Tekrar Kuran'ı almaya yeltendi.. Hayır yine dokunamazdı... Başörtüsünü aldı ve başını örttü... Aynaya baktı.. Nasıl da güzel olmuştu... Şimdi Kuran'ı alabilirdi... Ve okumaya başladı... 15 gün sonra... Hamza yine kapıdaydı... Şeyda kapanmıştı ve ayağa bile kalkmıştı... Gördükleri karşısında öyle memnun oldu ki hemen

"Helalim olur musun" deyiverdi... Evlenmişlerdi...

Şeyda tedaviye devam ediyor.. Gittikçe iyileşiyordu...

Hz. Fatıma'nın hayatı onu öyle etkilemişti ki her haliyle Onu örnek almaya çalışıyordu.. Şeyda'da ki bu büyük değişiklik de Hamza'ya kendisinin yıllar önce nasıl değiştiğini hatırlatıyordu..

Ikisi de doğru yolu bulmuşlardı... Sürekli okuyup kendilerini geliştiriyorlardı... Şeyda ölümden korkmuyordu artık...

Tam anlamı ile dört dörtlük bir mü'mine olmuştu...

Bir yıl sonra...

Çok istedikleri hacc farizasını yerine getirmek için uçağa binmişlerdi..

Hakan da yanlarındaydı...

Üçünün de içi içine sığmıyordu...

Lebbeyk Allahumme Lebbeyk nidaları ile kutsal topraklara ayak bastılar... Bir hafta olmuştu Medine'ye geleli...

Bir akşam vakti otelde Hamza Şeyda'ya seslendi

"Hanım hadi namaza geç kalıyoruz"... Ses vermedi Şeyda... Tekrar seslendi

"Canım hadi ama geç kalıyoruz".. Yine ses yok...

Yatak odasına doğru ilerledi Hamza...

Şeyda yatıyordu... Anlamıştı... O sonsuz yolculuğuna çıkmıştı...

"İnna lillahi ve inna ileyhi raciun" diyerek Şeyda'nın elini tuttu...

Elinde bir not vardı... "Hamzam kendimi iyi hissetmiyorum... Çok istemiştim kutsal topraklarda can vermeyi... Galiba RABB'im duamı kabul ediyor.. Vasiyetimdir: Beni senin aldığın gülsuyu ile yıkasınlar"... Cenaze işlemleri yapılmıştı... Şeyda morga kaldırılmış ve Türkiye'ye gönderilecekti...

O gece Hamza uykuya daldı.. Rüyasında Hz. Fatıma'yı görmüştü... Ve elinde o gülsuyu... Şeyda'yı yıkıyordu Hz. Fatıma... Ve mırıldanıyordu gülümseyerek

"Cennette arkadaş lazım bana" diyordu... Kan ter içinde uyandı Hamza...

Ve bir daha uyuyamadı... Sabah hemen kalktı gülsuyunu aramaya başladı...

Yoktu.. Koşarak morga gitti.. Görevliye yalvara yakara Şeyda'nın bulunduğu kabini açtırdı...

"Bismillah" diyerek açtı yüzünü...

Şeyda öyle gülümsüyordu dişleri görünüyordu bu gülümsemeden... Elleri titredi Hamza'nın...

Ağlıyordu bir taraftan...

Öyle güzel kokuyordu ki naaşı insanı büyülüyordu sanki... Biraz daha açtı örtüyü...

Ve ve ve düşüp bayıldı oracıkta...

Gülsuyu kutusu boş bir şekilde orada duruyordu...

Evet Şeyda Hz. Fatıma tarafından o gülsuyu ile yıkanmıştı...
 

Burak55

Üye
Üye
Katılım
Tem 15, 2012
Mesajlar
201
Tepkime Puanı
0
Puanları
16
Dini hikaye

Gencin birisi Kâbe'de hep,
"Ey dogrularin yardimcisi olan Allahım, ey haramdan sakinanlarin yardimcisi olan Allahım, sana hamdü sena ederim" diye dua eder.
Bu durum herkesin dikkatini çeker.
Birisi, (Neden hep ayni duayi yapiyorsun, baska bir sey bilmiyor musun?) der.
O da anlatir:
7-8 sene önce yine Kâbe'de iken içi altin dolu bir torba buldum. Tam 1000 altin vardi. Içimden bir ses (Bu altinlarla, sunlari sunlari yaparsin) diyordu. Hayir dedim kendi kendime, bu benim degil, baskasinin mali,kullanmam haram olur dedim.
Bu sirada birisi, "söyle bir torba bulan var mi?" diye bagiriyordu. Çagirdim onu, nasil bir torbaydi, içinde ne vardi diye sordum. Torbayi tarif etti ve içinde 1000 altin vardi dedi. Al öyleyse torbani diyerek verdim. Adam torbayi açip içinden bana 30 altin verdi. Pazara gittim. Temiz yüzlü genç bir esiri överek satiyorlardi. Gencin temizligi dikkatimi çekti. Yanlarina gittim, bu köle için ne istiyorsunuz dedim. 30 altin dediler. Adamdan aldigim 30 altini verip genci satin aldim.Bir iki yil geçti. Genç çok çaliskan, çok edepli idi. Onu aldigima çok memnun olmustum. Bir gün onunla giderken karsidan iki üç kisi geliyordu.
Genç bana dedi ki,Efendim, ben Fas emirinin ogluyum. Bu gelenler babamin adamlari. Beni buldular. Senden beni satin almak isterler. Sen iyi bir insansin, onlara 30 bin altindan asagiya satma) dedi.
O kisiler yanima geldi, bu esiri bize satar misin dediler. Satarim dedim. 60 altin verelim dediler. Olmaz dedim. Iyi ama sen bunu 30 altina almadin mi? Biz sana iki mislini veriyoruz dediler. Öyleyse gidin pazardan alin dedim. Artira artira 20 bin altina kadar çiktilar. 30 binden asagi olmaz dedim.Çaresiz kabul ettiler. Altinlari erip, genci alip gittiler. Ben o 30 bin altinla isyerleri açtim, ticaret yaptim, daha çok zengin oldum.
Bir gün bana arkadaslar, "çok zengin bir ailenin iyi bir kizi var.Babasi yeni vefat etti. Onunla seni evlendirelim" dediler. Ben de "olur" dedim. Nikah kiyildi. Deve yükleri çeyizini getirdiler. Çeyiz rasinda bir torba dikkatimi çekti. Kiza, "bu nedir" dedim. "Içinde 970 altin var, babam Kâbe'de bunu kaybetmis, bulan gence 30 unu vermis. Kalanini da bana hediye etti, çeyizine koyarsin dedi".
Demek ki buldugum altinlar benim rizkim imis, vermese idim haram yoldan gelecekti, simdi helal yoldan yine bana geldi. Bana yardim edip haramlardan koruyan, nice nimetler ihsan eden yüce Rabbime hamdederim.

Aci da olsa, dogrulari söyleyiniz. (hadis i serif)
Takdirden ötesi yok... Nasipten ötesi yok...
 

Burak55

Üye
Üye
Katılım
Tem 15, 2012
Mesajlar
201
Tepkime Puanı
0
Puanları
16
İlk Müslüman

Hazret-i Alîden 'r.a.' rivâyet edilir. Evvelâ islâa gelen, Ebû Bekrdir(r.a). Hazret-i Resûl-i ekrem 's.a.s.' ile ilk önce kıbleye durup, nemâz kılan Ebû Bekrdir. Ebû Bekrin(r.a) islâma geliş sebebi şöyle idi:

Hazret-i Ebû Bekr önceleri tüccâr idi. Sefer ve ticâret yapardı. Ekserî Şâma giderdi. Seferde iken, bir gece rü'yâ gördü ki, gökden ay inip, kucağına girdi. Ebû Bekr, iki eliyle onu kucakladı ve sînesine basdı. Uyandı. Yemlîhâ adında meşhûr bir râhib var idi. Ona varıp, rü'yâsını ta'bîr etdirdi. Râhib dedi ki,

- Sen nerelisin?

Ebû Bekr dedi;

- Arz-ı Hicâzdanım.

Tekrâr sordu:

- Ne iş yaparsın.

Ebû Bekr,

- Tüccârım, dedi.

Râhib dedi ki,

- Yâ Arabistanlı kişi. Bu rü'yâda, sana büyük müjdeler vardır. Ta'bîrini ister isen, ücretini ver, dedi.

Ebû Bekr(r.a) oniki dînâr çıkarıp, verdi.

Râhib dedi ki:

- O ay ki, gökden sana indi. Âhır zemân Peygamberidir. Yakınlarda zuhûr edecekdir. Sen Onun hayâtında iken vezîri olursun. Sonra halîfesi olursun. Yâ Arabistanlı kişi. Eğer ben sağ iken, Ona yetişir isen, bana haber ver. Ona varıp, buluşayım. Eğer ben dünyâdan gitmiş isem, selâmımı ona ulaşdırırsın. Ben Onun dînine girdim ve ümmetinden oldum. Beni âhıretde şefâ'atinden unutmasın.

Hazret-i Ebû Bekr(r.a),

- Bana bir mektûb ver, dedi.

Râhib, oniki satır bir mektûb yazıp, Ebû Bekre(r.a) verdi. O mektûbun mevzû'u şu idi.

(Esselâmü aleyke yâ Muhammed bin Abdüllah el Mekkî el Medenî el tehamî, salevâtullahi teâlâ aleyke ve selleme. Hakîkaten sen âhır zemân Peygamberisin! Ve Rabbilâlemînin Resûlisin. Bu mektûbu Ebû Bekr bin Ebû Kuhâfe ile sana gönderdim. Ma'lûm ola ki, ben sana îmân getirdim ve sana ümmet oldum. Ebû Bekr bana gelip, rü'yâsını ta'bîr etdirdi. O rü'yâ delâlet eder ki, Ebû Bekr senin vezîrin olur, sonra halîfen olur. Eğer ben sağ olup, hazretine yetişirsem, gelip önünde gâzâ ve cihâd ederim. Eğer yetişmezsem, âhıretde beni şefâ'atinden unutmayasın) diye mektûbu temâm etmişdir.

Hazret-i Ebû Bekr(r.a); rü'yâyı ta'bîr eden kişiye:

- Eğer ta'bîr etdiğin gibi olursa, yüz altın dahi bende senin emânetin olsun, dedi.

Şâm seferini bitirip, Mekkeye geldi. Bu hâdiseden oniki sene geçdi. Hak sübhânehü ve teâlâ, hazret-i Muhammede 's.a.s.' vahy eyledi. Bir gece o büyük Peygamber, Ebû Kubeys dağına çıkıp, gece yarısında dedi ki: Allahü teâlâya da'vet edenin da'vetini kabûl ediniz. Lâ ilâhe illallah, deyiniz. Ebû Bekr, serîr üstünde yatıyordu. Söylenilenleri işitdi. Eşhedü en lâ ilâhe illallah. Ve eşhedü enne Muhammeden Abduhu ve Resûlu. Birkaç gün sonra, Mekke sokaklarında, hazret-i Resûlullah 's.a.s.' ile buluşdu.

Hazret-i Fahr-i âlem ona dedi ki:

- Ne olaydı, islâma geleydin.

Ebû Bekr(r.a) dedi ki:

- Yâ Muhammed 's.a.s.'! Peygamber isen mu'cize gösteresin.

Hazret-i Resûl-i ekrem 's.a.s.', Ebû Bekrin göğsüne mubârek ellerini dayayıp, şöyle dıvâra yaslayıp, dedi ki,

- Sana o mu'cize yetmez mi ki, o rü'yâyı gördün. Yemlîhâ râhibe ta'bîr etdirdin. O zemândan on iki yıl geçdi. Ta'bîr edene on iki dînâr verdin ve yüz dînâr dahâ va'd etdin. Rü'yâyı ta'bîr eden, on iki satır bir mektûb yazıp, sana emânet verdi. Bunları bir-bir görüp, muttalî olup, mektûbda yazılan şudur, şudur deyip, takrîr buyurdular.

Ebû Bekr(r.a) işitip, parmak kaldırıp,

- (Eşhedü en lâ ilâhe illallah. Ve eşhedü enne Muhammeden Abduhu ve Resûlu. Ya'nî sen, o Peygambersin ki, Yemlîhâ râhib senden haber verdi, dedi.
 

Burak55

Üye
Üye
Katılım
Tem 15, 2012
Mesajlar
201
Tepkime Puanı
0
Puanları
16
Musa (a.s) ve Karınca




Hz. Musa a.s., köy köy, şehir şehir dolaşıp; insanlara Allah'ın dinini öğretirken, bir gün yolu Allah'ın, ceza olarak bütün halkını yaktığı bir köye düştü ve:

"Ey Rabbim" dedi. "Bu köyde yaşayanlar arasında çocuklar, günahsız, suçsuzz kimseler ve hayvanlar da vardı. Sadece suçluları ve günahkarları cezalandırabilecekken, böyle yapmayıp tüm köyü cezalandırmışsın. senin şefkatin ve acıman sınırsıdır ve sen tüm canlılara bu şefkatinle davranırın. Sen işlerini de bizim aklımıızn eremediği yüksek bilginle yaparsın. Buna olan inancım tamdır. Fakat ben merak ettim; günahkarlarla beraber masum insanları niçin yaktın?" diyerek,fazla oyalanmadan, yoluna devam etti.

Bir müddet sonra hem bir şeyler yemek, hem de yol yorgunluğunu biraz olsun üzerinden atmakbir ağacın altına oturdu. Ağacın az ötesinde büyük bir karınca yuvası vardı. Karıncalar harıl harıl çalışıyordu. Bu karıncalarda bir tanesi gelip dinlenmekte olan Hz.Musa aleyhisselamı ısırdı. Musa a.s karıncaya öfkelendi Yerdeki kurumuş odunlardan birini ateşle tutuşturdu, geldi, tüm karınca yuvasını ateşe verdi. Tüm karıncalar yanarak öldü. Musa a.s bildiren dini hükümler arasında karınca yakmak günah değildi.

Bunun üzerin Allah (c.c) şöyle seslendi:

"Ey Musa! Seni sadece bir tek karınca ısırmışken, sen bütün karınca yuvasını ateşe mi verdin. Bir karınca yüzünden koca karınca ülkesini her ana hamde eden, beni en güzel sözlerle öven bir toplumu yakıp yok ettin, öyle mi?"

Hz.Musa a.s. gerek kendi gördüğü karşısında söyledikleri, gerek yaptığı karşısında Cenab-ı Hakk'ın seslenişinden öğrenmiş oldu ki;

Suçlularla beraber olanlar, kendileri suçsuz olsalar dahi aynı cezaya uğrarlar. Ancak Allah c.c. hesap gününde onları birbirinden ayırır, her birine hak ettiği karşılığı fazlasıyla verir.

Bizler de kötü insanlarla beraber olmamalı, onların yaşadıkları yerlerde bulunmamalıyız. Bulunmak zorunda kalırsak onları uygun bir lisan ile uyarmalı, oradan bir an önce uzaklaşmaya bakmalıyız.
 

Burak55

Üye
Üye
Katılım
Tem 15, 2012
Mesajlar
201
Tepkime Puanı
0
Puanları
16
Hz. ZÜLKARNEYN (a.s) ve HÜKÜMDAR
Zülkarneyn (a.s), ölüm endişesi ve nefs engelini aşmaya çalışan bir kavme uğradı. Oradaki insanların elinde dünya serveti namına bir şey yoktu. Rızıklarını sebzeden temin ederlerdi. Sebzelerini korumakta çok ihtimam gösterirlerdi. Ayrıca bu kavimde herkes kendi mezarını kazar, hergün mezarını temizler ve ibadetlerini burada yapardı. Zülkarneyn (a.s.), bunların hükümdarlarını çağırttı. Hükümdar:
"Ben kimseyi istemiyorum. Beni isteyen de yanıma gelir." dedi.
Zülkarneyn (a.s.), bu söz üzerine hükümdarın yanına giderek:
"Ben seni davet ettim, niye gelmedin?" dedi.
Hükümdar:
"Sana bir ihtiyacım yok, olsa gelirdim." cevabını verdi.
Bunun üzerine Zülkarneyn (a.s):
"Bu haliniz nedir? Sizdeki bu hali kimsede görmedim." deyince hükümdar:
"Evet biz altın ve gümüşe kıymet vermiyoruz. Çünkü baktık ki, bunlardan bir miktar, bir kimsenin eline geçerse, bu sefer daha fazlasını isteyecek ve huzuru bozulacak. Onun için dünyalık peşinde değiliz." dedi.
Zülkarneyn (a.s):
"Bu mezar nedir? Neden bunları kazıyor ve ibadetlerinizi burada yapıyorsunuz?" diye sordu.
Hükümdar:
"Dünyalık peşinde koşmamak için bunu böyle yaptık. Mezarları görüp de oraya gireceğimizi hatırlayınca, her şeyden vazgeçeriz." dedi.
Zülkarneyn (a.s.):
"Niçin sebzeden başka yiyeceğiniz yoktur? Hayvan yetiştirseniz, sütünden, etinden istifade etseniz olmaz mı?" dedi.
Hükümdar:
"Midelerimizin canlı hayvanlara mezar olmasını istemedik. Bitkilerle geçimimizi sağlıyoruz. Zaten boğazdan aşağı geçtikten sonra hiç birinin tadını alamayız." diye cevap verdi.
 

Burak55

Üye
Üye
Katılım
Tem 15, 2012
Mesajlar
201
Tepkime Puanı
0
Puanları
16
BÖYLE ÖRNEK OLUYORDU İNSANLIĞA!
Onun ideali, insanlığa hizmetti, yoksa insanlığın kendisine hizmeti değildi. O sebepten eline geçeni yemek yedirir, içmez içirir, yönettiği insanların mutluluğuyla mutlu olurdu.
Yine adeti üzere bir miktar imkan biriktirmiş, çevresine de münadiler göndermişti.
Sesleniyorlardı Medine sokaklarında münadiler:
- Resulüllah mescidin önünde muhtaçları bekliyor. Miskin derecesinde ihtiyaç sahibi olanlar gelsin, hisselerine düşecek yardımı alsın, kimse mahrum kalmasın!
Az sonra mescidin önüne muhtaçlar toplanmışlardı. Mutluydular. Çünkü kasıp kavuran ihtiyaçlarının hiç olmazsa bir kısmını karşılayacak imkana kavuşacaklardı.
Nitekim düşündükleri gibi de oldu. Efendimiz gelenleri şöyle bir gözden geçirdikten sonra mevcudu da hesap ederek önünden geçenlere hisselerini veriyor, onlara tebessümle bakarak mutluluğunu da açıkça hissettiriyordu.
Mutluydu. Çünkü O'nun en büyük mutluluğu insana yardım, insana hizmetle meydana geliyordu. İşte o anda da insana hizmette bulunuyor, ihtiyaç sahiplerinin sıkıntılarını gideriyordu.
Nihayet elindeki mikan bitti, yardım isteyecek insan da bitti. Demek ki hesap iyi yapılmıştı.
Ne var ki çok sürmedi, ötelerden kan ter içinde koşup gelen bir bedevi görüldü. Adama hem ufkuna bakıyor, hem de nefes nefese koşmaya devam ediyordu. Nihayet geldi, şöyle bir nefeslendikten sonra söylendi.
- Yardım dağıttığınızı söylediler onun için nefes nefese koştum; ama yine de yetişemedim! Zaten hep şanssızım ben.
Çok üzgündü yoksul adam. Anlaşılan ihtiyacı da fazlaydı. Böyle bir fırsatı mutlaka değerlendirme niyetiyle koşmuştu; ama yine yetişememişti.
Sordular:
- İhtiyacın çok mu fazlaydı?
Saymaya başladı yardım alabilseydi neler alacağını.
Hepsi de zaruri ihtiyaçtı. Demekki adamın ihtiyacı şiddetliydi. Ama Rasulüllah'ın imkanı da bitmişti. Elinde avucunda olanı tümüyle vermiş, geriye tek dirhem bile kalmamıştı. Şimdi ne olacaktı?
Efendimiz şefkatle baktı bedeviye. Sonra da beklenmeyen teklifini yaptı yoksul adama:
- Üzülme ihtiyaçlarını yine alacaksın. Hem de hiçbirini bırakmaksızın!
- Nasıl? Diyerek heyecanlandı yoksul adam. Efendimiz kelimelere basa basa konuştu:
- Şimdi buradan kalk, şehrin içine dal, ihtiyaçlarını nerede bulursan al ve aldığın satıcılara da de ki:
- Mal bana ait, parasını ödemek de Resulullah'a! Allah'ın Resulü ödeyecektir. İstediğimi verin!
Resulüllah (sas) böylece verecek parası olmayınca muhtaçların borcunu yükleniyor, bir fırsatını bulup da ödeyeceğini düşünerek insanına böyle yardımda bulunuyor, insana hizmeti böyle en öne alıyordu.
Adam sevinçle çarşının yolunu tuttu. Zihninde neleri alacağının hesabını yaparak heyecanla gidiyordu.
Olaya şahit olan Hazreti Ömer, fedekarlığın bu kadarına razı olamamış gibiydi.
Nihayet düşüncesini dile getirmekten kendini alamadı da dedi ki:
- Ya Resulellah! Sen gücünün yettiğiyle mükellefsin, yoktan da vermekle değil. Elinde olanı tümüyle dağıttın, geriye bir şey kalmadı. Neden başkalarının borçlarını da yükleniyor, onların ihtiyaçlarını da karşılamak zorunda bırakıyorsun kendini? Bu kadarı da fazla değil mi?
Bu sözlerden hiç de memnun olmayan Resulüllah'ın yüzündeki tebessümün kaybolduğu görüldü. Halbuki o ana kadar çok mutluydu, tebessümü hiç eksik etmemişti.
Bu defa da masum bir adam söze karıştı;
- Ya Resulallah sen Ömer'e bakma ver, Allah da sana verir, dedi.
Bu söze memnun olan Resulüllah'ın tebessümü tekrar yüzünde belirdi, 'fedekarlığa devam et' sözünden memnun olduğu anlaşılıyordu.
 

Burak55

Üye
Üye
Katılım
Tem 15, 2012
Mesajlar
201
Tepkime Puanı
0
Puanları
16
TEVAZU
Ahmed Rufai Hazretleri, bir gün talebelerine:
- İçinizde kim bende bir ayıp görüyorsa bildirsin, dedi.
Müritlerinden biri:
- Efendim, sizde büyük bir ayıp var, diye cevap verdi.
Ayıbını talebesine soracak kadar kendini aşmış bu mütavazi insan hiç kızmadı, talebesi böyle söylüyor diye üzülmedi, belki sadece ayıbından kurtulabilmek ümidiyle sordu:
- Söyle dedi, kardeşim, o ayıbım nedir?
Talebe gözleri dolu dolu:
- Bizim gibilerin size talebe olması, dedi.
Bu söz gönüllere çok tesir etmiş, sohbette bulunan herkes ağlamaya başlamıştı. Ahmed Rufai Hazretleri de ağlıyordu. Bir ara sadece;
- Ben sizin hizmetçinizim, ben hepinizden aşağıyım diyebildi.

* * *

Evet, keşke insanlar tabi olanlara bakıp, tabi olanlarda, tabi olunanı aramasalardı... Zira hem dün, hem bu gün o altın halkayı temsil eden büyüklerin etrafındaki insanlar, ne denli nezih olurlarsa olsunlar, onları gösterebilmekte çok acizdirler. Bugün dahi, bir büyük gönül erinin yanına gelip giden insanlar; idareciler, gazeteciler, din adamları, "Talebelerinin ufku hocalarının çok gerisinde." demektedirler. Zaten, o cevher farkıdır ki, sair madenleri kirlerinden arındırır.
 

Burak55

Üye
Üye
Katılım
Tem 15, 2012
Mesajlar
201
Tepkime Puanı
0
Puanları
16
MAL VE SERVETİN BEKÇİSİ ZEKAT
Hasan anlatıyor: Bir gün etrafına halkalanan sahabilere Peygamber (s.a.v) "zekat, mal ve servetin koruyucusudur, bekçisidir" diyen hadisi söylerken yanlarına bir Hıristiyan tüccar uğradı. Zekat hakkında Peygamberimizin bütün söylediklerini dinledikten sonra kalkıp giderek zekatını verdi.
Bu hıristiyan tüccarın bir de ortağı vardı ki, o sırada Mısır'a ticarete gitmişti. O devirde ticaret kervanlarla yapıldığından hırsızlar, sürekli olarak kervanların yolunu kesip paralarını soyuyorlardı. Tüccar da içinden şöyle geçirmişti. "Eğer Muhammed'in söyledikleri doğru ise ortağım malı ile birlikte sağ salim döner, ben de iman edip müslüman olurum. Yok eğer Muhammed yalan söyleyip de milleti kandırıyorsa, ortağım sağ salim dönmez onu yolda hırsızlar soyarlar ki, ben de o zaman kılıcımı çekip Muhammed'e cevap vereceğim."
Bir aralık kervandan bir mektup gelir. Hırsızlar kervanın yolunu kesmiş, bütün ağırlıklarını soyup kaçmışlar. Ne mal, ne elbise, hiçbir şey bırakmamışlar.
Mektubun bu satırlarını okur okumaz derin bir üzüntüye garkolan Hıristiyan tüccar hemen kılıcını kuşanır, Peygamber'e savaş açmak üzüre yola koyulur. Tam yola çıkacağı sırada ortağı, "Arkadaşım, sakın üzülme" der. Hırsızlar kervanın önünü kestiklerinde ben kervanın epey arkasındaydım. Bana hiç bir şey olmadı. Ben ve bütün mallarımız kurtulduk. Yakında geleceğim, selamlar..."
Bunun üzerine Peygamber'n hak ve doğru söylediğine inanan Hıristiyan tüccar, Peygamber'e (s.a.v.) vararak, "Ey Allah'ın Rasulü!.." der. "Bana İslamiyeti açıklayın iman edeceğim."
Açıklanınca da imana gelerek, İslam bayrağı altına girer ve böylece üstün insanlık şerefini kazanmış olur.
 

Burak55

Üye
Üye
Katılım
Tem 15, 2012
Mesajlar
201
Tepkime Puanı
0
Puanları
16
Allah’ı Kefil Yapan Kişi

Ebu Hureyre (Radiyallahu Anh) şöyle dedi:

Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem), israil oğullarından bir adamı zikretti ve şöyle buyurdu:

“O adam, israil oğullarının bazısından borç olarak bin dinar vermesini istedi.

Borç vermek isteyen kişi:

−Şahitleri getir, onları şahit yapacağım dedi.

Borç isteyen:

−Allah şahit olarak yeterlidir dedi.

Borç vermek isteyen kişi:

−O halde bana kefil getir dedi.

Borç isteyen:

−Allah kefil olarak yeterlidir dedi.

Borç vermek isteyen kişi:

−Doğru söyledin dedi ve ona isimlendirilen bir vakte kadar bin dinarı verdi. Parayı alan peşinden denize ticaret için açıldı. İhtiyaçlarını giderdi sonra takdir edilen vakitte borcunu ödemek için kendisine ödünç veren kimseye gelmek üzere gemi aradı. Fakat bir gemi bulamadı.

Bunun üzerine bir odun parçası alıp onun içini oydu. İçine bin dinarı ve bir de borç aldığı kimseye yazdığı mektubu koydu. Sonra oyuk yeri iyice kapattı ve tesviye etti. Sonra odunu deniz kenarına getirdi ve şöyle dua etti:

−Ey Allah’ım! Kuşkusuz Sen biliyorsun ki, ben falandan bin dinar borç istedim. O benden kefil istedi.

Ben:

−Kefil olarak Allah yeterlidir dedim. O senin kefilliğine razı oldu. O benden şahit istedi.

Ben:

−Şahit olarak Allah yeterlidir dedim. O senin şahitliğine razı oldu ve bana borç verdi. Ona borcu göndereyim diye gemi bulmaya çalıştım, fakat bulamadım. Artık ben, bin dinarı sana emanet ediyorum dedi ve o odunu denize attı.

Odun denizin içine girdikten sonra, oradan kendisini beldesine götürecek bir gemi bulmak için geri döndü. Borç veren de onun dönmesini umarak deniz kenarına çıktı ve belki bir gemi parasını getirmiş olabilir diye gözetliyordu.

Bu sırada birden sahilde içinde para olan odunu gördü. Onu ailesine yakacak bir odun olarak aldı. Evde onu parçalayınca içinde ki paraları ve mektubu buldu. Sonra borç alan kimse, kendisine borç veren kimseye geldi ve ona bin dinarı getirdi:

−Allah’a yemin ederim ki, paranı sana getirmem için bir gemi aramaya devam ettim. Fakat sana geldiğim bu vakitten önce bir gemi bulamadım, dedi ve borcunu verdi.

Alacaklı kimse:

−Sen bana bir şey gönderdin mi? dedi.

Borçlu:

−İçinde sana geldiğim şu günden önce bir gemi bulamadığımı sana haber veriyorum.

Alacaklı kimse:

−Kuşkusuz ki Allah, senin odun içinde gönderdiğin borcunu senin adına ödedi. Dolayısıyla getirdiğin bu bin dinarı raşid olarak götür dedi.”
 

Burak55

Üye
Üye
Katılım
Tem 15, 2012
Mesajlar
201
Tepkime Puanı
0
Puanları
16
ALLÂH'I BİLMEYE YÜZ DELİL...


Fahreddîn-i Râzî Herat ve civarında bozuk inançları yaymakla meşgul olanlarla mücâdele ediyor, Müslümanlar'ı bunların tehlikelerine karşı korumaya çalışıyordu. Üç yüz kadar atlı talebe ve âlim ile Herat'a geldiğinde; hem devlet, hem din büyükleri akın akın ziyaretine gelmiş, alâka göstermişlerdi. Ama birileri vardı ki; ne geliyor, ne de gelme arzusu ızhâr ediyordu. Acaba Fahreddîn-i Râzî hazretlerinin muhâliflerinden miydi?

Halktan bir zengin, bir gün Fahreddîn-i Râzî hazretlerini bahçesinde yemeğe dâvet etti. Maksadı; ziyaretine gelmeyen zâtı da orada bulundurup, görüşmelerini ve bir yanlış anlamanın meydana gelmemesini temin etmekti.

Fahreddîn-i Râzî hazretleri, yemekte karşılaştığı ziyaretine gelmeyen zâta,

- Niçin bizi ziyârete gelmediniz? diye sordu. Şöyle cevap verdi o zât:

- Ben fakirin biriyim. Ne ziyâretinize gelişim size bir şeref kazandırır, ne de gelmeyişim size bir şey kaybettirir. Siz mühim kimselerle meşgul olun.

Bu cevap Fahreddîn-i Râzî hazretlerini düşündürdü. Bu defa büsbütün meraklanarak ısrarla suallerini peşi peşine sıraladı:

- Bu, sıradan birinin sözüne benzemiyor. Kalbi-gönlü uyanık birinin cevabıdır bu. Şimdi daha çok meraklandım. Söyleyin lütfen niçin gelmiyorsunuz? Bize vermek istediğiniz bir mesajınız olmalı.

- Sen, 'Müslümanlar'ın benim ziyâretime gelmeleri vâciptir' diyormuşsun. Neden senin ziyâretine gelmek vâcip olsun?

- Ben ilim ehli biriyim. Benim ziyâretime gelenler aslında benim değil, ilmin ziyâretine gelmiş olurlar. Mücâdelemde bana yardımcı olmuş, beni desteklemiş sayılırlar.

- Öyle ise anlat bakalım... İlmin hedefi Allâh'ı bilmek olduğuna göre, nasıl biliyorsun Hazret-i Mevlâ'yı?

- Yüz delil ve burhan ile biliyorum Allah Teâlâ'yı...

- Peki öyleyse, söyler misin; burhan ve delil, şüpheleri gidermek için değil midir? Demek sende bu kadar şüphe varmış ki her birine delil aramış; ancak bu delillerle şüpheni gidermişsin. Halbuki Allahü zû'l-Celâl bana, öyle bir îman verdi ki; şüphenin zerresi bile kalbimde yoktur. Olmayan şeyi gidermek için ne diye delil ve burhan arayayım?

Bu cevaptan sonra bir suskunluk başlar. Neden sonra yerinden kalkan büyük müfessir Fahreddîn-i Râzî hazretleri,

- Uzat elini de öpeyim. Sen sıradan biri değil, bir îman ve ihlâs numûnesi mâneviyât sultânısın. Kim isen söyle de beni daha fazla merakta bırakma.

Fahreddîn-i Râzî hazretlerinin kulağına eğilen birinin, fısıltı hâlinde söyledikleri şundan ibârettir:


- Konuştuğun zât, Necmüddîn-i Kübrâ hazretleridir.

Fahreddîn-i Râzî hazretleri hemen diz çöküp rica eder:

- Lütfen beni de kabul buyurun tâlipleriniz arasına da, ben de iştirak edeyim sohbetlerinize...

* * *

İşte zâhirî ilimle bâtınî ilmin farkı... İşte zâhirî ilim ehli ile, zû'l-cenâhayn olan mâneviyat erbâbının seviye ve dereceleri... Keza, aralarındaki diyaloğun güzelliği ve hakkı teslim ile neticelenişi... Ve, biribirlerine karşı olan nezâket ve saygıları...

Zamanımız 'tartışmacıları'na örnek olması dileğiyle...
 

Burak55

Üye
Üye
Katılım
Tem 15, 2012
Mesajlar
201
Tepkime Puanı
0
Puanları
16
Hz.Cebrail ' in dilinden Cehennem... Bir gün Peygamber efendimiz Cebrail aleyhisselama Cehennemi sordu. Cebrail aleyhisselam da uzun uzun Cehennemi anlatti. Peygamber efendimiz anlatilanlara dayanamayip bayildi. Ayildiginda buyurdu ki: - Ey Cebrail, böyle siddetli, felaket yere benim ümmetim girecek mi? - Evet. Ümmetinin büyük günah isliyenleri Cehenneme girecektir. Bunun üzerine Peygamber efendimiz cok agladi. Cebrail aleyhisselam da agladi. Sonra odasina cekildi. Sadece namaz icin disari cikiyor bunun disinda kimseyle görüsmüyordu. Peygamber efendimizin disari cikmayisinin ücüncü günü hazreti Ebu Bekir kapısının önüne gelerek. - Resuluüahi görmek mümkün mü? diye seslendi. Fakat, icerden bir cevap gelmeyince agliyarak kapidan ayrildi. Sonra hazret-i Ömer gelip, ayni sekilde söyledi. Ona da cevap gelmeyince agliyarak oradan ayrildi. Sonra Selman-i Farisi hazretleri geldi. Ona da bir cevap verilmeyince, agliyarak hazret-i Alinin evine gidip durumu anlatti. Hazret-i Fatima hemen hane-i saadete kostu. - Ey Allahin Resulü ben kiziniz Fatima, dedi. Peygamber efendimiz o anda secdeye kapanmis ümmeti icin agliyordu. Hazreti Fatima, kapi acilip iceri girince babasinin aglamaktan yüzünün sarardigini gördü. - Babacigim size böyle ne oldu? diye sordu. Peygamber efendimiz buyurdu ki: - Ey Fatima, bana Cebrail gelip Cehennemi, tabakalarini anlatti. Ümmetimden büyük günah isliyenlerin Cehenneme atilacagini bildirdi, iste beni aglatan kederlendiren budur.
 

Burak55

Üye
Üye
Katılım
Tem 15, 2012
Mesajlar
201
Tepkime Puanı
0
Puanları
16
Resul-i Ekrem (s.a.v) bir gün şöyle buyurdu:
"Yazıklar olsun ahir zaman babalarına!"
-Bunun üzerine ashap sordu: "Yoksa müşrik mi olacaklar?"
Peygamberimiz (s.a.v) şöyle buyurdu:
"Hayır, Müslüman kalacaklar; ama çocuklarına dini öğretmeyecek ve hatta çocukları dini öğrenmek istediklerinde onlara engel olacak ve onları dünya malı kazanmaya sevk edeceklerdir. İşte ben böyle babalardan uzağım; onlar da benden uzaktırlar.
 

Burak55

Üye
Üye
Katılım
Tem 15, 2012
Mesajlar
201
Tepkime Puanı
0
Puanları
16
Ashâb-ı Kirâm’dan Ebû Zerr hazretleri bir gün Peygamber Efendimize: “Bana tavsiyede bulun yâ Rasûlallah” diye ricâda bulununca Peygamber Efendimiz Hz. Ebû Zerr’e şu nasîhatlerde bulundu:
— Sana Allah’tan korkmanı tavsiye ederim. Çünkü Allah korkusu her işin başıdır.
— Kur’ân’ı oku, Allah’ın zikrine sarıl. Çünkü zikrullah senin için yeryüzünde ışık, gökte de saklanan bir azıktır.
— Sakın çok gülme. Zîrâ çok gülmek kalbi öldürür, yüzünün nûrunu söndürür.
— Çok konuşmamaya çalış çünkü bu, şeytanın senden uzaklaşması için bir vesîle, dînini koruman hususunda bir yardımcıdır.
— Fakirleri sev, onlarla hemdem ol.
— Senden aşağıdakilere bak, senden üstünlerine bakma. Bu, Allah’ın sana verdiği nimetleri küçümsememen için en uygun yoldur.
— Acı da olsa hakkı söyle.
— Bildiğin kusurların seni, halkın eksikliklerini araştırmaktan alıkoysun. Yaptığın bir işi, başkaları yaptığında kızma. Kendi noksanlarını görmeyip, insanların ayıplarıyla meşgul olman, irtikâb etmekte olduğun bir fiili insanlar yaptığında kendilerine kızman ayıp olarak sana yeter, dedi ve eliyle göğsüne vurarak:
— Ey Ebû Zerr! Tedbir gibi akıl, günahlardan sakınmak gibi verâ, güzel ahlak gibi servet yoktur, buyurdu.
 

Burak55

Üye
Üye
Katılım
Tem 15, 2012
Mesajlar
201
Tepkime Puanı
0
Puanları
16
Peygamberimizin Sırrını Açıkladığı Sure

İhlâs Suresi iç içe sırlarla, dünya ve âhiret mutluluğu ile dolu, fazileti ve sevabı saymakla bitmeyen bir suredir.

İhlâs Suresi hem dünyanın hem de âhiretin mutluluk vesilesidir. Bu iki sırrı Peygamberimiz şöyle dile getirir:
“Günde iki yüz defa İhlâs Suresi’ni okuyan kimsenin, borcu hariç elli senelik günahı bağışlanır.
“Uyumak için yatağa giren kimse sağ tarafı üzerine yatar, sonra yüz defa İhlâs Suresi’ni okursa; kıyamet gününde Cenab-ı Hak o kula şöyle der:

“Ey kulum! Cennete sağ taraftan gir.”
 

Burak55

Üye
Üye
Katılım
Tem 15, 2012
Mesajlar
201
Tepkime Puanı
0
Puanları
16
Ömer'e Gelin Olmak
Hazret-i Ömer r.a. Halife.. Her zamanki tedbili kıyafet haliyle.. Gece... Medine sokaklarını dolaşıyor dolaşıyor... Karanlık gece... Bir evin önünden geçmekte... Evden sesler gelmekte... Acaba ne oluyordu? Durdu. Kulak kabarttı. Dinlemeye başladı. Bir anne ve kızı.

Anne:

-Kızım, yarın satacağımız süte su karıştır!

-Anne, Halife süte su karıştırmayı yasak etmedi mi?
-Kızım, gecenin bu saatinde Halifenin nereden haberi olacak, O şimdi yatağında uyuyor.

-Anne! Anne! Halife uyuyor, haberi olmaz diyorsun! Herşeyi bilen, gören ve herşeye kâdir olan Allahü teâlâ bizi görüyor, hâlimizi biliyor! Hilemizi insanlardan gizleyebiliriz, fakat herşeyi bilen ve gören Allah'tan nasıl gizlersin?

Hazret-i Ömer, bu kızın güzel ahlâkına çok hayran kaldı. Bu durumu hanımına da anlattı. Sonra da , o kızı oğlu Âsım'a nikâh etti. Kız Ömer'e gelin oldu.

Ömer'e gelin olmak o kadar kolay ki...
Allah'ın her şeyi bildiğini ve gördüğünü bilmek, ondan bir şey gizlenemeyeceğini idrak etmek ve o hal ile yaşamak o kadar o kadar kolay ki...

Gelin olunacak Ömer'mi, her devirde bir Ömer bulunur, yeterki o güzel ahlak olsun.
Ömer bulur Ömer'e buldurulur...
 

Burak55

Üye
Üye
Katılım
Tem 15, 2012
Mesajlar
201
Tepkime Puanı
0
Puanları
16
Rüyada Bildirilen Beş Sır

Önceki Peygamberlerden birisi, bir gün bir rüyâ görür. Rüyâsında kendisinden, sabahleyin kalkınca karşısına ilk çıkan şeyi yemesi, ikinci olarak karşılaştığı şeyi gizlemesi, üçüncü olarak karşılaştığı şeyi kabûl etmesi, dördüncü olarak, karşılaştığını yeise, ümitsizliğe düşürmemesi, beşinci olarak karşılaştığından da kaçması istenir.

Sabah olur. O peygamber aleyhisselâm kalkınca, karşısında gözüne ilk çarpan büyük ve kapkara bir dağ olur. Bu manzara karşısında duraklar, hayrete düşer ve kendi kendine, "Rabbim bana onu yememi emretti. Rabbim bana, gücümün yetmeyeceği şeyi emretmez" diye düşünür.

Onu yemeğe azmederek oraya doğru yürür. Fakat yanına yaklaşınca dağ birden küçülür, küçülür ve baldan daha tatlı bir lokma hâline gelir. Peygamber onu yiyerek yola koyulur.

Biraz gidince karşısına altın bir tas çıkar. Hemen bir çukur açarak onu toprağa gömer ve tekrar yola koyulur. Fakat biraz gittikten sonra dönüp arkasına baktığında altın tasın toprağın üstüne çıkmış olduğunu görür. Geri döner. Onu tekrar gömerek yine yoluna devam etmek üzere hareket eder. Fakat biraz gidince yine dönüp geriye baktığında, altın tasın yine dışarıda olduğunu hayretle müşâhede eder. Bu dönüp gömmeler birkaç defa tekrarlandığı hâlde altın tas yine üste çıkar. Nihâyet peygamber, "Ben, Rabbimin bana olan emrini yerine getirdim" diyerek onu gömmek için bir daha geri dönmez ve yoluna devam eder.

Biraz gidince, kendisine doğru gelen bir kuşla karşılaşır. Kuşun peşinde de bir şâhin var. Kuş, "Ey Allahın nebîsi, beni kurtar" diyerek Peygamberden yardım ister, Peygamber de onu himâyesine alarak, "Üçüncü olarak karşılaştığın şeyi kabûl et" emri gereğince onu yeninin içine saklar.

Bu arada onu avlamak için peşinden gelmekte olan şâhin gelip, "Ey Allahın nebîsi, ben aç idim. Sabahtan beri onu avlayıp karnımı doyurmak için uğraşıyordum. Tam yakalayacağım sırada onu benden aldın. Rızkıma mâni olma!" der. Bu sırada Peygamber aleyhisselâm, "Benden, üçüncü olarak karşılaştığımı kabûl etmem, dördüncü olarak karşılaştığımı da yeise düşürmemem istenmişti. Üçüncü bu kuş. Onu kabûl edip kurtardım. Ya dördüncüyü ne yapayım? Onu ümitsizliğe düşürmemem lâzım" diye düşünür. Yanında bulunan etten biraz keserek beklemekte olan avcı kuşa atar. O da onu alıp gider. O uzaklaşınca saklamakta olduğu kuşu da salıvererek yoluna koyulur.

Yolda ilerlerken beşinci olarak pis kokulu bir cîfe, pislik ile karşılaşır. Geceki rüyâ gereğince ondan da süratle uzaklaşır. O gece rüyâsında kendisine gündüz olan hâdiselerdeki hikmet, sır şöyle izâh edilir:

"Birinci olarak, çok büyük ve kapkara bir dağ olarak gördüğün ve sonradan baldan daha tatlı bir lokma hâline gelen şey, öfke ve kızgınlıktır. Öfke, önce büyük bir dağ hâlindedir. Sabır edildiği ve yenildiği zaman baldan daha tatlı bir lokma olur.

İkinci olarak karşılaştığın altın tas, güzel ve iyi amellerdir. İyi ve güzel ameller, hareketler, davranışlar ne kadar örtülürse örtülsün, yine de açığa çıkar ve kendilerini belli ederler.

Üçüncü olarak, sakladığın kuş, sana sığınana ihânet etmemeni, himâyene almanı öğretmek istemektedir.

Dördüncü hâdise, birisi senden bir şey istedi mi, kendi ihtiyâcın olsa bile onun hâcetini görmek gerektiğine işârettir.

Beşinci olarak karşılaştığın ve kendisinden kaçtığın pis kokulu cîfe gıybete işârettir. Gıybet eden, ötekini-berikini çekiştiren insanlardan, pis kokulu cîfeden kaçarcasına kaç!..
 

Burak55

Üye
Üye
Katılım
Tem 15, 2012
Mesajlar
201
Tepkime Puanı
0
Puanları
16
Boş Dönmemiş Olursun

Ahmed bin Hadraveyh hazretlerinin evine bir gün hırsız girdi. Her tarafı aradı, fakat götürecek bir şey bulamadı. Eli boş döneceği zaman Ahmed bin Hadraveyh;

- Ey genç! Şu kovayı al su doldur. Abdest al ve namaz kıl. Bu arada evime belki bir şey gelir, sana veririm. Böylece evimden boş dönmemiş olursun, dedi.

Genç onun emrettiği gibi hareket etti. Sabah olunca zengin birisi Ahmed bin Hadraveyh'e yüz elli altın getirdi. Ahmed bin Hadraveyh hazretleri bu parayı o gence vererek;

- Al bu gece kıldığın namazlar sebebiyle sana mükafattır." dedi.

Genç onun bu merhamet ve iltifâtı karşısında şaşırdı, hâli de değişti. Sonra; "Yolumu kaybetmiş, bozuk işlere dalmıştım. Bir gece hayırlı bir iş yapıp Allahü teâlâya ibâdet ettim. Rabbim de bana böyle ihsânda bulundu." diyerek tövbe edip Ahmed bin Hadraveyh hazretlerine talebe oldu.
 

Burak55

Üye
Üye
Katılım
Tem 15, 2012
Mesajlar
201
Tepkime Puanı
0
Puanları
16
Yermük'te Bir Komutan
Hz. Ömer R.A.'ın halifelik döneminin başlarında, Suriye'nin fethi sırasında Yermük mevkiinde Bizanslılar ile müslümanlar arasında çok çetin bir savaş olmuştu (Ağustos, 636). Bu savaşta müslümanların komutanı 'Seyfullah' lakabını taşıyan Halid bin Velid R.A. idi.
İşte bu savaşın kızıştığı sırada, Bizans ordusunun önde gelen komutanlarından Cerece (Yorgi) öne çıkarak, Halid bin Velid R.A.'ı yanına çağırdı. Omuz omuza yanaşmış atları üzerinde iki komutan şöyle konuştular:

- Halid! Bana doğu söyle. Allah'ın, Peygamberiniz'e gökten bir kılıç indirdiğini ve o kılıcı sana verdiğini söylüyorlar. Sen de bu kılıcı kime çekersen onu hezimete uğratırmışsın, doğru mu?

- Hayır. Allah bize Peygamberi'ni gönderdi. O da bizi imana davet etti. Rasulullah A.S. iman ettiğim sırada bana şöyle demişti: 'Sen, Allah'ın müşriklere çektiği bir kılıçsın.' Sonra da zafer kazanmam için bana dua etti. Böylece bana Seyfullah, yani Allah'ın Kılıcı ismi verildi.

- Siz bizi neye davet ediyorsunuz?

- Allah'tan başka ilâh olmadığına, Muhammed A.S.'ın O'nun kulu ve elçisi olduğuna şehadet etmeye. O'nun Allah'tan getirdiği şeyleri kabul etmeye davet ediyoruz.

- Bugün dininize giren kimse sizinle aynı mükâfata erer mi?

- Evet. Bu gün sizden İslâm'a giren, belki bizden üstün olacaktır. Çünkü bizim Peygamberimiz'den gördüğümüzü siz görmediniz.

Bu konuşmadan sonra, Yorgi Hz. Halid bin Velid R.A.'ın yanına geçerek İslâm'a girdi. O'nun çadırında guslederek iki rekat namaz kıldı. Halid bin Velid R.A. ile çıkıp atına bindi. Bizanslılar'la savaşa girişti.

Bizanslılar durumu görünce çok şiddetli bir hücuma geçtiler. Sonuçta savaşı müslümanlar kazanırken, ancak iki rekat namaz kılabilmiş olan general Yorgi o gün şehid olmuştu.
 

Burak55

Üye
Üye
Katılım
Tem 15, 2012
Mesajlar
201
Tepkime Puanı
0
Puanları
16
PEYGAMBER ALEYHİSSELAM, bir gün Medine pazarına çıktı. Yanında on gümüş kadar parası vardı. Kendisine dört gümüşe bir gömlek satın aldı. Ancak, bir fakir adam gelip, kendisinden o gömleği istedi. Resulullah gömleği ona verdi. Geriye dönüp dört gümüşe bir gömlek daha satın aldı. Derken, ağlayan küçük bir kız çocuğu gördü ve yanına yaklaşıp neden ağladığını sordu.
“Ev sahibim bana un almam için iki gümüş vermişti” dedi küçük kız, gözyaşlarını silerek. “Ama ben parayı kaybettim.”
Resulullah, yanında kalan son iki gümüşü de o kız çocuğuna verdi.
“Ağlama, unu bununla alabilirsin!” buyurdu.
Paraları alan küçük kızın ağlaması bir miktar durduysa da, tamamen kesilmedi.
“Ama eve geç kaldığım için beni dövecekler!” dedi hıçkırarak.
Peygamber Aleyhisselam kızın elini tuttu, gittiler unu aldılar. Bir elinde küçük kız, öteki elinde un, beraber kızın evine doğru yola çıktılar.
Akşam vaktiydi. Ev sahibi küçük hizmetçisini beklerken, karşısında Âlemlerin Efendisi’ni görünce hem çok şaşırdı, hem de çok sevindi.
Peygamber Aleyhisselam:
“Geç kaldığı için ceza almaktan korkuyordu. Sakın onu dövmeyin!” buyurdu.
Ev sahibi:
“Ey Allah’ın Resulü! Sizin evimi şereflendirmenize sebep olduğu için ben onu azad ediyorum, artık hürdür!” dedi.
Peygamber Aleyhisselam bu işe çok sevindi ve:
“Allah’ım şu on gümüş ne kadar da bereketli imiş. Onunla bana ve bir fakire gömlek giydirdin ve bu kız çocuğunu sevindirip, hürriyetine kavuşturdun!”
 

Burak55

Üye
Üye
Katılım
Tem 15, 2012
Mesajlar
201
Tepkime Puanı
0
Puanları
16
ÜÇ NASİHAT,ÜÇ BİN DİRHEM
Hikmet ehli zatlar buyuruyor ki : Zamanın birinde yeni evlenen gencin biri, ilim öğrenme hevesiyle köyden ayırılır.Uzun bir yolculuktan sonra şehre varıp medrese ararken, işçiye ihtiyacı olan bir zenginle karşılaşır.Zengin iyi para verince, niyetini bozup onun yanında çalışmaya başlar.20 yıl bunun yanında çalışıp, üç bin dirhem para biriktirir.Sonra köyüne dönmeye karar verir.
Yolda konakladığı bir yerde biri bende öyle bir nasihat var ki,bunu alan dünyada ve ahirette rahat eder;fakat bedeli bin dirhem der. Adam (Evden ilim öğrenmek için çıkmıştım,bunu öğrenemedim,bari bu nasihatı alayım,kalan iki bin dirhem bana yeter) deyip buna bin dirhem vererek,karşılığında ("KAZA VE KADERDE NE VARSA O OLUR ! KADERDE OLANDAN BAŞKASI BAŞA GELMEZ") nasihatini alır.Yoluna devam eder. Başka bir konak yerinde yine böyle birisiyle karşılaşır.Bu da bende öyle bir nasihat var ki, bunu alan dünyada ve ahirette rahat eder;fakat bedeli bin dirhem diye bağırıp durur.
Adam bin dirheme de bunu alayım kalan bin dirhem bana yeter deyip bin dirhem de ona vererek karşılığında ("GÖNÜL KİMİ SEVERSE,GÜZEL ODUR!") nasihatini alır.Yoluna devam ederken başka bir konaklama yerinde yine birine rastlar.Bu kişi de bende öyle bir nasihat var ki, bunu alan dünyada ve ahirette rahat eder;fakat bedeli bin dirhem diye bağırıp durur..Adam bu sefer kendisiyle mücadeleye başlar.Bir yandan ilim öğrenememenin acısı diğer yandan kalan son para.Sonunda ilim öğrenme sevgisi ağır basar tekrar çalışır kazanırım diyerek bin dirhem de ona vererek karşılığında (HOŞLANMADIĞIN UYGUNSUZ BİR DURUMLA "KARŞILAŞTIĞIN ZAMAN ACELE ETME") nasihatini alır.
Yoluna devam eder.Yolda bir kalabalıkla karşılaşır.Yanlarına vardığında derler ki şu kuyunun içinde bir deli var,yanında da bir kız var köyümüzün suyunu kesti.Kim içeri girerse öldürüyor,bizi bu sıkıntıdan kurtarana şu çömlekteki altınları vereceğiz.
Adamın aklına birinci nasihat olan, KAZA VE KADERDE NE VARSA O OLUR sözü gelir.Kuyuya iner,deli : Sana bir soru soracağım bilirsen suyu açacağım.Bu kız mı güzel yoksa şu kurbağ mı? diye sorar.
İkinci nasihat hatırına gelir GÖNÜL KİMİ SEVERSE GÜZEL ODUR der.Deli: Aferin sana!Şimdiye kadar hep,bu kız güzel dediler,bilemediler,sen bildin der.Deli kurbağayı sevdiği için bu söz hoşuna gider,suyu açar.Adam da önceki parasından çok fazla olan altınları alıp köyüne döner.
Evinin penceresinden baktığında,içerde hanımının yanında genç birini şakalaşırken görür.Hemen bıçağına sarılır.Bu sırada üçüncü nasihat olan ACELE ETME sözü hatırına gelir.Bıçağı gizleyerek,kapıyı çalar.Hanımı kapıyı açınca,yanındaki gence: Bak oğlum baban geldi der.
 
Tekerlekli Sandalye
Üst